Kulağa biraz sevimsiz geliyor ama; sonsuzluğuna inandırıldığımız aşk gelip geçici, cinsellik baki. Bana kalırsa, Sezen Aksu’nun Düş Bahçeleri albümündeki “cüretkâr” şarkılarla, 90’lı yıllarda bitirdiği bir ahlaki tartışma yürütülüyor
Kulağa biraz sevimsiz geliyor ama; sonsuzluğuna inandırıldığımız aşk gelip geçici, cinsellik baki. Bana kalırsa, Sezen Aksu’nun Düş Bahçeleri albümündeki “cüretkâr” şarkılarla, 90’lı yıllarda bitirdiği bir ahlaki tartışma yürütülüyor
Lady Macbeth, bugünlerde Başka Sinema kapsamında gösteriliyor. İlk izlenimin aksine Sheakspeare’in eserinden değil, Nikolei Leskov imzalı Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i adlı novelladan yapılan bir uyarlama. 1800’lü yıllarda, Kuzey İngiltere’de, rızasız ve aşağılanmalarla dolu bir evliliğe mahkûm edilen bir kadının cinsel özgürlüğünü arayış hikâyesini anlatıyor. Bu arayış, Sebastian ile kurduğu ilişkide somutlanıyor. Katherine, üzerindeki ataerkil baskıya bedeniyle karşı koymayı seçiyor ve film boyunca bizleri şehveti, cesareti, soğukkanlılığıyla şaşırtıyor. Ancak, zaman geçtikçe Katherine’in bir sevilme arzusu içinde olduğunu anlıyoruz. Yasak “bir tür ilişki” yürüttükleri Sebastian ile konuşmaları sırasında ona kendisini sevip sevmediğini soruyor, evet cevabı alması onu tatmin etmiyor; soruyu “bensiz yaşayabilir misin” olarak genişletiyor. (Cevabı filmde.)
Tam bu sahneler, son günlerde sıkça tartışılan bir yazıyı çağrıştırıyor tabii: “Oyunun Bir Parçası Olmak: Takılma Kültürü Kadınlara Ne Kazandırıyor?”1 Leah Fossler imzalı yazı, yazarın kendisiyle yüzleşme seremonisiyle başlıyor. Henüz genç bir kadınken, üniversitenin ilk yıllarında kendisiyle barışık olmadığını ve kafasındaki “aşk” ile karşılaştıklarının hiç benzemediğini anlatıyor. Fossler, kötü giden ilişkilerden çoğunlukla kendini sorumlu tutuyor ve hâliyle “suçu” kendinde buluyor. Tam da bu nedenle kendini “standart” bir ilişkinin mümkün olmadığına ikna ediyor. Yıllar geçtikçe, toplum baskısıyla ikili bir hayat sürmek zorunda olduğunu ve bunu artık fark ettiğini söylüyor. Bir feminist olduğunu söyleyen yazar, sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor ve tüm kadınları “erkek egemenliğini besleyen” bu tür duygusuz ilişkilerden kurtulmaya davet ediyor.
Fossler’in yazısının temelini bilimsel veriler veya toplumbilim kuramları değil; kişisel hayal kırıklıkları, yaşadığı kötü deneyimler oluşturuyor. Kullandığı veriler 75 erkek ve kadınla yapılan görüşmelerle, 300 online araştırmaya dayanıyor. Bu dayanaklarla, kendisiyle benzer düşünce ve hislere sahip kadınları “oyunu kuralına göre oynayanlar” gibi garip göndermeli bir sınıfa sokuyor. Bu sınıf “erkekler öyle istiyor diye” istemedikleri bir ilişki biçimine rıza gösteren kadınlardan oluşuyor. Ve evet, bunu yaparken bir vadede bu ilişkinin “bağlanmaya” varacağına inanıyorlar. Bir görüşmeci, kendi ifadesiyle “kendini kullanılmış hissetmesine” rağmen buna devam ediyor. Erkek egemen baskının ispatı olarak görülen bu itiraflar, bilimsel bir sonuç olarak sunuluyor.
Adlı adınca söylersek, “şefkate ve sevilmeye muhtaç, bir gün sevileceği arzusuyla bazı erkeklerin cinsel arzularını tatmin etmekten başka bir yetisi olmayan, kullanılan zavallı kadınlar” olmaktan öteye gidemiyoruz. İnsanları evliliğe ve çocuk yapmaya yönlendiren yeni nüfus politikalarının ortasında bu ahlakçı tez, en iyi niyetli ifadeyle “kafa karışıklığı” olarak nitelenebilir diye düşünüyorum.
Malumun ilamı: takılma kültürünün çimentosu saygıdır. İki taraf da henüz birbirlerine karşı bazı hisler beslemiyorsa ve sadece yataklarını paylaşmak istiyorsa, iki taraf da dillendirilmemiş bir anlaşmayı kabul etmiştir çoktan. Karşınızdaki “takılırken seni insan gibi görmüyorum” diyebiliyorsa, bu saygı çizgisi fersah fersah aşılmış demektir. Ve kötü haber: “Kendini kullanılmış hissettiğin” bir ilişki biçimini o veya bu sebeple yürütüyorsan özsaygını da yitirmişsindir, bunu geri kazanana kadar hiçbir ilişkinin sağlıklı olmayacağı açıktır.
