“O imzayı atıyor olmamdaki meramım benim gibi insanlar babasız, çocuksuz, ağabeysiz büyümesinler. ‘Baban sayesinde çözüldü bu sorun’ diyebilir mi bana kimse?”
KHK ile üniversiteden ihraç edilen barış imzacısı akademisyenlerden Ulaş Bayraktar, babasını küçükken PKK ile çatışmada yitirmiş bir asker çocuğu. Bayraktar, “O imzayı atıyor olmamdaki meramım benim gibi insanlar babasız, çocuksuz, ağabeysiz büyümesinler. ‘Baban sayesinde çözüldü bu sorun’ diyebilir mi bana kimse?” diyor
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada dokuzuncu öykü Mersin Üniversitesi’nden Doç. Dr. Serdar Ulaş Bayraktar’ın.
Serdar Ulaş Bayraktar, kendi anlatımıyla “Ölmenin zor olduğu bir ayın ortasında doğdu. Bu doğum-ölüm diyalektiği astrolojik olarak mahkum olduğu ikiz bir ruh haline de her daim sirayet etti. Onbinlerce memur çocuğu gibi, memleketi, kimlik kartının doğum yeri hanesinden anlaşılamadı. Şimdi yaşadığı yeri sevdi ve oralı saydı kendini. Bolu-Göynük’te ilkokulu, Mersin’de liseyi, İzmir’de hovardalığı, İstanbul’da üniversiteyi, Paris’te doktorayı bitirdi. Şimdi kalbi Almanya’da, kendisi Mersin’de kendine yeni umut adaları inşa etmeye, tarlaya umut tohumları ekmeye çalışıyor.”
Bayraktar anlatıyor:
Annem ve babam Bolulu, baba tarafım laz. Babaannem Türkçe bilmiyormuş, ben hiç tanımadım onları. Babam Düzceli annem Göynüklü. Biri asker, biri öğretmen. O zamanki görev yerleri Trabzon olduğu için kardeşim de ben de Trabzon doğumluyuz. Sonra Mardin’e tayin olmuşlar, orada da 1980’de babamı bir çatışmada kaybettikten sonra anneannem ve dedemin yanına Göynük’e yerleştik. İlkokul 4’e kadar orada okudum. İlkokul 5’te Mersin’e geldik sonra ben burslu olarak Tarsus Amerikan Lisesi’ne girdim. Lise bitince bir sene İzmir’de gıda mühendisliği okuduktan sonra sınava tekrar girip, Galatasaray Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdim.
Hiç yapmadığım ama okuduğum, duyduğum, anladığım kadarıyla aikidonun savunma sporu olarak stratejisi rakibin yumruğunun yönünü değiştirmekmiş. Bu benim hayattaki duruşumu etkiledi. Siyasi olaylarda da bunun iyi bir strateji olduğuna inanıyorum. Bana bir yumruk yöneldiğinde onu yönünü nasıl değiştirebilirim diye düşünüyorum. İnsanların yaşamları lineer olarak gitmiyor yani düz bir çizgi gibi değil. Bunun dalgaları var. Şimdi biz o sinüs çizgisinin inen bir kesitindeyiz ama bu sonsuza kadar gitmeyecek. Ne insanlık için ne de benim kişisel hayatımda böyle oldu. Buna çok teslim olmazsak, bunun da güzelliklere evrilebileceğini düşünüyorum, hem kendim için hem genel olarak Türkiye’nin geçirdiği bu toplumsal buhran açısından.
Yüksek lisans ve doktorayı Fransa’da yaptıktan sonra Mersin’e döndük. Fransa’da kalabilirdik ya da İstanbul’da kadro kovalayabilirdik ama istemedik. Şehri sevdik, üniversiteyi, bölümümüzü sevdik. Bir yandan öğrencilerle ilişkimizi daha farklı kurduk. Çok içten söylüyorum biz birçok öğrencimle dost olduk, onların hayallerine, kederlerine ortak olduk. Bizim kapımız hep açıktır, insanlar muhabbete gelir, derdini anlatır, yardımımızı ister. İnsanlar bizi hoca olarak değil, insan olarak da tanıdılar. Benim hala dostum, arkadaşım diyebileceğim çok öğrencim var. Yüksek lisans, doktora aşamasında onlar zaten benim meslektaşlarımız gibidir.
