Bize anlatılan, dümdüz edildikten sonra adının Rakka olduğunu öğrendiğimiz, zaman ve mekânda doğru düzgün konumlandırılmamış bir savaş alanı
Rakka diye bir şehir aslında yok -ya da artık yok. Bize anlatılan, dümdüz edildikten sonra adının Rakka olduğunu öğrendiğimiz, kendisiyle ilgili bir gerçeklik varsa da ancak izini sürerek bulup çıkarabileceğimiz, zaman ve mekânda doğru düzgün konumlandırılmamış bir savaş alanı
Bu yazıyı yazmaya beni iten, Quentin Sommerville ve Riam Dalati adlı muhabirlerin BBC Türkçe’de okumuş olduğum Rakka izlenimleriydi. Muhabirler sahadan bildirmiş. Gel gelelim sahanın tam kalbinden bildirdiği iddiasındaki yazarlar, Rakka’yı önlerindeki duvara açılmış bir delikten görüyor gibi. Tabii ölüm kendilerini bu duvarın ardında da bulabilir, onlar da bunun farkında; ben ise savaş alanından çok uzakta, soyut bir duvara sözüm ona kafa tutma iddiasıyla yazıyorum, mazur görüle.
Yazının girişinde (Entering Raqqa) okuyucu uyarılıyor: Bu makalede yer alan görsellerin bir bölümü, bazı okuyucularımızı rahatsız edebilir. (This article contains graphic accounts of violence)
Bizi düşündüğün için teşekkür ederiz BBC.
Metnin daha ilk paragrafında, neredeyse mistik bir Rakka deneyiminin bizi beklediğini seziyoruz:
“Rakka’ya yaptığımız yolculuk sırasında bir an, gerçek dünyanın tamamen geride kaldığını hissediyorum. Yoğun bombardıman altında kalan Samra Köprüsü’nü geçtikten sonra normal hayata dair tüm izler siliniyor.”
Yazarın birazdan anlatmaya başlayacağı Rakka, aslında bir şehirden başka her şeye benziyor. Bundan sonraki birkaç satırı da aynen alıntılayacağım:
“Bir zamanlar mezar taşı satan ancak sahibinin çoktan terk edip gittiği dükkânın yanından sağa dönünce şehrin içine giriliyor.
Önümüzde tamamen yıkılmış bir şehir, gri toz ve enkaz yığınları uzanıyor.
Burada ne bir renk ne bir yaşam belirtisi ne de bir insan var. Rakka’da geçirdiğim altı gün boyunca tek bir sivil insan görmedim.”
Metnin geneli, mesafeli bir dehşet havasında yazılmış. İlginç detaylarla -kendilerine eşlik eden savaşçı-mihmandarın ‘neredeyse direksiyona değen’ sakalından, beraber bindikleri aracın klimasının çalışmıyor olmasına kadar- süslenen metin, okuyucunun ilgisini çekmeyi başarıyor, kendini okutuyor; ama sonrasında, hakkında hiçbir şey bilmediğiniz Rakka şehrine bir kat daha yabancılaşıyorsunuz.
Rakka’nın bir şehir olduğunu mu sanıyorsunuz mesela? Değil.
Rakka diye bir şehir aslında yok -ya da artık yok. Bize anlatılan, dümdüz edildikten (destroyed) sonra adının Rakka olduğunu öğrendiğimiz, kendisiyle ilgili bir gerçeklik varsa da ancak izini sürerek bulup çıkarabileceğimiz, zaman ve mekânda doğru düzgün konumlandırılmamış bir savaş alanı. Yazarlar buradaki izlenimlerini ayrıntılarıyla yazıya dökerken, bir yandan da şehri gerçeklikten koparıp dekora dönüştürüyor. Artık Rakka, kendi kendisinin mezarı olabilir ancak -ve “kimse kendini oraya ait hissetmiyor”. (City fit for no-one)
Belki de bu yüzden, dosyadaki görsellerde yer alan haritada, kent, komşularından ve bölgedeki konumundan soyutlanmış olarak gösteriliyor: Yıkımdan öncesi ve sonrasının uydudan çekilmiş fotoğrafı.
