19. yüzyıl tarihçi Eric Hobsbawn’ın çok iyi söylediği gibi “Bitmek bilmeyen bir yüzyıl” değil midir?
Küreselleşmeyle kendini gösteren dönemimizin hareketini anlamayı sağlayacak mayayı neden 19. yüzyılda arıyoruz? Pierre Singaravélou ve Sylvain Venayre birlikte yazdıkları “19. Yüzyılın Dünya Tarihi” adlı kitapta dünya ölçeğini kabul etmek için Batı ölçeğini terk ederek “global” bir yaklaşım sergiliyorlar.
19. yüzyılda, sinemada, Charles Dickens ile Arthur Conan Doyle dünyası arasında tereddüt eden kıyafetli filmleri görürüz. Paternalizm, zamanının iyi terbiyeli ve çift sıra düğmeli uzun ceketli (redingot’lu) burjuvazisi ilk rollerdedir. Büyük sanayi kentleri çalışkan ve tehlikeli ayak takımıyla doludur. Zamanın parolası liberalizmdir. Kır uzakta kalan bir dekordur. Erkekler kadınlara egemendir.
Tanıdığımız 21. yüzyıl ile a priori ne fark var; sömürgeleşmenin sona ermesinden, eşitçi hakların talep edilmesinden, çevreyle ilgili tasalardan ve Asya’nın güç olarak öne çıkmasından sonra! 19. yüzyıl o kadar uzakta görünüyor ki… Dedelerimizin dönemiydi. Bizim için daha eski zamanlarda yığılıp kaldı. Tanımlı bir kimlik vermek istediğimizde, çoğu zaman zemzemle yıkanmış bir kimlik gibi; ilerlemenin kaçınılmaz yürüyüşü sayesinde bereket versin ki uzaklaştığımız dünya.
Bu eski betimlemeleri terk etmek gerek. Birinci Dünya Savaşı’yla perdesi açılan, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve arkasından SSCB’nin parçalanmasıyla sonuçlanan dönem 19. yüzyıla belirli bir bakışı zorunlu kıldı. Kapitalizm ve komünizm, Batı ile Doğu arasındaki meydan okumayla yapılaşan ve Üçüncü Dünya’nın sömürgeci kökenleriyle gösterildiği “iki kutuplu” bir dünyanın kalıbını arıyorduk. Bu, bakış açısını sınırlıyordu: “Sanayi Devriminin”, kentleşmenin, Hristiyan misyonlarının, sömürgeciliğin, “beyaz” göçlerin 19. yüzyılı burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde ve özellikle Avrupa’nın dünyanın geri kalanı üzerinde tümüyle egemenliğini sağladı.
Yüzyılın tüm deneyleri, henüz oluşmamış ama kadın ve erkeklerin düşündüğü 19. yüzyılın gelecekleri, hissettikleri korku ve umutlar iki dünya savaşından çıkan dünyanın kökenlerinin ereksel (teleolojik) arayışlarında yok olup gitti.
19. yüzyılı dünya ölçeğinde yakalamak bugünkü dönüşümleri daha iyi kavramayı sağlar.
“Soğuk Savaş”ın ardından gelen kaynayan, bollaşan, çok kutuplu dünya bu dönemi çok farklı şekilde okumaya bizi davet ediyor. 19. yüzyıl belki de bize hiç bu kadar yakın olmadı. Ekonomik “küreselleşme” ile ilgili bugünkü tartışmalar 19. yüzyılın ilk yarısındaki serbest değişimciler ile korumacılar arasındaki münazaralara bizi doğrudan yolluyor. Bugün olduğu gibi 1880 yılında da, değişimlerin yoğunlaşması ve kültürel uygulamaların artan türdeşleşmesi her yerde farklılıkların ifadesini şiddetlendiriyor. Dünyanın dört köşesinde kimliksel taleplerin yeniden hortlaması ulusun şiddetli arzusunu ve 19. yüzyılın ikinci yarısındaki seçkinleri cesaretlendiren etnisite takıntılarını tekrarlatıyor. İslam Devleti, kimi bakımdan 1851 ile 1864 yılları arasındaki Çin’de yerleşmiş Taiping’lerin dinsel (teokratik) krallığını hatırlatıyor. IŞİD, kozmopolit ve sınırlar ötesi terörizmi yeni keşfetmedi, bu tam da 1890 yıllarında Avrupa anarşistlerinin ağları içinde olan şeydi. Geçen Ağustos ayında Charlottesville’deki gösterişli ırkçılığın kamusal ifadesi ABD’de iç savaşın (1861-1865) yaralarını yeniden canlandırdı. Siyasi hayaletin aksine, mücadele edenler ve entelektüeller, son zamanlarda 1820-1840 yıllarının ütopyacı düşünürlerin özgürleştirici gizilgüçlerini yeniden keşfederken, 1990 yıllarından sonra parlayan türevli finansal ürünler piyasası üzerine kurulu finansal spekülasyon 1880 yıllarından itibaren ABD’de çoğalan vadeli sözleşmelerde kökenini bulur. Çok uluslu şirketlerin zaferi, Hindistan’da Tata (1868) ya da ABD’de United Fruit Company (1899) gibi Avrupa dışında da görülen büyük şirketlerin eski büyümesine demir atar. Günlük yalan haberlerle (fake news) gerçek sonrası dönemin ortaya çıkışı bile 19. yüzyılda, büyük ölçüde yabancı ülkelerdeki sahte muhabirler ağına dayanan haberlerin uluslararasılaşmasını hatırlatır.
