KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada sekizinci öykü Mersin Üniversitesi’nden Ayşe Gül Yılgör’ün.
“Son seçim döneminde şimdi rektör olan Ahmet Çamsarı, bizim fakültedeki görüşmelerine, ilk benim odama gelerek başladı. Çünkü ortak arkadaşlarımız vardı. O gün beni ziyaret eden, ne kadar haksızlığa uğradığını, ne kadar dışarıda bırakıldıklarını, ötelendiklerini söyleyen Ahmet Çamsarı’nın sonra böyle bir muktedire, adaletsizlik ve keyfilik uygulayıcısına dönüştüğünü görmek akıl sır erdiremediğim bir durum oldu”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada sekizinci öykü Mersin Üniversitesi’nden Ayşe Gül Yılgör’ün.
Ayşe Gül Yılgör 1986 yılında Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisans eğitimini 1989 yılında aynı üniversitede, doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladı. Finansman, toplumsal cinsiyet ve feminist iktisat alanlarında uzmanlaştı. 1993 yılından itibaren Mersin Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. 29 Nisan 2017’de yayımlanan KHK ile mesleğinden ihraç edildi.
Yılgör anlatıyor:
1960 Mersin doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Mersin’de tamamladım. Ondan sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrenciliğim oldu. 1980’li yıllara denk geliyor. 1978 yılında ODTÜ’de 9 aylık bir boykot vardı. Rektör Hasan Tan’a karşı. Dolayısıyla ben de gecikmeli başladım. 77’nin eylül-ekiminde gidecektim ama 78 mayısında gittim. 12 Eylül’e kadar ODTÜ’de kimya mühendisliği bölümündeydim. Ondan sonra Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde işletme okudum, yüksek lisans yaptım. Eğitime devam etmek, akademi hevesim vardı ama o dönem denk gelmedi. Bir süre ticaret yaptım. Annemle beraber bir butik çalıştırdım. Sonra 4 yıl kadar özel sektörde çalıştım.
Mersin Üniversitesi kurulunca İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi dekanı olan Hikmet Urgancı Hocamla, yolumuz tekrar kesişti. Kendisi benim lisanstan hocamdı, “Var mısın kızım akademiye?” dedi. “Varım hocam” dedim. Kurucu dekanlar, kurucu rektör yardımcıları falan benden önce başlamışlardı Mersin Üniversitesi’ne. Ama araştırma görevlisi düzeyinde herhalde ilklerden birisiyim. Hep söylüyorum burada da söyleyeyim. Benim sicil numaram 17. O dönemde fakültemizde yüksek lisans, doktora programları yoktu. Kurucu dekanımız Hikmet Hocam “Git kızım kendine bir doktora programı bul, kazan karşıma öyle gel” dedi. Ben de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin açtığı doktora sınavına girdim ve kazandım.
O yıllar dünyada her şeyin değiştiği dönemdi. 90’lı yılların başı. Teknoloji değişti, bilgisayarlar yaygınlaştı. Neo Liberal uygulamalar ve bilgisayarların gelişimine bağlı olarak bilimin işleyiş şekli değişti. Araştırma/çalışma alanımı oluşturan finansal sistem, finansal kurumlar değişti. Bu kadar değişimi anlamlandırmak, kavramak kolay olmadı. Ama doktora eğitimimi pek zaman kaybetmeden 1998 yılında tamamladım.
Ankara’da ders yılını tamamladıktan sonra 1994 yılında Mersin’e döndüm ve üniversitede bir öğretim üyesi gibi çalışmaya başladım. Derse girdim, danışmanlık yaptım, ders programı hazırladım, bölümün ve fakültenin işleyişinin gerektirdiği tüm işlere katkı sundum. Üniversite ve fakülte o kadar küçüktü ki o zaman, ne yapılması gerekiyorsa hep birlikte ve bunu çok gönüllü yaptığımız bir dönemdi.
