“2016 29 Ekim’indeki KHK ile atıldım. KESK’lileri hedef alan ilk KHK 1 Eylül’de yayımlandı. 2. liste 29 Ekim’de yayımlandı, bunlar tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum”
“2016 29 Ekim’indeki KHK ile atıldım. KESK’lileri hedef alan ilk KHK 1 Eylül’de yayımlandı. 2. liste 29 Ekim’de yayımlandı, bunlar tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum. Verilen mesajı da anlamış değilim. Niçin denk getirdiklerini anlamamakla birlikte özel günlere denk getirilmesinin tesadüfi olmadığını düşünüyorum”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada onuncu öykü Mersin Eğitim-Sen Şube Başkanı öğretmen Sinan Muşlu’nun.
29 Ekim 2016 tarihli KHK ile ihraç edilen Muşlu, “İşin doğrusu böyle bir şey geliştirilebileceğini bekliyordum” diyor ve ekliyor: “Yıllardır sendikanın içerisinde görev alan biriyim. Muhaliflerin 1 Eylül’de hedef alındığını görünce bu işin Fetullah meselesinden daha ileride, bütün muhaliflere yönelik olduğu açığa çıkınca, ister istemez herkesin bir beklentisi oluyor.”
Sinan Muşlu anlatıyor:
1972 yılında Elazığ’da doğdum. Aile, köken itibariyle Dersimliyim. Babam esnaf, annem ev hanımı. 5 kardeşin ortancasıyım. Çok okumamış bir ailenin çocuğu olarak 5 kardeş de okudu üniversitede.
Annem babam o şartlarda ancak ilkokulu bitirebilmişler. Ona rağmen biz 5 kardeş de okuduk üniversitede. Hepimizin de mesleği var, uğraşısı olduğu bir alan var. Elazığ’da büyüdüm, ilkokulu, ortaokulu, liseyi Elazığ’da okudum. Daha sonra Dicle Üniversitesi’nin önce 2 yıllık işletme bölümüne 92 yılında girdim. 95’te bitirdim. 96’da tekrar sınava girdim, bu sefer sınıf öğretmenliğini, yine Dicle’yi kazandım. 4 yıl da onu okudum. Oldu size 2000. 1 yıl da Diyarbakır’da öğretmenlik yaptım. Kulp’un Türkçe ismiyle Kayahan köyü, Kürtçe ismiyle Xwaşika köyü 2000-2001’de.
Bizim küçüklüğümüzde henüz 80’li yılların başları, 78-79’u falan gördüm hatırlıyorum, bulunduğumuz mahalle devrimcilerin de faşistlerin de olduğu bir mahalleydi Elazığ’da. Devrimcilerin yoğun olduğu Fevzi Çakmak gibi bir mahalle değildi ama devrimci çevrelerin de bulunduğu fakat hemen bir sokak sonrasında ülkücülerin, faşistlerin toplu örgütlü olarak hareket ettiği öyle bir mahalleydi. Çok sık karşılaşırdık devrimci gençlerle ülkücü gençlerin kavga ettiğine. Bazen devrimci gençler daha 7-8 yaşındayken bize yürüyüş yaptırtırlardı “Kahrolsun faşizm” diye. Ülkücü gençler de bizi kovalardı, küçük küçük taşlar atardık böyle. Yani mesela gözaltına alınan birinin tabanları patlamıştır, yürürken zorlanır onu görüyorduk. 17-18 yaşında bir insan, “Ya o niye öyle yürüyor” diye sorduğumuzda “Tabanlarını patlatmışlar” derlerdi. O politik ortamı bu yönüyle küçük yaşlarda hissettik zaten. Bir apartman yapılırdı, dış sıvası falan biterdi, oturulur hale gelirdi, insanlar gelirdi. İkinci gün bir kalkardık yazılama yapılmış, tüm duvarlar gitmiş. Devrimci örgütlenmeler oralara yazılamalar yapmış.
80 dönemini de hatırlıyorum tabii, biraz o dönemi ağır geçiren yerlerdendi. 12 Eylül havasını orada hissedebiliyorduk küçük yaşta olmamıza rağmen. Tabii ister istemez büyümeni ve şekillenmeni etkiliyor.
1985-86 gibi liseye başladım. O dönem 80 öncesi gibi ciddi anlamda politik ortamlar yoktu. Artık yeni apolitik kuşakların yetiştirilmeye çalışıldığı bir dönemdi. Ben ülkücü camianın çok baskın olduğu bir lisede okudum. Elazığ Teknik Meslek Lisesi. Ama bizim gibi sola, sosyalizme ilgi duyan öğrenciler de vardı. Yoğun şekilde birbirimize kitap alır verirdik. Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar kitapları. O dönem Grup Yorum furyası, Ahmet Kaya furyası yeni çıkmıştı. Kasetler alır verirdik, okurduk, küçüktük, kavgalar dövüşler de belki yaşanırdı ama çok yoğun politik bir ortam yoktu işin doğrusu.
Ailem CHP’liydi. Fakat aile içerisinde, uzak akraba diyelim, çeşitli sol çevrelerden insanlar vardı. Onların cezaevinden çıktığı görüntülerini o küçüklük halimle hatırlarım. Derler ya işte aslan gibi giren adam bir deri bir kemik bembeyaz çıkmış diye, o şekilde. Öyle gördüğüm çeşitli aydın, ilerici, sosyalist akrabalar vardı ama çok yoğun bir politik aile ortamında değildim işin doğrusu.
Esas politikleşmeyi, o küçüklükten gelme etkilenmelerin de payıyla kendi okumalarım üzerinden yaptım diyebilirim. Yeni çıkan haftalık sosyalist gazeteler var, onları takip etmeyi severdim. Hemen hemen her kesimin gazetesini alırdım okurdum. Lenin’i Marks’ı okumaya çalışırdım, çok zorlardı. “Lan bu Lenin’i nasıl okuyorlar” derdim mesela. Anlayana kadar 2-3 defa sözlüklere bakardım. Anlamazdım bir kenara koyardım, ileride tekrar okurum derdim. İleride de tekrar okudum o da ayrı bir şey. Hani böyle kendi yolumu zihnimi yaratmaya çalıştım diyebilirim. Mesela liseyi bitirmeme rağmen, Elazığ’da biraz kahve kültürü vardır şimdilerde kafeterya kültürü gibi, gidip oturduğumuz kahvede üniversite öğrencileri vardı. 80 dönemini 17-18-19-20’li yaşlarda atlatanlar vardı. Her biri değişik sol anlayışa sahipti. Benimle de çok ilgilenirlerdi. Bana kitap verirlerdi, şiir kitapları verirlerdi, çeşitli tartışmalar yürütürlerdi. Ama buna rağmen hiçbirinin etkisinde kalmadım. Hepsini dinlerdim, tartışmaya katılırdım. Çok da fazla bir örgüt yoktu o zamanda, öğrenci eylemlerinin yeni yeni olduğu dönemler. Fırat Üniversitesi’nde Halepçe Katliamı’nın anması oldu, 30-40 kişiyi gözaltına aldılar, bunların 20-30 tanesini tutukladırlar. Bu mesela çok ciddi anlamda ses getirdi o zaman. Yıllar yıllar sonra Fırat Üniversitesi’nde böyle böyle eylem olmuş gibisinden. Gerçekten çok farklı kesimleri okumayı severdim. Mahir Çayan’ı da okurdum, İbrahim Kaypakkaya’yı da okurdum, Marks’ı, Lenin’i de okumaya çalışırdım, Kürt siyasal hareketinin değerlendirmelerini de takip etmeye çalışırdım. Hatta karşıt görüşlere de bakardım, İslamcı çevrelere de bakardım, milliyetçi çevrelere de bakardım. Onların çeşitli yazılarını da okumaya çalışırdım. Tabii bu çok geniş bir silsile. Çok aşırı bir okuma dönemim de oldu doğrusu. Yeri geliyor sabah 3-4’e kadar okuyordum. Liseden mezunsun, üniversiteyi daha kazanmamışsın evdesin zamanın var, iş yok çalışmıyorsun falan. Bu yoğun okuma döneminde dediğim gibi teorik anlamda ideolojik anlamda bir politikleşme oldu.