Kadın orgazmı, gün geçtikçe Gordion düğümü hâlini alıyor. Fossel de bu düğüme üzerine düşen katkıyı koyarak kadınların aslında uzun süreli tek eşli ilişkilerde daha rahat orgazm olacağı mesajını veriyor ince ince. “Hâkim kamusal söylemin erkeklerinki kadar kadınların cinsel hazzını önemsemesi” durumunda pek çok şeyin değişeceğine inanıyor, ki bu cinsel şiddet vakaları için doğruluk taşıyor. Ancak bu değişimin, takılma kültürünün kadınların “bedenlerinin arzularına ciddi derecede ters” olduğunu fark etmeleriyle sonuçlanacağını nereden çıkarıyor? Bunu anlamak zor. Açıkçası, TCK’nın 226/4. maddesi dahi tartışmayı daha ileri bir noktadan açıyor.2
Bir parantez: Bahsi geçen yazının geneline sinen heteroseksüel havayı bir yere kadar görmezden gelebiliriz, ancak burası son durak. Fossler böyle mutluysa buna sevinebiliriz. Ancak yazdığı yazının ve yazısının dayandığı “bilim sosuna bulanmış” bazı tezlerin hiçbir geçerliliğinin olmadığını söylemek mutluluğuna gölge düşürebilir. Eh, bunun için üzülmek de pek yerinde olmaz.
Cinsel uyumsuzluk yüzünden mutsuz giden veya biten onlarca ilişki ortadayken, kadın orgazmı basit bir “güven” duygusu üzerine inşa edilerek dizginleniyor. İşin gerçeği, kadın cinselliğini böyle kodlamanın “kadınlar çiçektir” demekten pek farkı yok. Ki bizler, Türkiye’de yaşıyoruz ve rastgele ilişkileri bırakın resmî ilişkiler bile bizim için büyük riskler barındırıyor. Tam da bu yüzden, “takılmak” başka bir anlam kazanıyor. Kadınlar ataerkinin tüm kurumlarını; aileyi, gelenekleri, komşuları ve hatta devleti temelden karşısına alarak buna cesaret ediyorlar. Üstelik, erkek hazzını kendilerinden çok önemsediklerinden değil, kendi bedenleriyle ilgili karar yetkisini ellerine alabildikleri için… Kulağa biraz sevimsiz geliyor ama; sonsuzluğuna inandırıldığımız aşk gelip geçici, cinsellik baki. Bana kalırsa, Sezen Aksu’nun Düş Bahçeleri albümündeki “cüretkâr” şarkılarla, 90’lı yıllarda bitirdiği bir ahlaki tartışma yürütülüyor. Madem bu bir oyun; biz, bizim de olan bu oyunu oynuyoruz.
Fossel, bir feminist olduğunu açıkça belirttiği ve pek matah bulup Hanna Rosic’ten “feminist ilerleme şu anda büyük ölçüde takılma kültürünün varlığına bağlı” ifadelerini alıntıladığı için bu konuda da birkaç şey söylemekte yarar var. Yüzyıllardır, tüm dünyada hak mücadelelerinde kadınlar öncü roller üstleniyor ve hemen her toplumsal olaya damga vuruyor. Bu yüzden Haziran Direnişi’ndeki “Kırmızılı Kadın” hep biraz Louis Michel’i; elinde bayrakla barikatın en önünde yer alan kadınsa Delacroix’nın Özgürlük’ünü anımsatıyor bize. Sekiz saatlik çalışma süremizden dahi kadınların kanı damlıyor. Hâl böyleyken, kadınlar güncel politikadan doğrudan etkileniyor ve iktidarın düşmanlığını doğrudan kazanıyorlar. Feminist ve sosyalist kadınlar, kendilerini son yıllarda kitlesel geçen kadın eylemleri ve 8 Martlarla savunuyor. Gerçeklik buyken, hem emek mücadelesiyle kadın hareketinin arasına mesafe koyma çabaları, hem feminizmi “kadın sevişkenlik hareketi”nden ibaret görmek boş.
Konu, muhakkak feminist hareketin iç tartışmalarıyla ilgili. Peki, “hayat memat meseleleri arasında bunlar dert mi” kabalığına düşmeden, çubuğu nereye bükmek gerekir? Marksist biri kaçınılmaz olarak “hayat memat meselelerine” yani sınıf mücadelesine büker. Feminizmse ortaya koyduğu tartışmalarla bizleri bu kabalıktan kurtarır; Marksizmi geliştirir, inceltir, ona duyarlık kazandırır. Bunu bilerek, nihai toplumsal kurtuluşun sosyalist dünya düzeniyle mümkün olacağını savunanları “sosyalizm gelsin ertelemeciliği” ile suçlamak haksızlık olur. Hele, sosyalistlerle feministlerin birbirleriyle bu kadar iç içe geçtikleri son birkaç yıl Türkiye’sinde bunu söylemek…
gunnuraksakal@gmail.com
Dipnotlar:
1 Bahsi geçen yazı: http://www.5harfliler.com/oyunun-bir-parcasi-olmak-takilma-kulturu/
2 TCK 226/4. Maddeye göre suç arz eden “doğal olmayan cinsel ilişki” tanımı grup seksi ve anal yolla girilen ilişki biçimini de kapsıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.