Ben geldiğimde hala Metropol binasının 13 ve 14. katında faaliyet gösteriliyordu. Sonra Çiftlikköy Kampüsü’ne taşındık. 2 tane bina vardı sadece. O kadar idealist ve hevesliydik ki taşınma sırasında hafta sonu herkes gönüllü olarak görev aldı. Kimisi masayı taşıdı kimisi sandalyeleri, kimisi halıları döşedi. Artık idari görevliymiş, hizmetliymiş, akademik görevliymiş hiç öyle bir ayrım yoktu. Kendi oturduğum odanın halısını arkadaşlarımla beraber serdiğim günlerden bahsediyorum. İnanılmaz bir idealizmdi. Yeni bir şey kuruyorduk. Mersin Üniversitesi’yle daha demokratik, daha özgür, bilimin kendisini özgürce ifade edeceği bir yer kurmanın hayaliyle başlamıştık.
Galiba hiçbir zaman ideale erişme olanağı yok tabii ki, ama önemli farklar vardı. Eğitim bu denli piyasalaşmamış olduğu için, hepimizin temel olarak öğrencilerimizin nasıl daha iyi eğitim yapacağı ya da bizim akademik çalışmalarımızı en verimli, en güzel şekilde nasıl yapacağımız üzerine düşündüğümüz zamanlardı. O dönemin de belirli yetersizlikleri söz konusuydu. Bu belki de bizim her zaman muhalif kimliğimizden kaynaklanıyor. Yani her zaman daha iyiyi istediğimiz için her dönemi eleştirme alışkanlığımız var galiba.
Üniversitenin kuruluşunda o dönem iktidar olan SHP ve Bakan olan Fikri Sağlar’ın etkisi olmuştu. Bazı öğretim elemanları ve Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES) üniversitede SHP’nin etkili olmasına da itiraz ediyorduk. İlişki kurulan bir sosyal demokrat parti de olsa, hiçbir partiyle bu kadar yakın ilişki içinde olunmaması gerektiğini söylüyorduk. İtirazımız üniversitenin siyasetle olan ilişkisinin bu denli organik olmaması düşüncesinden kaynaklanıyordu.
Bu dönemde Öğretim Elemanları Sendikası’nın belki Türkiye’deki en güçlü şubelerinden biri Mersin’deydi. Ufuk Uras ilk başkandı. Bizim Mersin Üniversitesi’nde ilk başkanımız, çok çok saygıyla anmamız gerekir Uluğ Nutku hocamızdı, felsefe profesörü idi. Gerçekten hem akademik anlamda hem sosyal, kültürel anlamda çok değerli şeyler yaptık hep beraber. Öğrencilerimizle iletişimimiz bambaşkaydı, öğretim elemanlarının ve öğrencilerimizin demokratik haklarını kullanmalarındaki sınırlar çok daha azdı.
Mersin’de daha sonraki değişimin hem makro hem mikro bir tartışması yapılabilir. Dünyada ve eğitim sisteminde bazı şeyler değişti bunların bir kısmı Mersin Üniversitesi’ne yansıdı. Biraz önce söylediğim gibi eğitimin piyasalaşması dediğimiz daha doğrusu kamu hizmetlerinin piyasalaşması dediğimiz şeyin eğitime yansıması bu bozulmanın, değişimin, dönüşümün bir faktörüydü belki. Onun dışında da bizim kendimize özgü koşullar değişti. Tıp Fakültesi’nin, Mersin Üniversitesi çalışanlarının istememesine rağmen açılmasından sonra yönetimin sürekli tıp fakültesinden gelen kişilerce yapılması da üniversiteyi değiştirdi.