Ama pratik anlamda politikleşme, örgütlenme falan olmadı o dönemde. Çok da yoktu zaten. Üniversitede de işin doğrusu yine kafamda şekillenen siyasi bir düşünce, değerlendirme yöntemi vardı fakat kolay kolay özel bir örgütün içerisine girmedim. Ama hiçbir öğrenci eylemini de kaçırmadım, tüm öğrenci eylemlerinde oldum. Yeri geldi dayak da yedik ama çok sıkı bir örgütsel çalışma, öğrenci derneği de yoktu zaten o dönem, ilişiğim çok olmadı. Fakat öğrencilik dönemimin sonuna doğru özellikle Dicle Üniversitesi’nde öğrenci derneklerinin kurulması çabasına ilişkin küçük küçük katkılar oldu diyebilirim. Ama şöyle bir tarafım da vardı. Daha henüz üniversitede öğrenciyken çeşitli seminerlere katılırdım hatta bizzat seminer verici de olurdum. Mesela üniversitedeyken Eğitim-Sen’den seminer veren bir durumun içinde oldum. Eğitim-Sen’den arkadaşlar katılmamı ve belli bir konu üzerinde sunum yapmamı istediklerinde henüz üniversite öğrencisiydim. Tabii bir de tanıyordum, onlar da beni tanıyordu. Mersin’deki gibi bir tanınırlığımız vardı o dönemde hem öğrenci çevresinde, hem sendika çevresinde hem sol siyasal çevreler içerisinde bilinir bir yüzdük o yıllarda. Son döneme doğru sendika mücadelesi içerisinde yer almam gerektiğini düşündüm, kafama koydum. Mesela okulun son sınıfında daha çok bir Eğitim-Sen üyesi gibiydim. Sınıf öğretmenliği okurken, 2000’li yıllara doğru, okul dışında Eğitim-Sen’e giderdim otururdum. İşin doğrusu hemen mezun olayım, öğretmen olayım gibi bir hevesim de hiçbir zaman olmadı. Ama gidişat o yöndeyse onun biraz örgütlenme ve demokratik mücadele yönüne odaklandım. Atanır mıyız bir an önce, şu kadar maaş alır mıyız, bizi şuraya gönderirler mi gibi bir arayışım olmadı açıkçası. Öyle bir heyecanım olmadı. Heyecanım daha çok o alanın demokratik örgütlenmelerindeydi. O dönemde mesela Eğitim-Sen’in yaptığı eylemlere de gidip katılırdım.
Bir fiili üyelik yoktu ama şöyle bir şey oluyor. Şimdi insanlar birbirlerini tanıyor. Diyelim ki üniversite öğrencilerinin dahil olması gereken bir komisyon kurmak istiyorlar, çalıştay var veya o konuya ilişkin bir çalışma yürütülecek, haberimiz oluyordu bize haber gönderiyorlardı ya gelin bir görüşelim diye. Gidiyorduk, diyorlardı “böyle böyle bir çalışma var, görev almak ister misiniz?” O tür ilişkilerimiz vardı. O tür fiili, pratiğe ilişkin diyaloglar oluyordu.
Daha sonra öğretmenlik başladı. Tayinim de şansıma oraya çıktı, Diyarbakır’a. 2000’in eylülünde başladım. 17 yıllık öğretmenim. Yaş itibariyle ilk hak ettiğim dönem başlasaydım 90-91’li yıllarda belki şimdi emekliliği gelmiş bir öğretmen olacaktım. Ama o dönem istemedim, öğretmenlik gibi bir isteğim olmadı. Yıllar sonra döndük dolaştık, öğretmenliğe geldik. 2000’in eylülünde öğretmenliğe başladım, o dönemde de Eğitim-Sen’le hep iç içeydim. Çok uzak bir köye vermişlerdi beni, Kulp’un köyüne vermişlerdi. Diyarbakır’ın şehir merkezinden yaklaşık 3 saat uzaklıktaydı. Silvan üzerinden gidiliyordu Diyarbakır’da olmasına rağmen. Stajyer öğretmendim, stajımı tamamlamamıştım ama ben Eğitim-Sen yayınlarını Kulp’a götürürdüm. Diyarbakır’a gittiğimde alırdım. Eylemlerine katılırdım. Hafta sonları Diyarbakır’a giderdim. Zaten öğretmenliğe başladığım ilk gün gidip üye oldum. Daha sonra mesela stajyerliğe başladığımızda şehir merkezinde 1-2 hafta temel eğitim veriyorlardı. Tam o dönemde bütün stajyerler bir araya toplandığında Eğitim-Sen de üye kampanyası başlatırdı. Bizzat ben orada en az 40-50 kişiyi üye yapmışımdır, onların üye formlarını kendim doldurmuşumdur. Kendim de daha yeni öğretmen olduğum halde.
Tabii ben o dönem evliydim, çocuğum da vardı. Üniversite öğrencisiyken evlendim. Eşim çalışıyordu. Ben mezun olduğum yıl ilk oğlum dünyaya geldi, o zaman mezuniyetime 2-3 ay vardı. Onlardan uzakta 1 yıl geçirdim, daha sonra eş tayiniyle buraya Mersin’e geldim. Geldikten 1 yıl sonra da, henüz askerliğimi yapmamıştım. Gelir gelmez zaten burada sendikayla bağlantılarımızı geliştirdik.
Öğrencilerle ilk yıllarda verimli bir öğretmen olduğumu söyleyemem işin doğrusu. İlkokul öğretmeniydim o dönem için, branşa daha sonra geçtim. Hani ben biraz sendika işlerine çok düşkün bir adamım çalışma olarak. İşin doğrusu ilk yıllarım açısından zaten biraz da tecrübesiz bir öğretmen olarak zorlandığımı söyleyebilirim. Çok başarılı bir öğretmen olduğumu söyleyemem ilk dönemler için. Ama elden geldiğince, çabalıyorduk. Bütün sendika faaliyetlerine katıldığım zaman işyeri gezilerine falan biraz orayı aksatabiliyordum. Zaten 1 yıl sonra da askere gittim. Askere gidip geldikten sonra da yine aynı okulda devam ettim. İşyeri temsilciliğine de devam ettim.
