“Öğrencilerimiz direndi. Hem bizler hem de kendileri için direndiler. Hocalarından çok daha cesurdular, bizi çok desteklediler”
“Akademi yeterince direndi mi sorusuna gelince: Öğrencilerimiz direndi. Hem bizler hem de kendileri için direndiler. Hocalarından çok daha cesurdular, bizi çok desteklediler. Sağ olsunlar, umut oldular. Geride kalan akademisyenler ise bizler giderken, küçük bir azınlık dışında bu kadar sessiz kalmasaydı ya da rektörler bu kadar geniş oranda iktidarla işbirliği yapmasaydı bugün KHK’lerle böyle toplu tasfiyeler yaşamayacaktık ya da ‘Yahu bu yardımcı doçentlik de ne menem bir kadroymuş böyle. Üzerinde çalışılsın‘ söylemlerini duymayacaktık belki de.”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada yedinci öykü Mersin Üniversitesi’nden Bermal Aydın’ın.
Bermal Aydın, Ege Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde lisans eğitimini (2005), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo-TV bilim dalında yüksek lisansını (2011), Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları programında doktorasını tamamladı. Sinema, dizi ve reklam sektöründe yönetmen asistanlığı, sanat yönetmenliği, senaryo yazımı gibi farklı dallarda deneyim kazanmış olan Aydın, 2012-2014 tarihleri arasında Süleyman Demirel Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde araştırma görevlisi kadrosunda akademik kariyerine başlayan Bermal Aydın, 2014-2016 yılları arasında Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde uzman kadrosunda çalışırken “Medya Okuryazarlığı”, “Medya ve Toplumsal Cinsiyet”, “Televizyon Reklamcılığı” dersleri vermiştir.
Görevi sırasında hem sözleşmesi yenilenmeyerek hem de KHK ile iki kez atıldı. Şimdi İngiltere’de yaşıyor.
Aydın anlatıyor:
İzmir’de doğdum ve büyüdüm. Ancak köklerim Doğulu. Annem de babam da doğuludur, dolayısıyla ben de. Ülke ve dünya meselelerine ilgili, okumanın her zaman desteklendiği aydın bir ailede büyüdüğümü söyleyebilirim. Barış Bildirisi’ni imzaladığım için beni hiçbir zaman suçlamadılar, aksine her zaman desteklediler ve arkamda durdular. Çünkü yanlış bir şey yapmadığımızı biraz izan sahibi herkes gibi görebildiler.
Eğitim hayatıma gelince lisans eğitimimi Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde yaptım. Yüksek lisansımı Marmara Üniversitesi İletişim Bilimleri anabilim dalında, doktoramı da Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları programında tamamladım.
Mersin Üniversitesi’nde çalışmaya başlamadan önce Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydim. Bir sene oradaki İletişim Fakültesi’nde çalıştıktan sonra Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde uzman kadrosunda çalışmaya başladım. Uzman kadrosu, araştırma görevlisi kadrosundan daha dezavantajlı bir kadro olmasına rağmen Mersin Üniversitesi’ni tercih ettim çünkü oranın yönetimi ve fakülte kadrosuyla ilgili olumlu şeyler duymuştum ve Mersin, şehir olarak da sevdiğim, yaşayabileceğim bir yerdi.