Tıp fakülteleri her zaman kaynağın büyük kısmını alan fakültelerdir. Mersin Üniversitesi daha yeni kurulmakta olan bir üniversiteydi. Diğer fakültelerin fiziksel yapı, kadro, laboratuvar, kütüphane vb. olanakları ve a da üniversitenin sosyal imkânları henüz çok sınırlıydı. Tıp Fakültesi’nin açılması halinde kaynakların oraya aktarılmasından, diğer fakültelerin daha geri kalmasından, gelişememesinden, öğretim kadrosunun oluşturulamamasından endişelenilmiş ve bu nedenle erken bulunmuştu. Tıp Fakültesi’nin açılması akademik kadroyu ve idari yapıyı değiştirdi. Rakamları şimdi çok hatırlamıyorum ama çok az oy olmasına rağmen Uğur Oral’ın atanması Mersin Üniversitesi’nde otoriteryan yönetimin başlangıcıydı. Oral’dan sonra Süha Aydın Hocanın iki dönemlik yönetimi tekrar göreli demokratik hakların kullanıldığı bir dönem oldu.
AKP iktidarının ilk yıllarında iktidar baskısını çok fazla hissetmedik. Belki tersten başörtülü öğrencilerin okula, derslere alınmaması konusunda Süha Hoca’nın ilk rektörlük döneminde çok net bir tavır vardı. Ben kendi adıma öğrencilerimin başörtüsünü tercih etmemesini dilemekle beraber bunu seçen öğrencilerin eğitiminden mahrum kalmamaları gerektiğini düşündüm. Kişisel tercih olarak bunu söyleyerek bu sefer de o yönetim tarafından eleştirildim.
Sadece başörtüsü konusunda değil, toplumun bazı kesimlerinin değersiz, öteki, dışlanmış, görünmez kılındığı her noktada ortaya çıkan mazlumluk ya da hakkı yenmişlik durumunun hep AKP’nin işine yaradığını düşünüyorum. Baskı altında tutulanlar bunun üzerinden siyaset yapma fırsatını buluyor. Aslında içerikten öte o baskının karşısında duruş varlık nedenini oluşturuyor.
Rektörlük seçimi dönemlerinde tüm rektör adayları odalarımızda bizi ziyaret eder, vaatlerini anlatırlardı. Son seçim döneminde şimdi rektör olan Ahmet Çamsarı, bizim fakültedeki görüşmelerine, ilk benim odama gelerek başladı. Çünkü ortak arkadaşlarımız vardı. O gün beni ziyaret eden, ne kadar haksızlığa uğradığını, ne kadar dışarıda bırakıldıklarını, ötelendiklerini söyleyen Ahmet Çamsarı’nın sonra böyle bir muktedire, adaletsizlik ve keyfilik uygulayıcısına dönüştüğünü görmek akıl sır erdiremediğim bir durum oldu.
Barış için akademisyenler zaten bir süredir faaliyetlerini sürdüren bir yapıydı. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metni kolektif bir çabayla, oluşumla metin ortaya çıktı. Çoğumuz imza kampanyalarının gerçek eylemlerin yapmanın yerini aldığını ve dolayısıyla artık imza kampanyalarına katılmayacağız diye düşündüğümüz bir dönemde. Daha önce onlarca metni imzalamıştık, bu metnin bu denli büyük tepki yaratacağını düşünmüyorduk. Ama sanıyorum aslında var olan ve var olduğunu çeşitli kesimlerin bildiği bazı gerçekleri açıkça söylediği için bu kadar büyük tepki aldık ve hedef olduk.
Türkiye daha önce de böyle baskıcı dönemleri yaşadı ama o dönem iletişim araçları bu denli etkili olmadığı için yaşananlar tam olarak yansıtılamadı kamuoyuna. Ama 2 yıl önce yaşananlar tam da iletişim çağının ortasında yaşandığı için, aslında açık belirgin bir şekilde yaşanıyordu. Çok üzücü, keskin ve can yakıcıydı. Böyle bir döneme denk geldi ve hiç dolandırmadan sözünü söyleyen bir metindi. Metin üzerine tartışılabilir tabii ki. Benim de içinde olmasını istediğim başka ifadeler vardı, başka tür bir söylemin seçilmesi düşüncem vardı. Fakat bazen öyle şeyler oluyor ki, uzun uzun tartışmaya kalkıştığınızda süreci kaçırıyorsunuz. İmza süreci de öyleydi. Hayır, henüz bunu kamuoyuyla paylaşmayalım biraz daha tartışalım vs diyecek bir dönem değildi. Dolayısıyla bazı eksiklikleri olduğunu bilmeme rağmen metni imzaladım. Sivil halka karşı güvenlik güçlerinin orantısız güç kullandığı bir dönemdi. Bunun muhatabı olan devlete; sivil halk zarar görmesin, güvenlik güçleri kastını aşan, orantısını kaybeden bir kuvvet uygulamasın, savaş koşulları ortadan kalksın, yakın bir geçmişe kadar sürdürülmekte olan barış görüşmelerine geri dönülsün, diyen bir çığlıktı. Bu çığlık ya o zaman ses bulacaktı ya da hiçbir zaman.