Daha sonra orada gerici örgütlenmenin ilk ayak sesleri gelmeye başladı. Cami imamlarını din dersine sokma girişimleri başladı. O dönem benim bulunduğum okulda böyle bir uygulamaya geçmek istediler, ben karşı çıktım. Buna müdahale etmeye çalışınca da norm kadro fazlası çıkartmaya çalıştılar beni. Özellikle oradaki köylüler buna çok ciddi tepki gösterdi. Yani bir öğretmeni açığa çıkartıyorsunuz ama bir başka yerden de cami imamını getirip derse sokuyorsunuz. O dönemin Cumhuriyet Gazetesi’ne falan da yansıdı. O zaman sendika yöneticisi falan değildim, işyeri temsilcisiydim. Bu gelişmeler olunca oradan beni şehir merkezine sürdüler. Bir yıl orada geçici görevde çalıştım. Bir yıl sonra dedim ki tekrar “Ben bu okuldan ayrılmayacağım siz beni sürgün yaptınız ama, bu geçici görevlendirme bittiğinde de tayinimi başka bir yere istemeyeceğim.” Gittim oraya.
İmamlar derse gelmediler. Engellendi ama şöyle. AKP iktidarının ilk zamanlarıydı o dönemler. AKP iktidarı her atılan adıma karşı geliştirilen reflekse yeni bir refleksle cevap veriyordu. Biz onu milli eğitim yönetmeliklerine de dayandırarak engelledik. Bu kez yeni bir şey çıkardı. Üniversite mezunu olan cami imamlarının boş geçiyorsa dersler bu derslere girebileceği şeklinde bir madde geçirdi bu sefer. Tabii bu hukuksal davalara konu oldu. Davalar açıldı, iptal edildi. Bu iptal edilince AKP bunu iptal gerekçelerine göre yeniden düzenledi ve hep böyle böyle geliştirdiler.
Bu arada bizim Mersin Eğitim-Sen içinde tanınırlığımız biraz daha artmaya başladı, çünkü aktif bir üyesiydim, komisyonlarda yer alan, üye toplantılarında katılım gösteren, söz alan, öneri yapan, yaptığı öneride de görev alan hani öneri yaptı çekti gitti değil, yaptığı önerinin de içerisinde yer alıp sorumluluk alan bir üye profili çizince tabii ister istemez dikkat çekiyorsunuz. Buraya gelişimin 3. yılı askerlikten sonra geldiğimin 2. yılındaki kongrede şube sekreteri olarak seçildim. 2005 Mart’ındaki kongrede. O dönem Orhan … şube başkanıydı ben şube sekreteriydim. Fakat o vatandaş 6 ay sonra kendi örgütüne ihanet etti, şube başkanı olduğu bir örgütün altını oymaya çalıştı ve Eğitim-İş örgütlenmesinin içinde olduğunu öğrendik. Özellikle bizim ilçe örgütlenmelerimizin hepsini, biraz şube başkanlığını da kullanarak altını boşalttığını özellikle Mut’ta Anamur’da vb yerlerde üyelerimizin Eğitim-İş’e geçtiğini öğrendik. Bizim örgütümüzden neredeyse yarı yarıya Eğitim-İş’e geçtiler, çok ciddi bir güç kaybettik. O istifa edince, istifa etmeden önce biz hakkında disiplin suçu başlatıp görevden aldık aslında. O da zaten sendikadan istifa edip Eğitim-İş’e geçti. Daha sonra yeni görev dağılımından Ünsal arkadaşım, daha sonra sendikamızda genel başkanlık da yapan arkadaşımızı şube başkanlığına getirdik. O şube başkanı ben şube sekreteri. 2008’e kadar bu yürüdü.
2008’deki kongrede bu kez mali sekreter olarak seçildim. 2. defa kongre sonucunda yönetime seçildim, yönetimde de mali sekreterliği üstelendim. 2008-2011 arası da böyle gitti. Tabii bu arada sendikada eylem etkinliklerimizden dolayı birçok davaya konu olduk, hakkımızda birçok soruşturma, dava açıldı. Bazı zamanlar her hafta güvenlik şubede ifadeye gidiyorduk, yani yaptığımız her açıklamada ifadeye çağırıyorlardı. 2011-2014 arasında KESK genel meclis üyeliği yaptım. Bizim tüzüğümüzde iki dönem üst üste bir organda görev alırsanız aynı organa üçüncü kez aday olamazsınız. Ben iki dönem Mersin Şube’de görev aldığım için 3. dönem Mersin Şube’de aday olamıyordum fakat ben sendikal mücadeleden de çok kopmak istemedim. Sendikal mücadelenin bir şekilde bir yerinde olmak istedim. Arkadaşlarımın da önerisiyle KESK Genel Kurulu’nda KESK Genel Meclisi’ne aday olduk. Ve KESK Genel Meclisi o zaman yeni kurulan bir organdı, genel meclis oluşturuluyordu, o meclise girdim. 3 yıl da meclis üyeliği yürüttüm. Meclis üyeliği yürüttüğüm dönemde de özellikle daha önceki yıllarda Mersin’de yürüttüğümüz sendika hareketleri, toplantılar, basın açıklamaları, yürüyüşler biraz politik dosyaların içine dahil edildi. O dönem Fetullah Gülen ve cemaatini göklere çıkaranlar, bugün “Fetöcülerin kumpası” diyorlar ya esas o dönemde bu cemaat örgütlenmesinin bütün muhalif kesimlere dönük davaları, açtığı dosyaları vardı. Bizi de böyle bir dosyanın içerisine attılar. Dosyada da koydukları şeyler hep bizim sendikal eylem etkinliklerimiz, basın açıklamalarımız ve platform toplantıları. Platform toplantılarına ilişkin kayıtlı ortam dinlemesi yapmış bilmem ne, senin KESK’in Eğitim-Sen’in yürüyüşünde fotoğrafını çekmiş. O davadan kaynaklı 7 aylık bir cezaevi süreci yaşadık.
Cezaevinden çıktıktan sonra KESK Genel Meclisi üyeliği faaliyetlerimiz devam etti. 2014 Mart’ında Mersin Eğitim-Sen kongresinde tekrar aday oldum. Bir dönem araya girdiği için tekrar buraya aday olabildim. 2014 kongresinde seçildik yönetim kuruluna, yönetim kurulunda da arkadaşlar bizi şube başkanı olarak görevlendirdiler. 2014-2017 arası şube başkanı olarak görev yaptım. 2017 Mart’ında da yeniden kongreye gittik, adaylığım devam etti ve seçildik.
2016 29 Ekim’indeki KHK ile atıldım. KESK’lileri hedef alan ilk KHK 1 Eylül’de yayımlandı. 2. liste 29 Ekim’de yayımlandı, bunlar tesadüf olmasa gerek diye düşünüyorum. Verilen mesajı da anlamış değilim. Niçin getirdiklerini anlamamakla birlikte özel günlere denk getirilmesinin tesadüfi olmadığını düşünüyorum.
İhraç edildiğimi gece öğrendim. Yoğun sendika faaliyeti olunca, şube başkanlarıyla sürekli haberleştiğimiz teknolojik ortamlar var. Önce bir KHK’nın yayımlandığı haberi geldi. Arkadaşlar akşam saatlerinde yeni bir KHK yayımlandığını haber ettiler. Mersin’de Eğitim-Sen’den atılan ilk grup biziz. 10 kişiydik. Benden önce atılan olsaydı vicdanen çok rahatsız olurdum. Evdeydim. Balkondaydım sanırım, sigara içmek için çıkmıştım. Sigara içmek için insan balkona çıkınca ister istemez teknolojiye sarılıyor, haberlerde ne var falan filan. O arada son dakika haberi yeni KHK diye, o sırada da arkadaşlardan mesaj geldi yeni KHK yayımlanmış. Ama detaylar az sonra falan diyor, isimler henüz yayımlanmamış. Bir müddet sonra liste geldi. Biri, “Hocam üzgünüm ama listede sen de varsın” demeden zaten kendim girip gördüm listeyi, bizden biri var mı, şubemizden kimler var diye. Kendimi de hangi arkadaşlarımızın olduğunu da gördük.