Sendika içinde mesela farklı bir şeyler yapmanın çabasındaydık tam bu hikayeler patlamadan önce, imza öncesinde. Bilindik siyasal pratiklerin dışında insanların ortak hayatına dair bir şeyler yapalım istiyorduk. Yani bir bostan kuralım, ortak bir araç sistemi kuralım. Bunlar üzerine düşünürken sonra nasip olmadı diyelim! Bu ülkenin siyaseti hep böyle işte. “Acil servis siyaseti” diyorum ben. Hiçbir zaman servise çıkaramıyorsun, taburcu etmeyi geçtim! Acil bir şey var ve sen böyle “ya işte beslenmene dikkat et” falan derken hayır, alıyorsun tomografiye sokuyorsun. Tomografinin oradaki radyasyon oranı falan artık o kadar önemsiz kalıyor ki ya da hiç tereddüt etmeden basıyorsun antibiyotiği mesela. Çünkü orada hayat kurtarmaya çalışıyorsun. Türkiye’de siyaset de böyle. Oturup da böyle ya arkadaş biraz uzun vadeli bir şeyler yapalım, toplumsal alanda, sivil alanda bir şeyler yapalım, derken pat diye bir kriz haydi o zaman eylem, basın açıklaması şekline bürünüveriyor siyasal repertuar.
Sonra atıldık, yenildik. En azından bu rauntta yenildik. Mütemadiyen yeniliyoruz belki de. Ama bunu bir türlü anlayamıyoruz. Ben mesela hiç “bizi atamazsınız, atılmadık” falan demedim. Attılar paşa paşa. Bununla didişmek beyhude belki. Ben atılmadım aslında geri döneceğim falan hiç demedim. Öyle bir iddiam yok. Yani belki de biz dönmeyeceğiz, dönmek istemeyeceğiz “alın başınıza çalın” diyeceğiz. Biz çok yas tutuyoruz ama hep yasın inkâr evresinde kalıyoruz. Terk edilirsin hani ama aslında “beni seviyor” dersin. Yok öyle bir şey. Bitti o hikâye. Benim üniversiteyle işim bitti. Attı beni ve ben şimdi bundan sonra geri döneceğim ihtimalini gündemime almıyorum. Yani dönerim, dönmem, dönmek isterim, istemem bilmiyorum ama ben bu ihtimal masada olsun istemiyorum. Üniversiteden atıldım ve arabadan çıkartmasını çıkardım. Kimliğimi attım, okula gitmedim. Sağolsun arkadaşlar topladılar odamı. Hafta sonu böyle kimseye görünmeden gidip birkaç şeyi toplamaya çalıştım. Bitti, öldü. Tekrar canlanır, canlanmaz göreceğiz onu. Allah muhtaç etmesin! O yüzden de uzun vadede yeni bir çalışma içindeyiz, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Dava açalım falan ben başından beri söylüyorum. Bizim itirazımız hukuksuzluğaydı. Hukuksuzluğa itiraz ettiğimiz için başımıza gelenlerden sonra hukuktan medet ummak başlı başına bir çelişki. Sen zaten olmadığına itiraz ediyorsun sonra nerede bu hukuk? Bitti. Oradan bir şey çıkmıyor, en azından kısa vadede çıkmayacak. Bu demek değildir ki dava açmayacağım, komisyona başvurmayacağım. Bir beklenti içinde değilim sadece. Kazı kazan oynarım, daha çok şansım var şu an için!
Barış imzalarına gelince. Bunun da bir sonuç vereceğini düşünerek, bir şey bekleyerek bu kadar anlam atfedileceğini bekleyerek imzalamadık. Ben hep bu imza metinlerinin aslında bir işe yaramadığını, sadece insanların vicdan yükünü hafifletmekten gayrı herhangi bir katılım, kamuoyu etkisinin olmadığını düşünürdüm.
Cumhurbaşkanı hiddetlenmese kimsenin haberi olmazdı bile aslında. Ben hatırlamıyorum bile attığım imzaları sağa sola. Dönüp baktığında da niye bu kadar tepki verebilir buna diye de şaşırmıyorsun. Bunu beklemiyorsun ama şaşırmıyorsun tepkiye. Biz zaten bizim defterimizi dürmek isteyen bir iktidara bunun için vesilesini ve listesini verdik. Bak sen belli ki bu tarz bir tasfiyeye gireceksin işte bak sana vesile bizden kurtulmak için. Ve işte yangında ilk atacakların; al sana 1000 küsur kişilik listesi!