Bize, akademisyenlere, sizin işiniz bu değil deniyor. Peki, kimin işi? Akademisyen soru soran, yanlışı ortaya koyan, bunun çözümü için önerilerde bulunan ve kendisi bundan çekinmeden taraf olabilen kişidir. Akademisyen sadece girip ders anlatan, akademik yükselme için makale yazan kişi değildir ki. Toplumun çeşitli kesimlerine ki bunun içerisinde devlet de vardır, yanlışları vurgulayan, bu yanlışın ortadan kaldırılması için önerilerde bulunan, değiştirmeye gücü yetmiyorsa, “ben bunu gördüm ama tarafı değilim”, “ben bunun izleyicisi ve kabullenicisi olmayacağım” diyen, ortada suç varsa, ”bu suça ortak olmayacağım” diyen kişidir. Bu tabii ki akademisyenin işiydi ve bundan sonra da öyle olmaya devam edecek.
Bu imzanın bu kadar büyük değişimlere, kıyıma yol açacağını tahmin etmedik. İmzaların kamuoyu ile paylaşıldığı günlerde, henüz 15 Temmuz, KHK falan yokken, sözleşme yenileme zamanı gelen 2 yardımcı doçent arkadaşımızın sözleşmesinin yenilenmemesi durumu ortaya çıktı. Bu durumda biz 4 profesör 1 doçent, Ahmet Hoca’dan randevu aldık. Kendisine sözleşmelerin yenilenmemesinin imza sürecinin ayrılmasının gerektiğini, arkadaşlarımızın akademik kriterlerini yerine getirdikleri halde sözleşmelerinin yenilenmediğini söylediğimizde, “suçlu olduğumuzu” söyledi. Biz de Hocaya “siz uzmanlığı tıp olan bir kişisiniz, buna karar veremezsiniz çünkü bu hukuki olarak oldukça üzerine tartışılabilecek bir konu. Siz suç diyorsunuz biz ifade özgürlüğü olarak isimlendiriyoruz” dedik. Ahmet Çamsarı, “Hayır, siz suçlusunuz. Siz devlete karşı suç işlediniz. Konu vatansa gerisi teferruattır” diyerek, hiçbir araştırma görevlisinin, yardımcı doçentin ve uzmanın sözleşmesini yenilemeyeceğini söyledi. Hiçbir hukuki ve idari soruşturma süreci yaşanmadan, kişisel olarak vardığı yargıya dayanarak, rektörlük yetkisinde olan atamalar konusundaki tavrını ilk günden, açıkça ortaya koydu.
Doçent ve profesörler daimi kadroda çalıştıkları için, bizler için 29 Nisan 2017 KHK’sına kadar kişisel inisiyatif kullanamadı. KHK’da da onun bir talebinin, işaret etmesinin etkisi olduğunu düşünüyoruz. Bu şekilde, bir sene boyunca her ay bir arkadaşımızı yolcu ettik. Akademik olarak yeterliliğini tamamlamasına rağmen, bulunan sudan bahanelerle ve hukuka aykırı uygulamalarla.