Bugünkü dönüşümleri daha iyi anlamak için, dünya ölçeğini esas alarak 19. yüzyılı kavramanın yararı vardır. 19. yüzyıl küreselleşmesinin basit bir Batılılaşma olmadığını, dönemin ulaşım ve iletişimdeki devrimlerinin, sapkın sonuçlarına kadar yaşadığımız dönemi hazırladığını, sömürgeciliğin sadece bir Avrupa girişimi olmadığını ve metropollerde geri dönüş sonuçlarının, bu dönemden itibaren çok önemli olduğunu, sanayileşme sürecinin, İngiltere odaklı yayılmacı modellerden daha karmaşık olduğunu anlamaktan hareketle şu düşünceye varabiliriz: Merkezci düşünceden uzaklaşmaya yönelik bu entelektüel çaba dönemimizin hareketini daha iyi kurmamızı sağlıyor.
Tarihsel zamanı yargılamanın parantezinde, Batı egemenliğinin sonunu yaşamıyor muyuz?
Eğer 19. yüzyıl klasik olarak “devrimlerin yüzyılı” olarak ele alınırsa, ayaklanma olaylarının Batı merkezli görünüşüyle körleşmeden kaçarak bu deyim nasıl bir anlama sahip olabilir? Tüm dünyada sınırlarla ilgili gerginliklerin geri dönüşü, Ulus-Devlet biçiminin 19. yüzyıl boyunca giderek ve gecikmeli olarak zorunlu kıldığı tarzı hatırlamamıza bizi davet etmiyor mu? Hindistan’da Bengal Rönesansı, Osmanlı’da Tanzimat, Japonya’da Meji reformları, Çin’de Özgüçlenme hareketi örneklerinde olduğu gibi bir yüzyıl önce gelişen “alternatif modernlikler” gibi hareketleri ve bunların 19. yüzyılın sonunun geçici galipleri olan “Batılılar” tarafından az çok nasıl küçümsendiğini hatırlamaksızın birkaç on yıldan beri birçok Güney ülkesinin yükselmesini nasıl anlayabiliriz? Bu dönemin imparatorluk kavramının etkilediği değişiklikleri dikkate alırsak emperyalizmle ilgili tartışmalar daha iyi beslenmez mi? 19. yüzyıl sonundan beri “uygarlık” ve “Batı” kavramlarının giderek yükselmesini hatırlayarak, dünyada batı egemenliği daha iyi anlaşılmaz mı? Bugün iki yüzyılın sadece bir parantezi olan -kuşkusuz kesin-, tarihsel zaman ölçeğinde, bir egemenliğin sonunu yaşadığımızı göz önünde tutamaz mıyız?
19. yüzyıl tarihçi Eric Hobsbawn’ın çok iyi söylediği gibi “Bitmek bilmeyen bir yüzyıl” değil midir? Çağdaş dönüşümlerin ışığında, kuşkusuz küreselleşmenin biçim bozucu aynası olduğu gibi aydınlatıcıdır da. Bu tarihi yeniden okumak her şeyden çok bugünü anlamak için silahlanmaktır.
28 Eylül 2017
Pierre Singaravélou: Paris -Panthéon Sorbonne üniversitesi çağdaş tarih profesörü. Sylvain Venayre: Grenoble-Alpes üniversitesi çağdaş tarih profesörü.
[Humanité dimanche gazetesindeki Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından sendika.org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.