Bu metinler kalabalık grupların yazdığı metinler. Ben yazsam öyle yazmazdım. Belki ifade olarak veya içerik olarak eksik, fazla ama buna şey yapamıyorsun ki. Gidip seçimlerde oy veriyorsun, oy verdiğin partinin her yaklaşımını kabul ediyor musun? Biz kendi atfettiğimiz anlamı biliyoruz. Benim imzaladığım metnin meramı bir itiraz. Neye itiraz? İşte o dönemdeki güneydoğudaki çatışmalı sürece, devletin güvenlik politikasının hukuksuzluğa taştığı noktalara itiraz. Şu anda o sürecin muhataplarının çoğunun darbe sürecinde yargılanıyor olmaları onların daha önceden yaptıkları, işledikleri suça dair de ipuçları veriyor denilebilir. Dediğim gibi, bu işin metinde yer almasını ya da ben yazsaydım farklı ifade edebileceğim noktaları var ama temelde bu bir hukuk çağrısıydı, barış çağrısıydı. Ben de o yüzden imzaladım.
30 küsur yıldır devam eden sorun var ve sorunun böyle çözülemeyeceğini, böyle çözülmeye çalışmaktaki ısrarın benim gibi insanları yetim bırakacağını düşünüyorum. Dolayısıyla aslında benim orada attığım imza bana hiç de garip ya da çelişkili gelmiyor çünkü ben bu yanlış ve sorumsuz politika yüzünden babamı kaybettim. İnsanlar hala babalarını, çocuklarını, ağabeylerini, eşlerini kaybediyorlar bu ısrar yüzünden. Bu yüzden de ben o insanların ne çektiklerini, nasıl bir yaşam süreceklerini biliyorum. Ta ne zaman yazıp söylediğim şey. Şehitler ölmez ama babalar ölüyor, ağabeyler ölüyor, kocalar ölüyor, çocuklar ölüyor. Şimdi kalkıp da eyvallah tamam güvenlik politikasıdır şudur budur tamam da benim babam öleli 37 sene olmuş. 37 yıldır sonuç vermemiş. O yüzden bu tam da en başta ben ve benim gibilerin yapması gereken bir itiraz.
5 yaşındaydım ben babam öldüğünde, annemin yaklaşımı belirleyici herhalde, büyük bir ailede büyümedim ben. Beni o kinle, intikam duygusuyla yetiştirmediğinden böyle düşünüyorum herhalde. Çünkü ben de, kardeşim de benzer bir yerde duruyoruz.
Ama orada dediğim gibi o imzayı atıyor olmamdaki meramım benim gibi insanlar babasız, çocuksuz, ağabeysiz büyümesinler. Baban sayesinde çözüldü bu sorun diyebilir mi bana kimse? 37 yıl önce, daha bu örgüt bile oluşmadan ortaya çıkmış bir hikaye, o politika devam etmiş bunlar palazlanmış, bir örgüt olmuş… Bilmiyorum ben ikna değilim o konuda.
Barış imzalarından sonra ben de Bediz de atıldık. Bediz’in sözleşmesi uzatılmamıştı zaten. Belli etmişti üniversite idaresi herkesi atacağını. Onların sözleşmesini yenilemeyeceğini söyledi ve sözünde de durdu.