Mersin’den KHK öncesi sözleşmesi yenilmeyerek atılan bazı arkadaşlarımızın yurt dışına çıkabilmesi şans olarak adlandırılıyor. Oysa o gidiş kişinin hür iradesi ile olunca bir şanstır. Mecbur kalınca bu zorunlu sürgündür. Kimse gerçekten bu arkadaşların nasıl bir zorunluluk hali yaşadığını bilmiyor ki. Yani bir ülkenin zorunlu mültecisi olmak, hiç kolay olmasa gerek…
Biz çalışmayı seven insanlarız. Yurtdışına giderek çalışmalarını devam ettirme imkânı buldular diyebiliriz. Nasıl adapte oldular, yalnızlıkla nasıl başa çıkıyorlar, Türkiye’de arkada bıraktıkları aileleri, arkadaşları, sevdikleri ya da ülkelerinin gidişi hakkında kafalarını ne kadar rahatlatabiliyorlar ve bu çalışmalarına devam edebiliyorlar onu bilmiyorum. Biz kalanlar, sonuna kadar da üniversitede kalmayı tercih ettik. Her ay bir arkadaşımızı gönderiyor olmak bizim için çok zordu, travmatik bir olaydı. Giden açısından da travmatik idi kuşkusuz.
Akademiden keskin bir direniş beklemiyordum ama en azından profesör düzeyindeki insanların, (çünkü her şey bir tehdide dönüşüyor, en ufacık bir muhalefet, hak ettiği kadronun verilmemesi, birtakım başka haklarının gaspına sebep oluyor) rektörü keyfiliği ve adaletsizliği konusunda uyarmasını beklerdim. Profesörler birbirinin yaşıtı, arkadaşı, sosyal ortamlarda bir araya geliyorlar. Hele tıp fakültesindeki hocaların hepsi birbiriyle çok yakın arkadaş, kapısını çalıp “yanlış yapıyorsun, hukuk devleti ilkelerine uymuyorsun, yapma bunu, vebali büyük olur” demelerini bekliyordum. Ya da bazı idari görevlerin terk edilmesini, bazı arkadaşlarımızın aynı ekipte olmak istemediklerini göstermelerini, yapılan bu uygulamaların haksız olduğunu, dolaylı ya da dolaysız bunun içinde olmak istemediklerini söylemelerini bekliyordum açıkçası.
Fakülteler bazında daha aktif ve daha net tavırlar bekliyordum. En çok İİBF ve İletişim Fakültesi’nden işten atılma oldu. Her iki fakültede de çoğu kişi çok üzüldü aslında. Çünkü biz fakültelerinde sevilen insanlarız. Hem insani hem akademik olarak. Öğrencimiz sever çünkü derslerimizden ödün vermeyiz ama bunu yaparken öğrencimizi insan olarak, birey olarak önemseriz. Kurduğumuz ilişkiler onları değerli bulmamız üzerinedir ve sadece dersle sınırlı değildir. Hiçbirimiz siyasi görüşümüzü sınıflara taşımayız. Sosyal bilim bizim yaptığımız. Sınıflarımız, herkesin görüşünü ifade edebileceği bir tartışma ortamıdır. Görüşlerinden dolayı kimsenin ödüllendirilmeyeceği ve kimsenin cezalandırılmayacağı sınıf ortamlarımız vardır. Bunu öğrencimiz de bilir diğer arkadaşlarımız da. Dolayısıyla kimseden kendini riske atmasını beklemiyorum tabii ki ama hakların daha kararlılıkla ve daha ilkesel olarak savunulmasını bekliyordum. Bu Ayşe Gül, Ulaş, Bediz meselesi değil. Bir akademisyenin hakları, emeği, yıllarca ortaya koyduğu çabasının savunulması anlamında biraz daha destek bekliyordum.