İşin doğrusu böyle bir şey geliştirilebileceğini bekliyordum. Yıllardır sendikanın içerisinde görev alan biriyim. Muhaliflerin 1 Eylül’de hedef alındığını görünce bu işin Fetullah meselesinden daha ileride, bütün muhaliflere yönelik olduğu açığa çıkınca, ister istemez herkesin bir beklentisi oluyor. Ben daha çok arkadaşlara nasıl haber vereceğim üzerine bir sıkıntı yaşadım. Şubemizden arkadaşlar var, yönetimde birlikte olduğumuz arkadaşlar var.
Çocuklara söylediğimde tabii önce anlam veremediler. Büyüğü biliyor, lisedeydi. Küçüğü daha ilkokulda. Hani ihraç nedir gibisinden, onu henüz düşünecek durumda değil. Ama özet olarak bir müddet öğretmenlik yapamayacağımı, işe gitmeyeceğimi falan söyledim. İşin doğrusu daha farklı şeyler olur mu olmaz mı diye psikolojik olarak da hazırlanıyorsun. Tutuklama da olabilir yani ihraçlara dönük çeşitli şeyler yapabilirler diye, onun da altyapısını hazırlamaya çalıştım. Daha sonra nasılsa öğrenecekler, haber vereyim diye birkaç üye arkadaşa haber verdim. Dedim “KHK yayımlanmış, bizler de varız, hocam sen de varsın haberin olsun” diye. Ertesi gün de zaten arkadaşları toplantıya çağırdık. Bir de ben facebook sayfamda bunu duyurdum. Facebook sayfamda duyurunca bayağı bir yayılmış bu, paylaşılmış. Bir de baktım 250 küsur destek yorumu. O arada ben yoğun görüşme içerisindeyim tabii, ertesi gün baktım bayağı yorum falan var, yayıldı. Sonra değişik şubelerden beni arayanlar var, şube başkanı arkadaşlar, genel merkez yöneticilerimiz, emek demokrasi partilerinden arkadaşlarımız, yereldeki basın mensubu arkadaşlarımız. Daha sonra burada Mersin milletvekillerinin de katılımlarıyla basın açıklamaları falan gerçekleştirdik. Katılım fena değildi basın açıklamalarına, destek için gelen insanların sayısı fena değildi.
Ailem beni biliyor, alışkınlar zaten. Ben direkt eşime seslendim, “Yeni KHK yayımlanmış ben de varım” diye. Ondan sonra yani öyle çok aman nasıl söylerim nasıl yaparım gibi çok şeyim olmadı. Çünkü önceden de birlikte birçok zorluğu yaşamış bir aileden söz ediyoruz. Benim üniversiteden bu yıllara kadar birçok koşuşturmalar içinde olduğum biliniyor, sendikalarda görevler aldım, başımdan geçen bir sürü soruşturma, cezaevi falan. Öyle bir zorlanma olmadı.
Aileme söylerken değil, benimle birlikte ihraç edilen arkadaşlara ilk duyuruyu yaparken biraz zorlandım onu belirtebilirim.
İşyerinde çok ciddi anlamda destek mesaj aldım. Herkes üzüntülerini belirtti ve uzunca bir süre arkadaşlar benimle birlikte olmaya çalıştılar. Hemen herkes çok üzüldüğünü söyledi. Okuldaki Türk Eğitim-Sen’li arkadaşlar da gelip çok üzüldüğünü söyledi. Okul yöneticileri de üzüntülerini belirttiler. Hatta herkesin ortak kanısı bize karşı bir haksızlık olduğu yönündeydi. “Hocam siz bunu hak etmediniz” şeklindeydi. Buna yandaş sendikanın üyeleri de dahil, Türk Eğitim-Sen üyeleri de dahil. Bulunduğum ortamda diyaloglarım iyidir. İnsan ilişkileri sosyal ilişkileri anlamında.
Akrabalarımızdan veya komşularımızdan öyle bir olumsuz tepki kimseden almış değiliz.
Ben kişi olarak bireysel eylemleri çok doğru bulmam, istediği kadar radikal olsun. Bir örgütsel faaliyet içindeyseniz tepkinizi, eyleminizi örgütsel yapmanız gerekir ve esas amaç da kitlesel düzeyi yakalamaktır. Var olan haksızlık bireysel haksızlık değildir. Var olan haksızlıklara karşı tepkiyi, hak arayışını da kitlesel bir tepki oluşturacak şekilde yapmak gerekir. O yüzden ben kişi olarak gidip bir okulun önünde oturmayı, bir parkta tek başıma oturma eylemi yapmayı çok doğru bulmadım. Örgütsel organlar içinde otururuz konuşuruz ve en etkili eylem biçimi nedir diye, kamu emekçilerini nasıl katabiliriz diye. Mesele biraz kamu emekçilerini kitleye katabilmektir.
Bu konuşuldu tartışıldı ve genel merkezimize çeşitli öneriler sunuldu. Genel merkezden gelebilecek eylem etkinliklerinin hayata geçirilebilmesi, hukuksal mücadelenin yürütülebilmesi, kitle hareketini yaratabilme çabasıyla bir mücadele yürütülmesi ve bir de diplomatik anlamda valilikle, milli eğitimle, bakanlıklarla uluslar arası sendikalarla görüşülmesi kararları alındı.
Dayanışma alanının örgütlenmesinde biraz şanslıydık. Mersin’de ‘barış için imzacılar’ vardı biliyorsunuz, akademisyen arkadaşlar. KHK ile değil, barış için imzacılar oldukları için üniversite yönetimi çeşitli bahanelerle onlarla ilişkilerini kesiyordu. Buradan Mersin’den genel merkezimizle yaptığımız görüşmeler, yine o arkadaşların eleştirileri üzerine artık bunun bir ihtiyaca dönüşebileceğini hissettik. Genel merkezle çalışmalar üzerine bir dayanışma hesabının oluşturulması ve tüm Türkiye çapında bir dayanışma hareketinin üyeler üzerinden gerçekleştirilmesi üzerine çalışma başlattık. Yani öncesinde biz burada başlatmıştık zaten akademisyen arkadaşlar için. Yaptığımız konserlerde ortaya çıkan gelirlerin tamamını o arkadaşlara aktarmıştık. Daha sonra sendikamız dayanışmayı genişletti, büyüttü ve merkezi bir dayanışma hesabı kurdu ve tüm Türkiye’den bütün şubelerden artık yapılacak etkinlikler ve dayanışma çalışmalarının orada o merkezi havuzda birikmesi sağlandı. Ve aslında örnek bir şekilde de şu anda bile o dayanışma üzerinden çıkan tablo ile sendikamız bizlere, ihraç olmuş arkadaşlara ekonomik destek sunuyor. Son günlerde rakam düştü biraz. Ama rakam düşse de gücü oranında o dayanışma devam eder. İlk şoku atlatmada, ilk borçları kapatmada çok yardımcı oldu.