Mersin’de ilk çalışmaya başladığımda o dönemki rektörlükten kaynaklı görece bir rahatlık olduğunu söyleyebilirim. Sınırsız bir akademik özgürlüğe o zaman da sahip değildik ama bugünkü yönetimden çok daha iyiydi. Toplu akademisyen kıyımları yoktu en azından. Bence öğrenciler de şimdiye nazaran daha özgürdü, kimilerinin haklarında yürütülen soruşturmalar olsa da. Sonrasında şimdiki rektör Ahmet Çamsarı, rektörlük seçimlerinde son sıralarda olmasına rağmen alışıldığı üzere cumhurbaşkanının atamasıyla rektör oldu. Göreve geldikten kısa zaman sonra “Ayînesi iştir kişinin lafa bakılmaz” düsturuyla icraatlarını göstermeye başladı. Önce muhalif ve sol kimliğiyle bilinen, çoğu Eğitim-Sen üyesi olan kimi idari ve akademik personelin, Mersin şehir merkezinden uzaktaki yüksekokullara sürgün edildiği haberlerini duyduk. Sonrasında üniversitedeki örgütlenmede Eğitim-Sen’in başı çektiği yerin bizzat üniversite yönetimi tarafından iktidara yakınlığıyla bilinen Eğitim-Bir Sen’e devredilmeye çalışıldığına şahit olduk. Özellikle sol görüşlü ya da Kürt öğrencilere yönelik baskılar ve soruşturmalar da oldukça fazlalaştı. Kampüste polisler, TOMA’lar olağan hale geldi. Öğrencilere yönelik müdahaleler ve cezalandırmalar gittikçe sertleşti. Bu esnada barış bildirisi geldi zaten. Rektör Çamsarı, önce sırası gelenin sözleşmesini yenilemeyerek yardımcı doçent ve altı kadrolarda çalışan imzacı akademisyenlerin işlerine son verdi. Ben de onlardan biriyim. İşimize son verme gerekçesi ise hakkımızda barış bildirisi nedeniyle açılmış olan adli-idari soruşturmalardı. Ancak gerekçesinde belirtmediği bir şey vardı ki hakkımızdaki idari soruşturmayı başlatan kendisi olduğu kadar imzacı akademisyenleri savcılığa şikayet ederek hakkımızda adli soruşturmanın başlatılmasına neden olan da ta kendisiydi. Sonrasında 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından gelen olağanüstü hal rejimi ve KHK’ler. Rektör, hiçbirimizi artık şaşırtmayan ve beklediğimiz bir şekilde, Mersin Üniversitesi’nde ne kadar imzacı akademisyen varsa bir KHK torbasının içine koydu, zaten uzun süredir nasıl kurtulacağını düşündüğü doçentler ve profesörlerin yanı sıra daha önce işine son verdikleri de dahil. Ben de böylece başka birçok arkadaşım gibi artık çalışmadığım bir yerden ikinci kere kovulma şerefine nail oldum. Rektör de üniversitesini katmerli bir şekilde “temizlemiş” (!) oldu.
KHK’de olduğumu duyduğumda ne hissettiğime, ne düşündüğüme gelince: Yine de inatçı bir şaşkınlık, öfke, Türkiye’de kalan arkadaşlarım için duyduğum derin endişe ve Kafka’nın bitmek bilmeyen, saçma ve mesnetsiz bir sözde-hukuksal süreci anlattığı Dava romanı. Biraz zaman geçtikten sonra ise olayın saçmalığı karşısında tuhaf bir gülme hissi… Arkadaşlarım, ailem, hukukçu olan kardeşim de dahil olmak üzere çevremde birçok insan, zaten işini kaybetmiş olan birinin bir kez daha aynı yerden nasıl atılabildiğine dair gizemi çözmeye çok uğraştılar ama olmadı. Çünkü yaşananları hukuki ya da mantıksal bir çerçeveden değerlendirmenin imkanı ve anlamı kalmamıştı.
Bildiriyi imzalarken, üslup anlamında cesur bir metin olduğunu biliyordum. Bazı tereddütlerim de oldu ama başımıza bu kadarının gelebileceğini öngörmemiştim. Kimsenin de bu kadarını beklediğini sanmıyorum. Böyle dinmeyen bir öfke, bunca intikam hissiyle karşılaşmayı kimse beklemiyordu bana göre… Cumhurbaşkanının söylemleri olmasa bildiriden çok küçük bir çevre dışında kimsenin haberi de olmayacaktı. Şimdi, bunca zamanın üzerine, bütün yaşananlardan sonra bulunduğum yerden ve zamandan bakınca, barış bildirisinin ve imzacı akademisyenlerin haftalar boyunca hedef gösterilmesini, akademinin tüm muhalif seslerden tasfiye edilmesi, kalanların böylelikle iyice pasifize edilmesi ve Türkiye akademyasının yeniden ve çok daha itaatkar biçimde dizaynına yönelik bir büyük planın ilk adımları olduğunu söyleyebilirim sadece. Yoksa darbe girişiminden sonra darbe fikriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan imzacı akademisyenlerin, Fethullahçı suçlamasıyla KHK’lerle atılmaya devam etmesinin başka bir açıklaması olamaz. Yani kısaca akademinin tasfiyesi ve yeniden dizaynı için bir bahane aranıyordu ve bildiriyle bu bulundu, OHAL ve KHK’ler ile de tamamlandı. Toplumun ve devletin tüm kurumlarının yüzünün Batı’dan Doğu’ya döndürülmeye çalışıldığı siyasal bir iklimden geçerken üniversitelerin bundan azade olması düşünülemezdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yardımcı doçentlikle ilgili açıklamalarda bulunduğu “İslam Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması Toplantısı” da tam olarak bu gerçekliğe işaret ediyor zaten.