Ben ihraca kadar sınıfa, öğrencilerime hiç götürmedim bu konuyu. İmzayı atmamla ihraç edilmem arasında yaklaşık bir buçuk yıl var. 29 Nisan 2017 Kararnamesi’nde ihraç edildim. Dolayısıyla onlar benim nasıl bir risk altında olduğumu bilmiyorlardı. Benim doğrudan doğruya süreç içerisinde bu anlamda öğrenciyle bir ilişkim olmadı. Ama ihraçtan sonra bilmiyorum şimdi sesim titremeden, gözüm dolmadan anlatabilecek miyim? Lisans sınıfıma gittiğimde zaten bir matem havası vardı. Çok da üzmek istemedim onları ama vedalaşmadan da gitmek istemedim. Onlara süreci anlattım, artık onlarla birlikte olamayacağımı, yapmak istediğimiz şeyin olumsuz bir niyetinin olmadığını, sadece insanların barış içinde, kavgasız, savaşsız bir ortamda yaşamasını istediğimiz için böyle bir şeye kalkıştığımızı, hiçbir şekilde şiddetle ilişkisi olmadığını söyledim. Ben bunları konuşurken onların da yavaş yavaş gözlerinin dolduğunu, kiminin hıçkırdığını gördüm. Benim de açıkçası pek çok kere sesim titredi. Sonra kapıda durdum, her birini tek tek kucakladım. Bir tanesi “Hocam hiç tanımadığınız insanlar için işinizden oldunuz” dedi.
Ondan sonra da bir hafta boyunca kitap toplamaya vakit bulamadım. 1 hafta boyunca okula gittim kitaplarımı toplayacağım diye ama öğrencilerin, üniversitenin çeşitli kesimlerinden arkadaşların, şehrin değişik yerlerinden ya emekli hocalar bile gelip geçmiş olsun ziyaretleri günler boyunca sürdü. Ben saat 5 buçuktan sonra öğrencilerin desteğiyle kitap topladım.
Aslında tepkilerini gösteremeseler de öğrenciler ve arkadaşlarımız bizleri biliyorlar. Biliyorlar ki biz kötü bir şey yapmadık, kötü bir şey yapmayız. Artık Türkiye ve Mersin Üniversitesi tamamıyla keyfiyetle yönetilen bir yer haline geldi ve bunun içerisinde de bize piyango vurdu. Dolayısıyla ben hiç yalnız ve dışlanmış hissetmiyorum kendimi. Tam tersine üniversitede arkadaşlarımın çoğu hala arıyorlar, soruyorlar ve öğrencilerimin mesajları bitip tükenmiyor. Dolayısıyla arzu ettiğimiz destek yoksa bile örtük bir destek çok belirgin vardı.
Eğitim çok stratejik bir nokta. Toplumun yeniden üretilmesinin temel aracı eğitim. Dolayısıyla eğitimin içeriği ve eğitimi veren kadrolar aslında toplumu şekillendiriyor. Eğitimle uğraşan kesimin biat eden, iktidarla uyumlu, sorgulamayan, tartışmayan, verileni olduğu gibi uygulayan kişilerden olması eğitim sistemini yönetilebilir, toplumun da istediği gibi şekillendirilebilir hale getirecek. Bunun için de biat etmeyen eğitim kadroları öncelikle atıldı.
Akademi tam bir tasfiyeye uğradı. Bunu için de daha ciddi bir direniş örgütlenebilir miydi bilmiyorum ama örgütlenmeliydi. Hepimiz biraz daha fazla bir şeyler yaparak bu muhalefeti yükseltebilirdik. Görünen bir şey var ki KESK veya diğer muhalif kesimler süreci yeteri kadar örgütleyemediler. Oldukça uzun bir zamandır örgütlü yapılarımızın kan kaybettiği düşünülünce, bunun koşulları var mıydı, emin olamıyorum. Nuriye ve Semih bedenlerini de ortaya koyarak bir direniş başlattılar. Çoğumuz, cezaevlerinde çok özgül koşulların dışında, insanın kendini yok etmeye yönelik bir eylemini içimize sindiremiyoruz. Ama belli bir aşamadan sonra onu tartışacak halimiz kalmıyor. Demek istediğim kimse kendini yok edecek bir eylem yapmasın. Biz dışarının olanaklarıyla başka eylemler yapalım. Ama belli bir noktaya geldikten sonra da artık bunun tartışılması koşulları ortadan kalkıyor. Maalesef, hem KHK sürecinde, hem bununla beraber pek çok anti demokratik uygulamada, en son da Nuriye ve Semih’e yapılanlarda örgütlü olarak sahip çıkamadık maalesef.
