Demek ki işçinin evreninden bakınca, en çetrefilli durumlarda dahi kimin yanında kimin karşısında durman gerektiği meselesini karıştırmıyor, faşizmin tuzağına diğerleri gibi düşmüyormuşsun
Demek ki işçinin evreninden bakınca, en çetrefilli durumlarda dahi kimin yanında kimin karşısında durman gerektiği meselesini karıştırmıyor, faşizmin tuzağına diğerleri gibi düşmüyormuşsun
11 Eylül’de Silivri’de görülen Cumhuriyet Davası’nın ikinci duruşması üzerine pek çok izlenim yazısı yazıldı. Üzerine konuşulması gereken pek çok ayrıntıya değinildi. Ama yazılması, tartışılması gereken daha çok şey var.
Tutuklu gazeteciler aleyhindeki bütün “delil”leri çürüten, iddianameyi yerden yere vuran sanık ve avukat konuşmaları etkileyiciydi.
Savcı ve hâkimler salonda bizlerle birlikte otururken bu konuşmaları dinlemiş miydi, dinledilerse ne kadarını dinlemişlerdi, orasını pek bilemiyoruz.
Zira duruşma sonunda savcı öyle bir mütalaa okudu, mahkeme heyeti öyle bir karar verdi ki, mütalaa yazarken ya da karar verirken sanık ve avukatları değil de başka bir yeri dinledikleri konusunda şüphe kalmadı.
Ama yine de konuşmalar boşa gitti diyemeyiz. Bu tarihi duruşmada aynı salonu sanık, avukat, izleyici olarak paylaşanlar, içeride konuşulanları anbean dışarı aktaranlar ve dışarıdan takip edenler olarak birbirimize konuştuk, birbirimizi dinledik.
Kadri Gürsel’i dinlerken içimizden bravo dedik, Ahmet Şık’ı dinlerken coştuk, Avukat Fikret İlkiz’i dinlerken şevke geldik…
Tabii bir de işin tanıklar kısmı var. Kendi adı başlı başına korkunç bir sıfat olan Cem Küçük, FETÖ itirafçısı Hüseyin Gülerce, başlarındaki kontrgerilla kliğinin “Şimdi Erdoğan’a hizmet edeceksiniz” talimatını canla başla yerine getirmeye çalışan Aydınlık taifesinden Mehmet Faraç ve Rıza Zelyut, ve bunlarla ortak bir paydada buluşup Cumhuriyet’i AKP’ye şikâyet edebilen CHP milletvekilleri, eski bakanlar, sendikacılar, hatta Cumhuriyet çalışanları…
En rahatsız edici isimler ya çağrılmamış ya da gelmemişti. Gelenlerin önemli bir kısmı da operasyon sırasında savcıya verdikleri, tutuklu gazeteciler aleyhindeki ifadelerinden bir biçimde döndü. Kimine göre savcı yanlış yönlendirmişti, kimine göre ifadeleri iddianameye çarpılarak yansıtılmıştı… Ayrıntısı önemli değil. Ama davanın geldiği aşamada çoğu tanık belli ki düştükleri utanç verici pozisyonu savunamaz haldeydi.
Savcı operasyon sırasında Cumhuriyet gazetesi içinde farklı eğilimleri temsil eden gruplar arasındaki gerilimi fırsata çevirmek istemiş, Cumhuriyet’in mevcut yönetimine mesafeli isimleri çağırarak malzeme toplamaya çalışmış, büyük ölçüde başarılı da olmuştu.
Savcı sormuş, bir kısım Cumhuriyet çalışanı tutuklu arkadaşları aleyhinde delil olarak kullanılabilecek şeyler söylemişti. Ama birinin ifadesi diğerlerinin arasında fazla sırıtıyordu.
Şükran Soner’in ifadesinden savcıya malzeme çıkmamıştı. Ya da ifade savcıya malzeme çıkmayacak şekilde verilmişti.
Şükran Soner, 11 Eylül’deki ikinci duruşmada çağrılı tanık olarak Silivri’ye geldi. Duruşma salonunun yer aldığı bina kapısında izdiham yaşanırken, basamaklara yaklaştı.
Erguvan rengi sırt çantası, bir sakatlanmadan mustarip olduğu için yaslanarak ilerlediği koltuk değneği, yeşil fularıyla, etraftaki birkaç kişiden yardım alarak kalabalığı yarıp kapıya doğru ilerledi.
Kimsenin kendinden başkasını dinlemek istemediği uzun dakikalar boyunca, “Ben tanığım, mecburen girmem lazım, çağırdılar, ‘gelmezsen tutuklarız’ diyorlar” gibi yarı şaka yarı ciddi cümlelerle geçiş için müsaade istedi.
Duruşma salonuna geçildiğinde ilk ifadelerinden dönme çabasındaki diğer bazı tanıklar, hafif mahcup bir vücut diliyle hakim karşısına çıkarken, Şükran Soner, başı dik, elini kaldırarak konuştu. Mahkeme ressamları bu anları kaçırmadı. Şükran Soner’in bir tanık olarak konuşmasını sanık olarak yargılanan arkadaşlarının konuşmalarından ayrı bir yere koymak güç.
O da bu davayı ve arkasındaki siyasi iradeyi itham eden bir konuşma yaptı. Özetle “Bu bir darbe mahkemesidir, terör suçlaması bu mahkemelerin kurgusudur, (İlhan Selçuk’un Ergenekon davasında yargılanmasını da hatırlatarak) 12 Mart’tan beri askeri ya da sivil bütün darbe mahkemelerinde aynı şey yaşanmaktadır” dedi. Sözleri daha sonra avukatlar tarafından alıntılandı.
Soner, tanıklığını yaptıktan sonra davanın geri kalanını basına ayrılan bölümde sonuna kadar izledi.
Bu ülke, son 10 yılda iki ciddi devlet içi dönüşüm ve siyasi saflaşma sürecinden geçti. İkisinde de Kürtler, sol ve Cumhuriyet Gazetesi hedef alındı.
Ergenekon operasyonlarının damgasını vurduğu ilkinde, liberaller AKP’nin “derin devlet”le hesaplaştığı ve ülkeyi demokratikleştirdiği iddiasında ve bu iddiadan hareketle muhalefetin karşısında, AKP’nin yanındaydı.
İkinci operasyon süreci de 15 Temmuz sonrası AKP’nin karşı-darbesi eşliğinde yaşanıyor; şimdi de ulusalcılar AKP’nin emperyalizmle ve işbirlikçileriyle hesaplaştığı iddiasında ve bu iddiadan hareketle muhalefetin karşısında, AKP’nin yanında.
Ne demokratikleşme ne de anti-emperyalizm adına gerçek bir adımın atıldığı, aksine yalnızca İslamcı-faşizmin kurumsallaşıp şiddetini tırmandırdığı her iki süreçte de, doğru yerde, yani muhalefetin değil AKP’nin karşısında durmasını bilenler oldu.
Bunu, demokrasiyi de bağımsızlığı da ezilen sınıfların eşitlik mücadelesinden ayrı tutmayışlarından, sınıf mücadelesini kılavuz belleyişlerinden biliyorlardı.
Şükran Soner’in yıllardır yazdığı köşesinin adı: “İşçinin Evreninden”…
Ülkedeki gelişmelere işçinin evreninden bakanlar, en çetrefilli durumlarda dahi kimin yanında kimin karşısında durmaları gerektiğini karıştırmıyor, faşizmin tuzağına diğerleri gibi düşmüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.