Aslında atılmalar başladığında bizim şöyle bir şansımız oldu sanırım. O kadar erken başladı ki bizdeki tasfiye, sıranın kendimize geleceğini biliyorduk. Bunun gününü sayıyorduk. Dolayısıyla bir şekilde kendini hazırlıyorsun bu kaçınılmaz sona. O dönemde henüz darbe girişimi olmadığı, OHAL ilan edilmediği için ve biz burada görece dayanışma içinde kalabalık bir grup olduğumuz için o süreçte hem kendi içimizde hem Türkiye’nin başka yerlerinden çok destek gördük. Buradaki davalarda çok katılım oldu, gündem oldu. Böylece 15 Temmuz’da bunu yaşayanlarla, öncesinde bunu kendilerine konduramayanlarla bir farkımız oldu. Bizim tasfiye süreci biraz daha yavaş yavaş geliştiği için daha hazırlıklıydık. Dolayısıyla Bediz atıldığında biz zaten bunun olacağını biliyorduk ve sonrasında ne yapacağımızı da az çok kestirebiliyorduk. Çünkü biz akademik kariyer boyunca sadece ders verip sonra da onun haricinde bir şey yapmayan insanlar değildik. Birçok ulusal, uluslararası ağda araştırmalarda yer almış, raporlar yazmış, toplantılara katılmıştık; ikimiz de çeviri yapıyorduk. Kente dair sivil toplum alanında yapmış olduklarımız vardı. Bizim böyle ihtirasla sahip olup da mahrum kalmaktan korktuğumuz bir şey de yok. Rektör imzamı çekmemi istediğinde, önerdiğinde diyelim, kendisine de söylemiştim bir evim var bir arabam var. Onları satsam en azından sular durulana kadar hayatımı devam ettirebilirim. Ailelerimiz sağolsunlar hiçbir zaman bize bu süreçte “Allah müstahakkınızı versin” demedi. Dolayısıyla onların desteğini hep hissettik ve işte ne olacak ki bisikletle işe giden bir adamım, Fransa’daki evimiz 35 metrekareydi. 4 yıl boyunca 35 metrekarede yaşadık. Dolayısıyla şimdi büyük salonlar falan olmasa da olur, bizim için önemli olan huzur. Biz dağcılık yaptık, bir çadır, bir tulum, bir benzin ocağıyla insanın hayatını sürdürebileceğini biliyoruz. O yüzden rektör imzalarımızı geri çekmemizi istediğinde bir tereddüt yaşamadık.
Bediz şimdi Almanya’da. Bir çağrıyla gitmişti. Bediz’le konuşurken bunu bir sürgün olarak yaşamamasını telkin etmeye çalışıyorum. Biz akademik olarak bir seneyi yurt dışında geçirmenin gerekli olduğunu düşünüyor, bir süre yurtdışına doktora sonrası araştırma yapmayı arzuluyorduk. Dolayısıyla ben şimdi ona ya da kendime “ya işte böyle olduğunu varsayalım, sen nasılsa Kanada’ya gidecektin” diyorum. Bana çok ayıpmış gibi geliyor diğer türlüsü. Eşim orada, ben buradayım, çocuklar orada, ayrıldık bilmem ne. Tamam ama insanlar aylarca hücrelerde kalıyorlar. Görüş yapamıyorlar. Şimdi hal buyken, ülkenin adalet sistemi, vicdan düzeyi bu durumdayken kalkıp da “ah be karımla ayrıyız” diye dert yanmak ayıp olurmuş gibi geliyor.
Çocuklar durumu en başından beri biliyorlardı zaten, ilk imza çıktığından beri. Birisi 10, birisi 14 yaşında. Onlara ilk andan itibaren söyledik, “Böyle böyle bir şey oldu, gözaltına alınabiliriz, bir süre ayrı kalabiliriz” diye. Bu ayrılık sürecini de biliyorlardı.
Benim belki de şöyle bir avantajım oldu, akademiden hiçbir zaman çok büyük bir idealle bahsetmedim. Hiçbir zaman belki de çok yüksek, köklü eğitim kurumlarında okumadığım için. Siyasalın ortamını soluyup da o Mülkiye, Boğaziçi, ODTÜ’de falan o havayı teneffüs etmediğim için üniversite öyle çok büyük bir beklenti beslediğim bir yer değildi. Akademisyenler de bilimsel olarak da siyasal olarak da bu ülkenin ortalaması neyse işte, muhasebecisi, doktoru, güvenlik görevlisi, hakimi, muhtarı neyse o. Dolayısıyla, bizim üniversitedeki veya başka üniversitedeki insanların yeteri kadar destek verdi vermedi tartışmasıyla ilgilenmiyorum. Ben insanların meramımızı anladıklarını düşünüyorum. Bir şey yapabildiler mi, ellerinden bir şey gelir miydi? Elbette gelirdi. Ama işte insanların renk körlüğü veya sarhoşluğu dediğimiz şey veya aşkları, bazı şeyleri görmelerini ya da yapmalarını engelliyor. Yani o yüzden bir hayal kırıklığım yok, çünkü bir hayalim yoktu.