Atılmalar ilk başladığında kendi içimizde maddi dayanışma yapmıştık, atılmalar çoğalınca KESK’in yaptığı maddi dayanışma süreci katlanılabilir kılıyor yaşayanlar açısından. Ben bu sürecin dayanışmayı tekrar canlandırması açısından kıymetli olduğunu düşünüyorum. Belki iktidara karşı koymayı yeteri kadar yapamadık ama hem mikro dayanışmalarımız, hem de daha büyük çaplı dayanışmalarımız bu dönemin belki de önemli yanlarından birisi olacak.
Ben hep atılmaya hazırım diyordum ama öngörüm KHK gününe kadarmış. KHK’dan sonrası için hiçbir öngörüm, kurgum yokmuş. O güne çok hazırdım. Ondan sonrası için bilemiyordum nasıl olacağını. Ailemin de zaten bildiği bir süreçti. Sadece telefonu açtım ve “işte o gün bizim için de gerçekleşti” dedim. Sürecin başından beri ailem duruşumu, bildirimizi, karşı çıkışımızı biliyordu ve sonuna kadar destekliyorlardı. Dolayısıyla benim açımdan büyük bir aile sorunu yaşanmadı. Tüm çevrem, yakınlarım, arkadaşlarım, komşularım, “aman bu işin sonunu bırakmayın, hukuksal mücadelenizi sonuna kadar sürdürün” vb. sözlerle destek veriyorlar. Zaten biz de öyle yapacağız.
Biz atıldıktan sonraki ilk hafta yoğun telefonlarla geçti. Telefonla kaç kişi ile konuştuğumu, kaç mesaja cevap verdiğimi bilmediğim birkaç günün ardından ne yapabileceğimizi düşünmeye başladık. KHK ile ihraç edilen tüm arkadaşlarımızın kütüphanesi ile elimizde binlerce cilt sosyal bilimler kitabı vardı. Zaten KHK’dan önce bu kitapları ne yapacağız diye düşünüyorduk. Bu kitapları gençlerin faydalanabileceği (özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin) bir şekle dönüştürelim istiyorduk. Ama bunu nasıl yapacağımız konusu çok net değildi. Belki yerel yönetimlerden bir yer isteriz vs düşünüyorduk. Hepimiz birden işsiz kalınca konu bir başka dönüştü. Aynı KHK ile birlikte atıldığım Ulaş Bayraktar arkadaşım ilk haftanın sonunda aradı ve “sana bir fotoğraf gönderiyorum, böyle bir yer var kütüphane kuralım mı?” dedi. Baktım fotoğraflara, olur dedim. Daha hiç atılmanın detaylarını konuşmadan, bunun üzerine tartışmadan, onun duygusal alt üst oluşunu yaşamaya fırsat bulamadan kendimizi birdenbire bir kütüphane kurma telaşının içinde bulduk. Bunu yarı ticari bir faaliyet olarak yürüteceğiz. Yarı ticari faaliyetten kastımız bir işletme olduğu, maliyetleri olduğu için kendisini döndürmesini hedefliyoruz. Bunun için de kafe bölümünde bazı şeylerin satışı yapılacak. Ama oranın esas olarak birlikte çalışmanın, üretmenin, yan yana durmanın bir mekânı olmasını hedeflediğimizi unutmadan yapacağız bunu. Şimdi bunun hazırlanışı içerisindeyiz.