Rakka’nın sivilleri, bu cehennemin içinde bir yerde, IŞİD’lilerle iç içe geçmiş bir halde ‘sıkışmış’ (trapped inside with IS fighters) vaziyetteler ve muhabirler onları -tek birini bile- göremiyor. Dosyaya konu olan, sivil olmayan Rakkalılar da yazının belli kısımlarında belirip kayboluyorlar. Yazarlar zaman mefhumunu da dünyanın geri kalanından koparken yitirmiş olsa gerek ki, onlardan bahsederken hep şimdiki zamanı kullanmak zorunda.
Yazının ikinci bölümünde ‘Bu şehrin insanları’nı (People of the city) tanıyacağız. Başlığın hemen ardından tüm ekranı kaplayan, gözünün akı görünmeyen bir adamın yüzüyle karşılaşıyoruz; yazının devamında bu temsili fotoğrafın, Rakkalı bir insan hakları avukatına ait olduğunu öğreneceğiz.
Bölgeden kaçmayı başaran bir sivile, -bu arada adı Hatim ve bugerçekadıdeğil- kulak veriyoruz. Bize, ABD’nin ve koalisyon güçlerinin bölgede operasyonlara başlamasının halkı nasıl ‘heyecanlandırdığını’ anlatacak.
Heyecanlı bir Hatim hayal edelim. Mesafeli muhabirlerimiz görev aşkıyla onun travmalarını deşedursun, onun içi kıpır kıpır, yerinde duramıyor. Şimdi, Fransız bir cihatçının koalisyon saldırısında öldürüldüğü anı hatırlıyor:
“Aracının içinde alev alev yanıyordu. Başka kimseye bir şey olmamıştı. Görünürde şarapnel parçası falan da yoktu. Çok heyecanlandık. Çünkü ABD’nin bu savaşa böyle bir teknolojiyle gireceğini düşünüyorduk.”
Koalisyon sivilleri de vurmaya başlayınca Hatim değişiyor: “Yoğun bombardıman, top atışı ve sayısız havan topu geldi. Rakka’yı böyle mi özgürleştiriyorsunuz? Hayır, aksine, sivilleri öldürüyorsunuz.”
Şimdi onu hüzünlü görüyoruz, ‘sesinde öfke ve çaresizlik’ var. (a mix of anger and despair)
Birkaç satır sonra, bir başka yaralı Rakkalı beliriyor: Gözlerinin akı görünmeyen temsili Rakkalı avukatın komşusu, Ziyad -gerçekadıdeğil- BBC tarafından ‘bulunmuş’. (Ne mutlu ona, demek ki bundan önce kayıpmış.) Kendisi, komşusunu öldüren hava saldırısına tanık olmuş. O da koalisyon güçlerinden yakınıyor:
“…Yaklaşık bir ay boyunca o bölgede dolandılar ve gece-gündüz tepemizden insansız hava araçları geçiyordu. Neden bizi bombaladılar, neden?”
Hemen ardından, muhabirin aslında çok şey söylüyormuş gibi görünen, ama daha çok kuru bir alayı andıran yorumu: “Bu sorusunun yanıtını asla öğrenemeyebilir.”
‘Bu şehrin insanları’ adlı bölümün sonunda teknoloji imdadımıza yetişiyor, Rakka şehrinin sokaklarını arşınlıyoruz: 360 video – Savaş yorgunu Rakka’da yürüyüş (walk through battle-scarred Raqqa)
Bu sayede kahvemizi yudumladığımız koltukta rahatça arkamıza yaslanmak yerine fare yardımıyla biraz olsun olaya müdahil oluyoruz: Görüntü akıp giderken, arada bir sağınıza solunuza, ardınıza bakabilirsiniz.
Bölümün adına tezat, görünürde tek bir insan yok. İçi dışına çıkmış binaların ve yanıp yakılmış ağaçların kuytularında belki birileri vardı; ancak, bu kayıtta onlara yer olmadığını videonun adından anlıyoruz. Haberleştirilecek olanın yokluğunda, yokluğun kendisi haberleştiriliyor.
Bir uyarı daha, bu kez bünyesi sağlam olanlar için:
‘Eğer bu videoyu görüntülemede problem yaşıyorsanız tarayıcınızı değiştirmeyi deneyin.’
Tekrar teşekkürler BBC. Sayende Rakka’yı da görmedik demeyeceğiz.