KESK’e karşı yeterince direniş örgütleyemediği yönünde çeşitli eleştiriler var. Ama eleştiri yapanların KESK’in binde biri kadar hareket geliştirdiğini kimse bana söyleyemez. KESK kadar sokakta olan başka bir örgüt var mı acaba Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana. Var diyenin bana göstermesini isterim.
Tesadüf, bölge yürüyüşünü 15 Temmuz’da Ankara’da tamamladık, 15 Temmuz gecesi ben Ankara’daydım. Canlı izledim bizzat gördüm.
15 Temmuz Türkiye açısından bir kırılma noktasıdır. Belki tesadüf, o dönem bizim yürüyüş kolumuz vardı. Soruşturma, sürgün ve kadrolaşmaya dönük Manisa’dan, İzmir’den, Eskişehir’den, Bursa’dan Ankara’ya kadar süren. 15 Temmuz günü Bakanlık önünde eylemi basın açıklamasıyla bitirdik. Hatta biz ertesi gün bunun ciddi bir haber olacağını düşünüyorduk. Çok yoğun bir basın ilgisi vardı. Çok yoğun bir milletvekili ilgisi vardı. Çok yoğun bir kamu emekçisi ilgisi vardı. Fakat gece darbe oldu.
15 Temmuz’dan sonra OHAL ilan edilmesiyle Türkiye bambaşka bir atmosferin içine girdi. O günden bugüne KESK’in eylemlerine bakın bakalım. KESK sokaktan ayrılmadı gücü oranında. Kitleyi açığa çıkartmak için çaba sarf etti. Yoksa üç tane MYK üyesi gidip bir yerde oturma eylemi yapabilirdi. Ama bu Türkiye’de hiçbir şeyi değiştirmezdi. Amaç zaten bir kitle hareketini ortaya çıkartmaktı. Biz ihraçlardan sonra İstanbul-Ankara yürüyüşü yaptık. Dünya kadar saldırıya maruz kaldık, dünya kadar arkadaşımız gözaltına alındı. Sendika binalarından çıkartılmamaya çalışıldık. Arkadaşlarımız İstanbul’dan çıkartılmamaya çalışıldı. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yaptığı yürüyüş gibi, KESK İstanbul’dan Ankara’ya Aralık’ın soğuğunda eylem koydu. Ama İstanbul’dan şube binalarından çıkmaya çalıştığında çok yoğun bir polis saldırısına maruz kaldı. Birçok arkadaşımız gözaltına alındı. Fakat bu hiç kimseyi tatmin etmiyor.
Hangi tür eylemler düşünülüyor mesela daha büyük muhalefet için? Ve şunu sormak gerekir: KESK’i eleştiren çevreler, sendikal ya da siyasal çevreler olsun kim ne yapmış Allah aşkına? Kim hangi eylemi örgütlemiş? Açlık grevi hariç. Onu ayrıca değerlendireceğim. CHP bile en son noktasına geldiğinde Ankara-İstanbul yürüyüşünü başlattı. Ana muhalefet partisi, sosyal demokrat bir parti, en son kendi milletvekili tutuklandığında ‘herkes için adalet’ dedi. Ama ondan önce KESK her hafta eylem yapıyordu. Her hafta sokakta, OHAL’in baskısı altında basın açıklamaları yaptık. Anayasal hakkımızdır, ‘herkes şiddete başvurmadan toplantı ve gösteri yapabilir’. Ama OHAL bunun önüne engel koydu. ‘Valiliğe başvuru olmadan eylem yapamazsınız’ dedi. Birçok basın açıklamamız bu şekilde engellendi. Buna rağmen eylem ve etkinlikler gerçekleştirmeye çalıştık. Şimdi Türkiye’deki sol-sosyalist çevreler KESK’i eleştiriyorlar. Eyvallah. Sen de bir siyasal çevresin, ne yaptın bir anlat biz de bilelim. Ankara’nın göbeğinde iki gün oturma eylemi mi koydun, Kızılay’a yüz binleri topladın biz mi gelmedik? Eleştiriyorsan, eleştirdiğin şeye karşı bir eylem de örgütleyeceksin.
“Canı yanan, ihraç edilenler sokağa çıksın” deniliyor. Dört bin KESK’li sokağa çıksa bu eleştirenler tatmin mi olacak? Bu Türkiye’de neyi değiştirir? Tunceli halkıyla birlikte üç gün sokaktan çıkmayan örgüt kim? Eğitim-Sen. Hatay’da günlerce sokakta eylem yapan örgüt kim? Eğitim-Sen. Birileri sürekli eleştiri yapmayı kendine iş edinmiş. Doğru bir tutum değil. KESK’in yönetiminde varlarsa ‘KESK çok başarılı’, yönetimde yoklarsa ‘vur yumruğu indir’. Doğru bir tutum değil bu.
Nuriye ve Semih’in açlık grevlerinde KESK yöneticilerinin duyarsız davrandığı, yanlarına bile uğramadığı söyleniyor. Elbette yanlarına gidilmeliydi, dayanışma mesajı verilmeliydi.
KESK’in ve Eğitim-Sen’in karar alma mekanizmaları var. İşyeri temsilciliklerinden başlar Genel Meclis’e kadar gider. Oraya eylem önerileri gider ve orada kararlar alınır. Eğitim-Sen’in de KESK’in de bireysel eylemler yapmak yönünde aldıkları bir karar yok. Açlık grevi yapmak gibi bir eylem hattı yok. Bireysel eylemler örgütün, KESK’in kendini inkârı olur. Kitle eylemini, kitleleri eyleme geçirmeyi hedeflemelidir. Dört duvar arasında değilsiniz, eliniz kolunuz bağlı değil, yapabileceğiniz pek çok eylem var.
Bu arkadaşlarımız kendi iradeleriyle, kendi bireysel kararlarıyla bu eylemi gerçekleştirdiler. Eleştirmekle birlikte büyük bir saygı duyduğumu belirteyim. Büyük bir iradedir, büyük bir inançtır. Ama benim benimsediğim bir eylem-etkinlik türü değildir.
Şubeler bu arkadaşların eylemine güç vermek için ellerinden geleni yaptılar. Mersin’de üç gün yaşam hakkı nöbeti tuttuk. Tek gündemimiz Nuriye ve Semih’ti. Taleplerinin kabul edilmesi ve yaşam haklarının verilmesi için çaba gösterdik. Her hafta cumartesi günleri basın açıklamaları yaptık ve ana gündem arkadaşlarımızın taleplerinin kabulü ve yaşam haklarının güvence altına alınmasıydı. Arkadaşlar gözaltına alındığında, tutuklandığında ilk tepkileri yine biz verdik. Şu olmaz mıydı sembolik olarak genel başkan gidip eylemlerine orada destek veremez miydi? O noktada da duyduğumuz bu arkadaşların biraz tavırlı olduğu yönündedir. Örneğin Bakanlık’la yapılan görüşmede KESK yetkilileri bu arkadaşlarımızın taleplerinin bir an önce kabul edilmesini istediğinde, toplantı çıkışı bizzat aranarak tepki gösterilmiştir. “Bizim adımıza konuşma yetkiniz yok, yaptığınız etik değil” denilmiştir. Durum böyle olunca da birlikte görüntü verme pozisyonu gelişmedi.