Kütüphanemizin açılışı için 1 Eylül Dünya Barış Gününü hedefliyorduk. Fakat bayram tatiline denk geliyormuş o yüzden biraz erteleyeceğiz. Gençlerin gelebileceği, birlikte çalışacağımız, çalışmalarına yöntemsel olarak destek sunacağımız, bizim de onlardan çok şey öğreneceğimiz, birlikte üreteceğimiz güzel bir yerimiz olsun diye çaba gösteriyoruz.
Dolayısıyla “iyi bir şeye mi yol açıyor” diyeceksiniz, biraz önce yurt dışına gidenlerde olduğu gibi. Akademi aslında kalması zor bir yer haline gelmişti. Artık öğrencinin, yapılan derslerin ve araştırmaların niteliğinin çok önemsenmediği, her şeyin piyasalaşma üzerine kurulduğu (yaz okulları, 2. eğitimler, uzaktan eğitimler vb.) akademik personelin birçoğunun yaptığı işin parasal karşılığının olup olmamasına göre değerli bulduğu bir yer haline geldi. Ben işletme kökenliyim. Benim bölümüm ticarileşmenin öncülüğünü yaptı. Ben hep dışında durmaya çalıştım bunların. Dolayısıyla bu koşullarda zaten akademide kalmak çok mantıklı gelmiyordu. Ancak yine de doğru bildiğini hayata geçirmek, gençlerle yüz yüze olmak, onlara kendi değerlerimiz çerçevesinde, “başka bir eğitim anlayışı da var, eğitime bakışta farklılar var” demek bile başlı başına bir anlam ifade ediyordu ve onun için kalıyorduk. Dolayısıyla kaybettiğimiz akademi, kaybettiğimizden dolayı çok üzüldüğümüz bir yer değil.
Ama yine de kuruluşundan beri 24 yıldır hizmet verdiğim üniversitemden, hem de tamamıyla keyfi bir uygulamayla ihraç edilmeyi içime sindiremiyorum. Hiçbir sebep gösterilmeden, hiçbir savunma hakkı tanınmadan, yargıya başvurma yolları kapatılarak bu şekilde görevimden mahrum bırakılmak da tabii ki beni çok mutsuz ediyor, üzüyor, öfkelendiriyor.
Komisyona itiraz başvurumu yaptım ama bir sonuç elde edebileceğimi sanmıyorum. O bize sadece iç hukuku tüketmenin ve AİHM’ye gitme olanağı sağlar. Hukuki süreci sonuna kadar sürdüreceğiz. Hep şunu söylüyorum. 24 yıl 2 gün için o üniversiteye döneceğim. Kalır mıyım, hocalığa devam eder miyim bilmiyorum, ama yaptığım hizmetin üzerine 2 günü ekleyeceğim sonra kendi isteğimle ayrılacağım. Sonuç olarak, hayatımız alt üst olmuş değil ancak çok sevdiğimiz bir işten (akademi bir iş değildir aslında bir idealdir), öğrencilerimden mahrum bırakılmış olmayı tabii ki biraz hüzünle biraz öfkeyle karşılıyorum. Ama akademi dört duvarla sınırlı bir yer değil ki. Yine okuyacağız, yine yazacağız.
Biz zaten dayanışma akademilerine başlamıştık. Geçen sene 10 ders yaptık. Bunlara devam edeceğiz. Öğrencilerimizle yine birlikte çalışmaya devam edeceğiz. Yani bizim üretimimizi üniversiteyle sınırlayamayacaklar. Yoğun ders yükü bizler kampüslerin içine hapsediyordu. Şimdi belki üniversiteleri şehirlerin dört bir yanına taşımış olacağız. Eğer her şerden bir hayır arayacaksak belki de bu olabilir. Dayanışma akademileri, sokak akademileri, Türkiye’de değişik illerde akademileri faaliyet göstermeye başladı. Onları ortaklaştıracağız, birlikte bir şeyler yapacağız, birbirimizin çabasına katkıda bulunacağız. Pek çok yeni şey çıkacak. Çünkü özgür düşünce, bilim, adalet, barış umudumuzu hiç kaybetmedik.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
***
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.