Öğrenci dersen, öğrencileri biz bilhassa bundan uzak tuttuk. İstemedik çünkü zaten bizim belli, defterimiz dürülmüş. Biz giderken de yanımızda birtakım öğrencilerin hayatlarının kararmasını ben şahsen hiçbir zaman istemedim ve bunu da her fırsatta söyledim. O konuda da hep frenlemeye çalıştık öğrencilerimizi. Ama bu demek değildir ki onların desteklerini hissetmedik; elbette ki hissettik. Bireysel, özel, farklı mecralarda her zaman ve hala ve sadece muhalif olması da gerekmiyor, daha muhafazakâr ya da iktidara daha sempati besleyen kesimler de bizim yaşadığımıza haksızlık adını koymayı bildiler, bunu ifade ettiler. Dolayısıyla ben o desteği hep hissettim. Hiçbir zaman ne meslektaşlarımdan, ne öğrencilerimden ne de komşularımdan, hemşerilerimden böyle “hain, bölücü, fetöcü” bakışı görmedim. Ama bu benim dalgınlığımdan da olabilir.
Sessizlik bazen çok yoğun bir çığlıktır. Bazen insanlar en yakınınla eşinle, sevgilinle, çocuğunla bile tartışırken sessizleşir cevap vermez. O, bir şeylerin biriktiğinin göstergesidir ve eğer bir sessizlik varsa bizim yaşadıklarımıza karşı, bir haykırış, açık bir isyan olmadığını tamam bunu inkâr edemem ama bir sessizlik varsa bile bunu çok fazla yadırgayacak bir yerde değilim.
Atılmalara karşı sendikaların ciddi bir muhalefet örgütleyemediği söyleniyor. Toplum neyse bizim muhalefetimiz de aynı şeylerden mustarip. Birisi de çıkıp bana eşitlikçi, demokratik, şeffaf bir muhalif örgütlenme kültürümüz olduğunu söyleyemez. Bizim de kendi egolarımız var, bize de hayli sirayet etmiş durumda.
Nuriye ve Semih’i düşündüğümde onların eylemine çok büyük saygım var. Direnişlerine, kararlılıklarına diyecek bir şey yok. Ama ben bir siyaset yapma biçimi olarak insanların hayatlarını, bedenlerini ortaya koyması fikrini yakın bulmuyorum kendime. Tezer Özlü’nün dediği gibi “burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesiyse” eğer ve birtakım karşıt görüşlerin de böyle hissettiğini biliyorsak bizi öldürmek isteyenlere karşı kendi bedenlerimizi ortaya koyarak tehdit etmek bana biraz çelişkili geliyor. Ben inadına hayata bağlanarak, inadına yaşayabileceğimizi yerlerde bunun bir anda filizlenerek değil tohumlar atarak, uzun vadede sonuç alabileceğimizi düşünecek kadar naif bir insanım ya da salak, ne dersen de.
Annem aradı. “KHK yayımlanmış” dedi. Kitap okuyordum zaten. Biz Cuma günü bekliyorduk KHK’yı, zaten bir KHK’nın çıkacağı konuşuluyordu, bunun eli kulağında olduğu. Baktık ismimizi bulduk ve hani kronikleşmiş bir hastalıktan ölüm döşeğindeki bir yakınını kaybetmek gibi. Biliyorsun bekliyorsun falan, sonra yaşanınca e şimdi ne olacak? O sırada tren de ray değiştirirken sallanır ya. Allahtan yolumuz belli.
Atılmadan bir plan yapmıştım tabii, şöyle yaparım, böyle yaparım, şunu yazarım falan. Zaten şu anda hayata geçirdiğimiz kütüphane projesi aylardır benim aklımda dönen bir fikirdi . Çünkü bizim arkadaşlar yurtdışına giderken hepsinin kitapları kolilerde duruyordu. Öğrencilere vermek, dağıtmak, eve götürmek isteyenler vardı. Ama kütüphane açacağız, öyle ya da böyle açacağız diyorduk ve yer bakıyorduk. O akşam, KHK akşamı arkadaşlar geldi bize. Otururken biz kütüphaneyi, nerede açabiliriz onu konuşuyorduk. Şurada benim bir tanıdığın yeri var, burada benim yerim var, şöyle yapabiliriz, burası pahalı falan gibi. 10 gün sonra yeri tutmuştuk biz. Ben hala bir de hobi olarak sosyal bilim yapıyorum. Günü böldüm, erken kalkarım sabah çalışırım ben zaten. Bediz yatar ben kalkardım genelde o gececi ben şafakçıyımdır. Sabahları yine erken kalkıyorum, okuyorum, yazıyorum 10-11’e kadar. Sonra çıkıp esnaflık faaliyetlerinde bulunuyorum. Biz şimdiye kadar bir limon bile satmamış insanlar olarak zor tabii para almak para vermek falan. Alışacağız ama buna da.