Bu süreçte KESK ve KESK’e bağlı Eğitim-Sen’in kısıtlı imkanlara ve üzerlerindeki tüm baskıya rağmen bizler için hem hukuki hem maddi anlamda elinden gelen desteği sunduğunu ve sunmaya devam ettiğini söyleyebilirim. Belki daha fazla direnç gösterilebilirdi ama özellikle 15 Temmuz’dan sonra bu, neredeyse imkansız hale getirildi. Binlerce, on binlerce KESK’li işinden oldu. Bir yandan onlar için çareler aramak bir yandan da direnmeye çalışmak. O yüzden KESK ve Eğitim-Sen’i bu konuda çok da eleştiremeyeceğim. Ama her zaman daha fazlası yapılabilir tabii.
Akademi yeterince direndi mi sorusuna gelince: Öğrencilerimiz direndi. Hem bizler hem de kendileri için direndiler. Hocalarından çok daha cesurdular, bizi çok desteklediler. Sağolsunlar, umut oldular. Geride kalan akademisyenler ise bizler giderken, küçük bir azınlık dışında bu kadar sessiz kalmasaydı ya da rektörler bu kadar geniş oranda iktidarla işbirliği yapmasaydı bugün KHK’lerle böyle toplu tasfiyeler yaşamayacaktık ya da “Yahu bu yardımcı doçentlik de ne menem bir kadroymuş böyle. Üzerinde çalışılsın” söylemlerini duymayacaktık belki de. Ben iyimser kimi arkadaşlarımızın doçent yapılacaklarına dair parlak (!) öngörülerinin aksine, yardımcı doçentlik kadrosunun daha da güvencesiz hale getirileceğini, daha düşük bir kadro derecesine düşürüleceğini hatta zamanla kaldırılacağını düşünüyorum. Ya da uslu yardımcı doçentlerin doçentlik kadrosuna yükseltilip devlet nezdinde haylaz olanların kadrolarını kaybedeceklerini. Sonrasında sırasıyla doçentlik ve profesörlük kadroları… Bütün bu yaşananlar, bilindik bir örnek olmakla birlikte, Nazi zulmü sonrasında Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’in şu sözlerini getiriyor akla:
Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
Açlık grevi, onayladığım bir eylem biçimi olmamakla birlikte Nuriye Gülmen’in ve Semih Özakça’nın direnişine saygı duyuyorum. Kendilerinin de belirttiği gibi işlerinden uzaklaştırılarak zaten açlığa mahkum edilmişlerdi. KHK ile atılanlar, sadece işlerini kaybetmekle kalmıyor çünkü herhangi başka bir yerde, kamu ya da özel sektör, iş bulması imkansız hale geliyor. Ancak ne yazık ki iktidarın şimdiye kadarki kayıtsızlığı ve bu iki genç insanın, iki eğitimcinin terör örgütü mensubu olmakla suçlanması, hapse atılması bu konuyla ilgili iyimser düşünmeme izin vermiyor. Ancak yine de umarım işlerine, özgürlüklerine ve sağlıklarına en kısa zamanda kavuşurlar.
Nisan 2016’da sözleşmem yenilenmeyerek işimi kaybettikten sonra dünya genelinde risk altındaki akademisyenlerle ilgilenen kuruluşlarla iletişime geçtim. Çünkü ülkemde işimi yapmanın koşulları artık ortadan kalkmıştı. Onlara işimi kaybedişimi, iktidara yakın ulusal, bölgesel ya da yerel yayın organlarında isimlerimiz, resimlerimiz ve çalıştığımız kurumlarla günlerce nasıl hedef gösterildiğimizi, sosyal medya yoluyla aldığım tehditleri belgeleriyle kanıtladım. Sonrasında benim risk altında ve desteklenmesi gereken bir akademisyen olduğuma kanaat ettiler ve yurtdışında bir burs imkanı sağladılar. Şimdi farklı ülkelerde akademik üretimlerine devam etmek zorunda kalan birçok arkadaşımın süreci de aşağı yukarı böyle. Cumhurbaşkanının, yine aynı toplantıda dediği gibi en parlak beyinlerimizi batıdaki eğitim kurumlarına kaptırıyoruz!
Şimdi hem akademik hem de gündelik hayat anlamında özgürlüğü iliklerime kadar hissettiğim bir yerde hayatıma ve üretimime devam etmeye çalışıyorum. Bir gün ülkeme de herkesin, bütün toplumsal grupların böyle hissedebileceği günler gelirse tabii ki Türkiye’ye dönmek isterim. Orası benim dilim, ailem, arkadaşlarım; geçmişim, sevinçlerim, acılarım ve alışkanlıklarım. Bir toprak parçasını vatan yapan her şey yani.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
***
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.