Sonuçta arkadaşlarımız kendi iradeleriyle yaptığı bir eylem bu. Bireylerin iradesiyle konfederasyonlar yürümez. O zaman iki-üç kişi eylem kararı alır, konfederasyonlar onun arkasına takılır. Böyle bir eylem doğru olmaz.
KESK’in her eylem ve etkinliğinin ilk talebi Nuriye ve Semih’tir. Yetkililerle yapılan her görüşmede öncelikle onların taleplerinin kabul edilmesi ve yaşam haklarının garantiye alınmasını istemektedir. KESK bunu öncelikli söylüyor. Ama KESK Başkanı’nın, yöneticilerinin açlık grevine girmesi söz konusu olmaz.
Komisyona geri dönüş için yapılan başvurulardan olumlu bir beklentim yok. Beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu komisyon niçin kuruldu ona bakmak lazım? Önce İdare Mahkemesi’ne başvurduk, karar ‘yetkisizsiniz’. Bölge idare mahkemelerine başvurduk onlar da aynı şeyi söyledi. Danıştay’a AİHM’ye başvuracakken bir KHK ile komisyonu kurdular. Burada Avrupa’nın da ikiyüzlülüğünü görmek gerekir. Nuriye ve Semih için verdikleri kararda da ikiyüzlülüğünü gösterdi AİHM.
Komisyon altı ayın son günü kuruldu. Oyalamak için kuruldu. Başvurunu ne zaman gündeme alacak belli değil. Bu komisyonu zaten beni ihraç eden adam kurmuş. Nasıl objektif karar verecek? Tam anlamıyla hak arayışının önünü kesmek, geciktirmek, yıllara varacak bir acıyı gerçekleştirmek için kurulmuş bir komisyondur.
Hukuki sürecin devam etmesi için mecburen başvuru yapacağız. Umudum var mı? Bazı arkadaşların vardır belki ama benim yok.
Demokrasi mücadelesi, hak arama mücadelesi yükseldiğinde mutlaka döneceğiz. Belki bugün, belki bugünden de yakın!
Türkiye demokrasi dışı bir sürecin içindedir. Buna 20 Temmuz AKP darbesi diyenler var. 15 Temmuz bir darbe girişimiydi, 20 Temmuz da AKP’nin karşı darbesiydi. OHAL sürecindeyiz, hükümet, meclis, yargı, medya devre dışı. Tam anlamıyla bir darbe süreci var. Bizim geriye dönüşümüz Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle iç içe geçmiştir. O yüzden bu duruma sadece işe geri dönüş olarak bakmamak gerekir. Bireysel eylemlerin yeterli olmadığını bu yüzden söylüyorum. İki üç arkadaşımız işe geri dönmüş olsa Türkiye’ye demokrasi gelmeyecek. Bizim işe dönüş sürecimizi, OHAL’in kaldırılması, KHK’ların iptal edilmesi, demokratik sürecin, parlamenter rejimin ve bağımsız yargının güçlenmesi süreci olarak görmek gerekiyor. Böyle bir mücadele hattı, küçük birkaç eylemle ya da birkaç arkadaşımızın çok kararlı, iradeli, onurlu bir açlık greviyle aşılacak durumda değildir.
Bunun için geri çekilen kitlelerin yeniden moral, motivasyon ve cesaretle donanması ve mevcut sürece rağmen mevcut iktidarla baş edilebileceğine dair cesareti morali yeniden yakalayabilecek havayı bizim yaratmamız gerekiyor. Kitle hareketi olmadan, kitlenin cesareti yükselmeden böyle bir gelişme mümkün değil.
Bireysel eylemlerin morale katkısı yok mu? Yapılan her eylemin büyük etkisi var. Ama böyle yiğit canlarımızı yitirmemeliyiz. Böyle yiğit, kararlı, onurlu insanlarımız hayatta kalmalı ölmemeliler. Belli bir noktaya vardığında kamuoyu duyarlılığı, bu iş başka bir şeye evriltilebilirdi. Başka şekilleriyle, birilerinin devralacağı şekilde dönüşümlü olabilirdi. Çünkü bir defa o duyarlılık oluştu gerçekten tüm Türkiye’de sahiplenme, her gün Yüksel Caddesi’nde birileri gidip tepki vermeye çalışıyor elden geldiğince şu OHAL koşullarında. O aşamada yeni yeni ekiplerle, ki devralmak isteyen akademisyenler vs vardı siz bırakın biz devralalım dönüşümlü götürelim diye, ve bunlar da ciddi sahiplenmeye yol açabilirdi. Farklı farklı eylem etkinlik yöntemleriyle zenginleştirilebilirdi. Ben asla bu arkadaşların eylemlerini küçümsemiyorum. Asla bu arkadaşların eylemlerinin hiçbir katkısı yoktur demiyorum aksine çok ciddi katkıları vardır. Ama bu katkılarla iki büyük önemli yiğit insanın hayatını kaybetmesini karşı karşıya o teraziye koyduğumuzda hani bunu bir şekilde geç bile olsa farklı yöntemlerle sağlanabilir o cesaret o moral farklı yöntemlerle de sağlanabilir. Bu iki insanımızın veya benzer pozisyonlarda olan arkadaşlarımızın, bu güzel canları hayatta kalmalı, bunu bir şekilde başarabilmeliyiz.
Şu noktadan itibaren hükümet üzerinde basıncı arttırmak gerekiyor. Senin Başbakanlık komisyonun işleve girdi mi? Samimiysen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça dosyalarını en öne al, değerlendir ve bu insanların elle tutulur, somut bir suçları yok, hakkında soruşturma yürütmek istiyorsan yürütmeye devam et ama işlerine iade et, soruşturmanı devam ettir. O idari soruşturma sonunda somut delillerin varsa, hukuku ikna edebilecek, ortaya koy. Ama yoksa sadece istihbarata dayandırdık, bilmem neye dayandırdık laflarıyla kimse kimsenin ekmeğiyle oynayamaz, kimse kimsenin yaşamıyla oynayamaz. Bu noktada başbakanlığın kurmuş olduğu ve şu anda başvuru almaya başlayan bu komisyonun ivedilikle en öncelikli Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın dosyalarını gündeme almaları gerekir. Onların gündemine alması bile belki öncelikle bu arkadaşlarımızın açlık grevini durdurma ve izlemeyi ortaya çıkarabilir. Kaldı ki yapılması gereken de bu ve benzeri arkadaşların işlerine iade edilmesidir. Zaten bizim bütün eylem etkinliklerimizin temel talebi bu. OHAL kaldırılsın, KHK’lar iptal edilsin. Anayasamıza göre de KHK’lar OHAL süreci boyunca geçerlidir. OHAL süresinde yayınlanan KHK’nın ömrü OHAL bitinceye kadardır. Sonra kalkar. Bunun yanı sıra da açık açık, isim vererek ayrı bir talep olarak bunu belirtiyoruz KESK eylemlerinde. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça arkadaşlarımızın dosyası özel bir durumdur, öncelikle bu arkadaşlarımızın dosyaları ele alınsın ve işlerine iade edilsinler diyoruz.