Videonun ardından Hatim’i bir kez daha hatırlıyoruz; zamanın yokluğunda kilometre taşımız bu adam. (‘ABD önderliğindeki koalisyonun devreye girmesinden heyecan duyan esnaf’) (the shopkeeper who was excited about the US-led campaign) Onun için Rakka hızla bir ölüm tuzağına (death-trap) dönüşmeye başlamış. Okuduklarımızı video ve fotoğraflarla da onayladığımıza göre onun yakınmalarına kulak verelim: “İlk etapta, tanımadığım insanlar ölüyordu. Ama zaman geçtikçe, tanıdıklarım, arkadaşlarım ve akrabalarım ölmeye başladı. (Bu kısımda içeriği manipüle etmek pahasına, muhabirlerin Hatim’den aktardıklarını birinci ağzından yazdım, bundan sonrası ise bizzat Hatim’in kendi sözleri) Her gün 20-30 sivil öldürülüyordu. İnsanlar kendi evlerinin enkazının altında kalıyordu.”
Buradaki “kendi evleri”nin anlamının Hatim ve bizim için aynı olup olmadığını düşünüyorum. Çünkü sanırım ben, bu satırları okuduğumda, Hatim’in vurgulamaya çalıştığından biraz farklı bir şey anlıyorum. İnsanın vücudunun/evinin, kendi kendisinin mezarına dönüşmesi gibi bir şey. (Mevzubahis, bu haberde okuduğumuz Rakka ise, buna hiç şaşırmayacağız.) Peki Hatim sahiden de bunu mu söylemek istiyor? Emin değilim.
‘Bu şehrin insanları’yla tanıştık, bir sonraki bölüme geçiyoruz.
Yanımızda ‘sakalı direksiyona değen’ Menbiçli Ebu Abdo var, kendisi “24 yaşında ancak çok ama çok daha yaşlı gösteriyor” Ebu Abdo, muhabirleri şehrin merkezindeki Naim Kavşağı’na götürürken, onlara ‘tur rehberi edasıyla’ etraftaki cesetleri göteriyor. Kendisine “Burada bazı cesetleri görebilirsin” dedirtilse de, cesetlerin IŞİD’lilere ait olduğunu belirtme ihtiyacı görülerek metne müdahale edilmiş. (Some (IS) bodies)
Naim Kavşağı’na yaklaşırken, bir ölümden bahsediliyor bize, muhabirlerin, sahanın tam kalbinde, bizzat tanıklık ettiği bir ölümden. -‘Caddede kurtarılmayı bekleyen’, ‘göğsünden vurulmuş’ bir savaşçının.
“ (…) adı Nadin Ebu Aziz. Halen sokağın ortasında yatıyor. Artık hareket de etmiyor. (Nadin Ebu Aziz ölüyor)
(…)
Savaş jetlerinin alçaktan uçtuğunu duyuyoruz. Ancak ilk etapta bir patlama sesi gelmiyor. SDG’liler [Suriye Demokratik Güçleri ya da Demokratik Suriye Güçleri; orijinal kısaltmasıyla QSD – sendika.org’un notu] beklemeyi sürdürüyor. (Hayat akıyor)
Sokağın ortasında yatan savaşçıda ise herhangi bir yaşam belirtisi yok. (Nadin Ebu Aziz ölüyor)
(…)
Güneş yavaş yavaş batmaya başlıyor. Yanımdakiler oldukça yorgun görünüyor.” (Hayat akıyor)
Anlatım tarzından seziyoruz ki Nadin Ebu Aziz’in ölümü, aslında bir ‘olay’ değil. (“Ebu Abdo, Nadin’in öldüğü haberiyle geri döndüğünde kimse şaşırmıyor”) Denildiğine göre Rakkalılara göre de değil. Nitekim Ebu Abdo, muhabirlere “Bu bizim için sıradışı bir gün değildi” diyerek sezgimizi doğruluyor. Eh, o halde bizim için de olmamalı.
Sahanın ortasındaki duvar, iş Ortadoğu’da ölmenin ne kadar kolay olduğuna geldiğinde -ki yazının devamında, İngiliz olmanın bile Ortadoğu’da olmanın ardında kaldığını göreceğiz- incelip şeffaflaşıyor. Biz de, metni yazan elin buyruğunda, bir adamın ölümünün anlatıldığı satırları, pek sıradan bir şey olduğunu bilerek okuyoruz.