Birtakım nöbetçi kütüphaneler var, böylesi çalışma alanları gitgide yaygınlaşıyor, kitap kafeler daha ziyade. Ama bizim birkaç avantajımız var. Birincisi bizim elimizdeki kitaplar kayda değer bir kitaplık oluşturuyor. Öyle herhangi kitaplar da değil, hani uzmanlaşmış her yerde bulamayacağın önemli kitaplar. Mesela şimdi Amerika’da, Fransa’da hatta İstanbul’da bile olsan bu kadar kitabın olmaz çünkü onu bulabileceğin bir kütüphane vardır mesela Boğaziçi, Bilkent üniversite kütüphaneleri gibi. Bilirsin orada olduğunu. Ama Mersin’de biz iyi bir şey çıktığında almak zorundayız. İlla hepsini de okumuş değiliz belki ama biliyorum yazı yaparken acil bir anda ona başvurman gerekir. Mersin’de olan herkes önemli kitaplıklar yaptılar, hem arşiv açısından hem gündem açısından. Bu birinci avantajımız. Orada hatırı sayılır sayıda ve nitelikte kitaplarımız var. Ve bu kitaplar daha çok sosyal bilimlere dair kitaplar. Arkadaşlar da sağolsunlar devamlı kitap yolluyor. Dolayısıyla orası gerçekten bir kütüphane.
İkinci nokta şu. Türkiye’de belki de pek de öyle bir imkan olmadığı için pek yaygın değil, ama yurtdışına ihtisas isteyen çalışmalar genelde kütüphanede yapılır. Çünkü evde çalışamazsın, öyle bir kitaplığın yoktur, fırsatın yoktur. Ben okulda odada çalışamam çünkü bir öğrenci gelir, birisi muhabbete gelir, bir iş çıkar. Dolayısıyla orada biz çalışma ortamı sunuyoruz. Sessiz, rahat; yazın serin, kışın sıcak…
Dahası, oraya dair bir başka hayalimiz kendi çapında mütevazi bir kültür merkezi olması. Dinletiler, söyleşiler, tartışma grupları olsun farklı kesimler birbirine temas etsin gibi, kamusal bir alan yaratmak derdimiz orada. Gerçekten de bu dağınık bir kent, hem mekansal olarak hem politik olarak bir temas noktası kurabilirsek ne ala. Bakacağız, alacağız boyumuzun ölçüsünü.
Bir de yenilmek de bize dair. Rilke’nin de dediği gibi. Hatıra biriktiriyoruz. Askerlik yaparken hem askerlik yaparken çok şikâyet ederler hem de sonra bütün hayatları boyunca anlatırlar ya. Biz de daha kütüphaneyi açmadan bir sürü hikâye anlatmaya başladık bile. Bir de süreci çok hoş yaşıyoruz. İşe koyulunca o kadar farklı insan ucundan tuttu ki o umut veriyor ki. Ben istiyorum ki bu hazırlık dönemi ne kadar insan tuz atabilirse o kadar kamusallaşacak o kadar güzelleşecek. Bana çok kıymetliymiş gibi geliyor. Tohum tabii bu, tutar ya da tutmaz.
Üniversiteye dönebileceğimizi düşünüyorum. Bunu ummuyorum, hayalini kurmuyorum ama eninde sonunda döneriz gibi geliyor. Türkiye tarihinde çok fazla dönüyor saplar, keserler. Elbette bu 1402’likler için 8 yıl oldu, bizimki de 10 yıl olsun, 15 yıl olsun ama sonuçta döneceğiz. Dönmek isteyecek miyiz, dönecek miyiz onu bilmiyorum ama tamam haklısınız gelin ne yapacaksanız yapın diyeceklerini düşünüyorum. Bunu bir umut olarak, hayal olarak değil ihtimal olarak söylüyorum. Oh be döndük kurtulduk demeyeceğiz. Yani ben dememeyi umuyorum. Bu süreçte bir şekilde yapabileceğimiz, üretebileceğimiz şeyler olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü hani bilimsel faaliyetlerimize de devam etmeye çalışıyoruz çünkü bizim kitapla öğrenciyle temasımız için illa da bir üniversitenin ofisine ihtiyacımız yok ki. Bizim derdimiz bu. Sadece Mersin için değil Türkiye için de yeni bir akademinin kuruluş tohumları atılıyor belki de bu süreçte.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
***
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.