İhraç edilince ekonomik olarak kısıtlamaya girdik mi, tabii ki zorlanma oluyor ister istemez. Kendinizi ona göre ayarlamaya çalışıyorsunuz. Masraflarınızı, tüketimlerinizi kısmaya, daha tasarruflu olmaya çalışıyorsunuz. Benim herhangi bir iş kurma, herhangi bir işe girme, çalışma arayışım olmadı. Ben şu anda bu sendikanın başkanıyım. Sendika başkanlığım bitse de sendika haklarımın hukuksal olarak devam ettiği için bu mücadelenin içinde yer almaya devam edeceğim. Sendikanın verdiği katkı neyse kendimi ona göre ayarlamaya çalışıyorum. Önce biraz daha fazlaydı, şimdi düştü. Kendimi ona göre ayarlıyorum. İlk etapta 2000 lira yardım yapıyordu sendika. Sonra 1750ye düştü. Son iki aydır da 1200 lira.
Üye sayımız azalıyor. Ciddi anlamda bir emeklilik ve istifa furyası var. Basit değil yani, bu kitle hareketi neden çıkmıyor. İnsanlar işinden ekmeğinden korktuğu için gelişmiyor. O düzeyde korkutuyor. İki tane basın açıklaması yapan adam 3. gün gözaltında. Hele hele biraz radikal bir şeyler söyleyenler cezaevinde. Kitle hareketini yaratmak kolay değil ama keşke her eleştiriyi yapan KESK kadar çaba gösterseydi. Türkiye’de bir sürü anlı şanlı sosyalist örgütlenmeler var. Kim ne eylem koymuş ortaya, Nuriye ve Semih için kim ne yapmış, hangi mitingi ortaya koymuş. Yıllarca eleştirdikleri sosyal demokrasi yönünden, çeşitli politik tavırlar yüzünden eleştirdikleri CHP ve Kılıçdaroğlu’nun yaptığı Ankara-İstanbul yürüyüşü kadar olmasa da kim ne yürüyüşü yapmış. Yani eleştiri yapanın da biraz kendini görmesi gerekiyor. Biz o konuda Eğitim-Sen olarak da KESK olarak da çok daha iyi şeyler yapabilirdik belki. Ama içinden geçtiğimiz darbe süreci ve içinde bulunduğumuz OHAL koşulları buna imkan vermiyor, çünkü kitleleri harekete geçirmek zor. Keşke gücümüz olsaydı, kitle de kararlı olsaydı bir hafta grev koysaydık. Keşke haklarımızı alana kadar 10.000 kişi milli eğitime gidip binaların içerisinde otursaydık. İki kişiyle oturmak iş değil, onu demek istiyorum. 10 binleri de harekete geçirmek için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Burada bir kerede ortaya çıkmıyor. İlk yaptığımız basın açıklamasına 15-20 kişi geliyorduysa şimdi 100-150 kişi geliyor. Biraz biraz işte. Bu adalet yürüyüşüne katılımları biz de destekledik KESK olarak. İnsanlar aslında meşru zeminlerde doğru eylem etkinlik yöntemleri koyduğunuz zaman yeniden moral bulabiliyorlar. Henüz kitle moral bulma aşamasında. Henüz daha kitle sokağa çıkma aşamasında da değil, onu da söyleyeyim.
KESK yöneticileri ağırlıkla sosyalist ama taban sosyal demokrat. Bizim en önce insan karakterini düzeltmeye ait bir çalışma içinde olmamız lazım. Bakın siz Türkiye’deki insan karakterini düzeltmeye etkisi olan işler, seminerler, paneller, eylemler, dayanışma kampanyaları vb buna küçük küçük etkiler yapabilecek işler olmalı. Neden bunu söylüyorum? 80’den sonra Turgut Özal’la başlayan süreçten bugüne kadar Türkiye insanında karakter çok ciddi bozuldu, değerler bozuldu. Dayanışma ruhu kırıldı, güven duygusu azaldı, insanlar bireycileştiler. Kendi çıkarı için terk edebileceği şeylere girişti. Terk etmemesi gereken değerlerden uzaklaştı. Şimdi insanların büyük çoğunluğunun çıkar için terk etmeyecekleri bir değer yok. Ya bir insanın en önemli değerlerinden birisi nedir? Toplum içerisinde onun duruşunu özetleyen örgütsel duruşudur.
Örnek vereyim. Benim için Eğitim-Sen’li olmak topluma karşı bir duruştur, benim kişiliğimi de özetler. Haksızlığa karşı, öğrencilerin, velilerin gözünde bir duruştur, hak arama kişiliği anlamında bir duruştur. Ben müdür, müdür yardımcısı olacağım diye, tayinim çıkacak diye Eğitim-Sen’lilikten istifa edip başka sendikaya, yandaş sendikaya, iktidara dair sendikaya gidiyorsam değer erozyonu var demektir. Değersizleşmişiz demektir. Kişiliksizleşmişizdir demektir.
Değerine bağlı kalan insanın sayısı sınırlı. Sendikadan örnek verdim sen bunu medyaya taşı, siyasal partiye, mahalleye, aile ilişkilerine taşı. Herkes çıkar odaklı olmuş. Dayanışma, güven, hak arama duygusu yitirilmiş, hakkını kaybeden bile diyor ki ben bu hakkı yeniden nasıl elde edeyim, değerlerimden vazgeçeyim, güçlü olana yaslanayım, onun koluna gireyim. Buna da çeşitli mazeretler üretiyorlar. Esas sorun bu. Sen burada kişilik, değer erozyonunu onaracak işler yapmazsan istediğin kadar uğraş. Kitleye ulaşamazsın. Kitlelerle buluşabilmen için senin de değer erozyonuna girmemen lazım. Yani gelin arkadaşlar bu sendikaya, seni bu sendikaya müdür yapacağım, bütün borçlarınızı ödeyeceğiz, alışveriş merkezleri yapacağız, annenin babanın dedenin tayinini şuraya çıkaracağız deyip bizim de değer erozyonuna bir katkıda bulunamayacağımıza göre, öyle bir değer erozyonuna giremeyeceğimize göre bizim kişilik ve değer erozyonunu durduracak işler yapmamız lazım. Bunu sağlarsak bu işleri büyütürüz. O geniş çevrelere de belki de biraz ulaşabiliriz.
İşte dayanışma kampanyası başlattık, buna katkı sunuyor. İnsanlarda yeniden bir değer oluşsun. Ya arkadaş benim yöneticim ihraç edildi, benim okulumda yanımda oturan öğretmen arkadaşım ihraç edildi, ben de kendi çapımda şu çorbaya bir tuz atayım da o arkadaşlarla bir dayanışma içerisinde bulunayım. Şimdi biz Türkiye çapında bunu geliştirmeye çalışıyoruz. Yeterli mi? Yetersiz. Ama bu çok önemli bir iş. Bizim en az yaptığımız yürüyüşler kadar, eylem etkinlikleri kadar çok çok değerli ve derinlikli bir iş aslında. Yeniden eski değerlere dönme çabası içinde önemli.
AKP, Turgut Özal’dan sonra en fazla bu değerleri tarumar eden yapıdır. İyi biliyorlar ki böyle bir toplumu yaratınca kendi hedeflerine daha kolay ulaşabilirler. AKP iktidara geldiğinde 5 bin üyesi olan bir sendika bugün 300 bin üyeye ulaştı. Bu nasıl oldu? Elbette çıkar ilişkileriyle oldu.