Titremek? Ürpermek? Şaşırmak? Dehşet? Ne gezer canım. Orası Naim Kavşağı. Cehennemin göbeği. (Circle of Hell)
Bu, muhabirler tarafından uydurulmuş bir tanım değil. Bölge sakinleri doğdukları şehri artık böyle anıyor, biz de onların yabancılaşmasına ortak oluveriyoruz; varsın Rakka’yı hiç tanımamış, oraya hiç gitmemiş olalım. Muhabirler, bizim yerimize gidip görmüş; çektikleri fotoğraflar, yukarıdaki tanımı haklı çıkarıyor. Rakka’ya hiç yolu düşmemiş, ‘sahayı bilmeyenler’ olarak biz de ölümlerden dönüp bize bu satırları gönderenlere şükranla, cehennemin sokaklarını arşınlıyoruz.
Yanımızda hep ‘asıl adı bu olmayan’ savaşçılar ve bir görünüp bir kaybolan, bolca ölen, çetelesi tutulamayan gölge Suriyeliler var.
“İngiliz savaşçı” (British fighter) bir sonraki bölümün adı.
“Rakka’da kıyamet kopuyor.”
Kıyamet Jack Holmes adlı savaşçının -gerçek adı bu olmalı- gülüşünü çalmış. Artık iki yıl önce, Türkiye sınırındaki gibi gülmüyor. (O zaman kolundan yaralanmış, hasanede tedavi görüyordu. IŞİD ateşiyle vurulmuştu. O zaman vurulma anını gülerek anlatıyordu (…) O zamanki görüşmemizi yaparken, Holmes’un ne kadar daha hayatta kalacağını merak etmiştim.)
O zaman -kıyametten önce – IŞİD’den önce- hiçbir şeyi aynı bırakmayan felaket, yine iş başında. Rakka, çizginin hep diğer tarafında.
Holmes da ‘heyecan’ sözcüğünü alışık olmadığımız bir şekilde kullanıyor. İnsan öldürmenin nasıl bir duygu olduğuna cevabı bu. Olmazsa olmaz ‘kısa bir sessizliğin’ ardından.
Holmes’un ‘en büyük motivasyonunun’ ‘IŞİD’e duyduğu nefret’ olduğunu öğreniyoruz. Zira “IŞİD, bu dünyayı ele geçirmek isteyen barbar ve faşist bir terör örgütü. Onların kurallarına uymazsanız, size öldürürler. Bu kadar basit aslında.”
Gerçekten de basit görünüyor. Ama, Holmes’un ilk cümlesine katılsak dahi, onu İngiltere’den kaldırıp Suriye’ye neyin getirdiğini ve Rakka’da canı pahasına IŞİD’le savaştırdığını öğrenemiyoruz.
Ve son bölüm: ‘Sokak sokak çatışma’ (Street battles)
Bu bölüm yazılırken, bir IŞİD saldırısı gerçekleşiyor: “Ateş altında, birer birer caddelerde karşıdan karşıya geçiyorlar. Mermiler havada uçuşuyor, bazıları yalnızca birkaç santimle ıskalıyor.”
Savaşın içindeyiz. Bu kez bir ‘olay’ da var, bunun böyle olduğu daha başından bize sezdiriliyor: İlk başta her şey planlandığı gibi gidiyor. Ancak çok geçmeden sürprizler gelmeye başlıyor.
Şimdi olan şey, Ebu Abdo’nun vurulmasına benzemiyor. Zaman duruyor ve yalnızca Rakka’nın alışılmış-cehennemi düzeninin bozulmasına dikkatimizi veriyoruz:
IŞİD’in ‘oldukça iyi olan’ keskin nişancılarından biri, SDG’ye ait dozerlerden-birinin-radyatörünü hedef alıyor. IŞİD’in yol açtığı zarar bu kez apaçık görünüyor; dozer, ölümü geniş bir zamana yayılan Ebu Aziz gibi değil, bir defada, nedeni ve sonucu apaçık bir biçimde vadesini dolduruyor ve tam olarak neresinden vurulduğu belli: “Dozerin radyatörünün hedef alındığını ve su akıtmaya başladığını görüyorum. Artık tamire ihtiyacı var.”
Hemen arkasından, bir olay daha geliyor: “İkinci dozer geliyor ve bir kurşun sesi daha duyuluyor. Hemen akabinde de “fısss” diye hava boşalma sesi geliyor. IŞİD keskin nişancısı, saklandığı yerden bu kez dozerin-lastiklerini hedef alıyor.”
SDG’liler ‘hayret içinde’. (Tekrar altını çizelim, iki dozer de haşat oldu) SDG’liler “farklı bir yaklaşım planlamaya başlıyor.” (try a different approach)
Bu planın hazırlanması birkaç dakika sürüyor. Dikkat kesilip öğrenelim: Savaşçılar roketatarlarını alıp sokağın diğer ucuna gidecek ve caminin (hangi cami?) yakınlarından ateş eden keskin nişancıyı (dozerlerden ilkini vuranı mı, yoksa ikincisini mi? Yoksa ikisini de aynı keskin nişancı mı vurdu?) öldürmeyi planlıyor.
Şapka çıkarıyoruz.
Sonrasında, bu ‘plan’ın savaşçılar tarafından hayata geçirilmesini okuyoruz.
Okuyucu bu paragrafı bir ön sevişme gibi düşünsün: “Keskin nişancı… mevzi… kulakları sağır eden gürültü… mevzii… yaylım ateşi… ateşin koruması altında… roketatar… savaşçı… mevzii… roket… silah sesleri… -sessizlik.”
Şunu bir geçiş sayabiliriz: “Zırhlı araç… keskin nişancı… ateş… atışlar… kulağın dibinden vızıldayarak geçen mermi… duvara saplanan mermiler… -Kimse yaralanmıyor.”
Şurası da doruk noktası olmalı: “Hava saldırısıyla gelen patlama sesi tüm sokağı inletiyor. Keskin nişancı nihayet ölüyor.”
Rakka’nın kalbi, yazıda ‘5 kilometrekareden biraz büyük’ olduğu belirtilen bir alanda atıyor. Ve SDG savaşçıları, cesetlerin yanı sıra ilerliyor. Muhabir cesetleri sayıyor, tarif ediyor bize: “Bazıları ikiye ayrılmış…”, “…birinin bacağı kopmuş.”
Bunlar da Rakka’nın sivilleri değil, ellerinde silahlarıyla ölen, kötü adamlar. Yine de muhabirlerin midesi kaldırmamış olmalı.
“Üniformasına kuru kafa yaması dikmiş olan Arap bir savaşçı, bubi tuzağı aramak için cesetlerin üzerine basarak binaya giriyor.
Ölü IŞİD’lilerin yanından geçerken, ‘Hayırlı akşamlar’ diyor. Diğer savaşçılar ise gülmeye başlıyor.”
Quentin Sommerville ve Riam Dalati! Çok korkunç gülüyor olmalı bu adamlar, lütfen ayrılınız o cehennemden!
Rakka’nın güneyindeki Tabka’dan geçerken ‘çat pat İngilizce konuşan’ İsmail el Ali ve -galiba Rakka’dan kaçmış olan- ‘başörtülü’ kadın (birazdan başörtüsünün ucuyla gözyaşını silecek, aşağıda fotoğrafı da var) çıkıyor karşımıza.
Hadi son noktalarımızı koyalım.
(-El Ali ?)
-Rakkalılar büyük bir bedel ödedi. (…) Şehirleri dümdüz (Değil mi ya? Zaten beş kez geçmişti metinde) oldu, Rakka tüm dünya adına büyük bir bedel ödedi.”
(-Başörtülü kadın ?)
-Sevdiklerimizi, evlatlarımızı, her şeyimizi geride bıraktık. Akıbeti ne oldu, hiç bilmiyoruz. Rakka’ya dönmemiz gerek. Başka bir şey istemiyorum. Gerekirse sokakta çadırda yatarız.
(-Sommerville? Dalati?)
-Geri döndüklerinde ise sevgili Rakka’larının kurtarılmak için yok edilmesinin şart olup olmadığı sorusunu sormaları çok muhtemel görünüyor.
Oysa biz bu soruyu sizin yerine zaten sormuştuk.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.