Yeni bir devlet kuruluyor diyorlar ya. İtiraz ediyor CHP’liler. Adam doğru söylüyor kardeşim. Milliyetçi-Sünni-İslami yeni bir devlet örgütlüyorlar. Neden böyle söylüyorum? Sünni mezhebine mensup bütün insanlar, ırkçı, milliyetçi, gerici değil. Ama devlet yapısı olarak, egemen mezhep olarak, milliyetçi ve dinci kurallara dayalı bir devlet örgütlendiriliyor. Bütün kurumların yeniden dizaynı bu eksende geliştiriliyor. Hedefledikleri bir dinci toplum ve devlet yapılanması. Hedefledikleri Kemalist aydınlanmadan uzaklaşmış dinci bir felsefeyle düşünen bir devlet yapılanması. Buna kademe kademe, adım adım gidiyorlar. Böyle bir toplumu yaratabilmek için en önemli alanlardan biri eğitim alanıdır. Eğitim alanına ilişkin politikaları iktidara gelmeden çok öncesinde planlanmıştır. Bu siyasal çizgiyi sadece AKP ile ele almamak gerekir. Geçmişleri vardır. Geçmişlerinden bu yana eğitim alanına ilişkin politikaları vardır. Şu an düşman ilan ettikleri Cemaat’le kol kola eğitimde örgütlendiler. Bunu MSP dönemine hatta daha eskiye uzatabiliriz. AKP bunun zirvesi. Bunların bu kadar eğitime odaklanması, zamanında özel okullar kurması, zamanında çocuk dergileri yayınlamaları, çocuk şenlikleri yapmaları, imam hatipleri yaygınlaştırmaları, öğrenci yurtlarında özel seminerler vermeleri hedefleri için birer adımdı. AKP ile iktidarlaşıp, devletin kurumları, yetkileri ellerine geçince artık cemaatlerle protokoller imzalıyor. Milli eğitim alanı olduğu gibi cemaatlere açılmış. Ensar’a vb’ye açtılar. Bu insanlar okullarda imza günü yapıyor, bu insanlar pansiyonlarda yurtlarda gece ders veriyorlar, nurculuk eğitimi veriyorlar. Milli eğitimin kamp yerlerinde bile dinci-gerici eğitimler veriyorlar.
Okul idarelerinin tamamı zaten yandaşlardan oluşturuldu. Eğitime bu kadar odaklanılırken buna en büyük muhalefeti kim geliştirdi? Bizler geliştirdik. 2005’lerde, 2006’larda yargı henüz bu kadar AKP’nin denetimine geçmemişken biz AKP iktidarının eğitim alanında uyguladığı her uygulamaya dava açıp kazanıyorduk, durduruyorduk. Hiç unutmuyorum, Bülent Arınç o dönem bir açıklama yapmıştı: “Attığımız her adıma Eğitim-Sen karşı çıkıyor, dava açıyor, durduruyor” diyordu. Biz durduruyorduk ama bunlar mahkeme kararını değişik biçimleriyle aşacak yeni kararlar alıyorlardı. Her gerilettiğimiz uygulamayı yeniden düzenleyip yeniden uygulamaya soktular. Daha sonra devleti tamamen, yargısıyla, ordusuyla, üniversitesiyle, basınıyla daha fazla hükmedecek hale gelince senin kolunu-kanadını kıracak işlere daha fazla giriştiler. En son 4+4+4 denildi, Kızılay’a koşan ilk ve tek örgüt biziz. İki gün Kızılay’da geceledik. Ve çok ciddi bir saldırıya maruz kaldık. Amacımız neydi? Bugün gericiliğin bu kadar öne çıkmasına neden olan sistemi o gün Meclis’te görüşülürken durdurmaya çalıştık. Ama durduramadık. Niye? Çünkü milyonlarca insanın yaşadığı Ankara’da 5 bin kişiyle eylem yaptık. O milyonlar şimdi kafasını vuruyor ama… O gün orada 500 bin kişiyle, hadi olmadı 100 bin kişiyle eylem yapmış olsaydık o yasa tasarısı belki meclisten geri çekilirdi.
Eğitim- Sen’in bu kadar hedef alınması, okul idarecisi olan Eğitim-Sen’lilerin idari görevlerinden alınması, Milli Eğitim teşkilatındaki üyelerimizin görevlerinden alınması, sürekli soruşturma, cezalandırmaya uğraması bu karşı duruş nedeniyledir. Mersin’deki üyelerimizden soruşturma geçirmeyen neredeyse yoktur. Ceza almayan üyemiz neredeyse kalmadı. Kitle düşüşünde biraz da bunların payı var. Kuşatma altına alındık. Bir saatlik iş bırakmaya dünyanın cezasını aldı arkadaşlar. 29 Aralık’ta bir günlük iş bırakma yaptık, hala onun dava dosyalarıyla uğraşıyoruz. Tutuklamalar, sürgünler de yaşandı.
Eğitim Sen böyle kıskaca alınarak milli eğitim alanındaki dinci gericileşmenin önü tamamen açıldı. Ortaokullara kadar mescit açıldı, ilkokullara kadar İmam Hatip hazırlık sınıfları açıldı. İmam Hatipler yaygınlaştırıldı. İmam Hatip derneklerinin zamanın Ahmet Davutoğlu hükümetinden yetkililerle Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı toplantıda alınan kararlar var. Her mahallede bir İmam Hatip, herkesin yürüyeceği mesafede bir İmam Hatip açıp dindar bir toplum yetiştirmeyi hedeflediler. Esas hedef bu.
Okullara verilen idareciler, öğrencileri öncelikle İmam Hatiplere teşvik ettiler. Mahalleyi, evleri gezip öğrenci almak için teşvikte bulunuyorlar. Cami imamları konuşmalarında “Çocuklarınızı İmam Hatip’e gönderin” diye teşvikte bulunuyorlar. Hiçbir devlet okulunun reklamı yapılmaz, milli eğitim teşkilatı İmam Hatip okullarının reklamını afişlerde bilboardlarda pankartlarla yaptılar.
Bu ablukayı ancak yeniden değerlerimize dönerek, kişilik erozyonunu onararak, kitle hareketini daha cesurca, daha yüksek bir moral motivasyonla sağlayabilirsek kırabiliriz. Kitlesel eylem-etkinliklerin desteklediği hukuk mücadelesi sonuç alabilir, diplomatik görüşmeler sonuç alabilir, dayanışma hareketleri daha verimli hale gelebilir. Bunların hepsinin birbirini besler yanları vardır. Türkiye deki demokrasi mücadelesiyle de iç içedir. Bugün eğitimdeki gericileşmeyi Türkiye’deki gericileşmeden ayrı tutamazsınız. Rejimden ayrı tutamazsınız.
Bu noktada tüm demokrasi güçlerinin derneklerin, partilerin, sendikaların, demokrasi cephesinde buluşması gerekiyor. Herkesin bulunduğu yerde mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Direnişi daraltmadan, hukukla direniş, dayanışmayla direniş, sosyal ilişkiyle direniş, diplomatik direniş, sokakta direniş olmalı. Hatta moral motivasyon arttıkça işyerinde direniş olmalı. Bütün bunlar birbirini beslerse gericiliği durdurabiliriz. Türkiye’deki gidişatın çok tehlikeli bir noktaya geldiğini görmek gerekiyor. Ülkenin gidişatını da ancak böyle durdurabiliriz.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
***
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.