“Varımızla yoğumuzla mesleğimizi icra etmeye çalışıyoruz. Ona bile izin vermiyorlar”
“10 Ekim Ankara travmasından bir yıl sonra 29 Ekim 2016’da işimden atıldım. 10 Ekim travması nedeniyle bir yıl boyunca ‘Hayat nedir? Hayat anlamlı mıdır? Ben neden çalışıyorum? Neden doktorluk yapıyorum?’ gibi sorularla hep iç sıkıntısı ile yaşıyordum. Bu iç sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Üstüne küt diye atılma da eklenince bu sefer nefes dahi alamaz oldum. Varımızla yoğumuzla mesleğimizi icra etmeye çalışıyoruz. Ona bile izin vermiyorlar”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada üçüncü öykü 29 Ekim 2016 KHK’sı ile ihraç edilen, toplumsal muhalefetin emektar isimlerinden hekim Mehmet Antmen’in.
Mehmet Antmen, 1962, Mersin doğumlu. İlk ve ortaöğretimini Mersin’de, Üniversite eğitimini Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı. Hekimlik hayatının 3 yılı Malatya Akçadağ’da, 20 yılı Adana’da (aradaki sürgün yıllarını saymazsak) son 7 yılı da Mersin’de geçti. İki çocuğu var. Halen işyeri hekimliği yapıyor.
Antmen anlatıyor:
29 Ekim 2016 KHK’sı ile kamudan ihraç edildim. 1. KHK’ da genelde “FETÖ’cü” iddiası ile suçlananları atmışlardı. 7 aydır hangi illegal örgütle bağlantım var da atıldım bilemiyorum. Ertesi gün tebligat yapsınlar diye işe gittim, yapmadılar. 10-15 gün sonra “Aile Hekimliği sözleşmemiz iptal edildi” diye bir şey imzalattılar. ÖDP Fahri üyesiydim, Birleşik Haziran Hareketi için emek harcayanlardanım, 1990’dan beri sendikaların içindeydim, SES Şube Başkanlığı yaptım, Türk Tabipler Birliği aktivistiyim, 1995’ten sonra da yıllarca TİHV’de (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) profesyonel olarak çalıştım. Bu yasal ve meşru örgütler dışında bir örgütüm yok. Atılmamın örgütlerle değil yaşantımla alakalı olduğunu düşünüyorum.
12 Eylül 1980 sabahı, Mersin’den Adana’ya gitmek için yola çıktım. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptıracaktım. Sokağa çıkar çıkmaz askerler çevirdi. ‘Darbe olduğunu, sokağa çıkma yasağı olduğunu’ söylediler. Dört gün sonra okula kaydımı ancak yaptırdım. 1980’den 84’e kadar okulda yaprak kıpırdamıyordu. Daha önce politikayla çok bağlantım yoktu, üniversiteye başladığımda 17 yaşındaydım. Hani Yılmaz Erdoğan’ın bir sözü var ‘ kıçımıza batan platonik dikenler dışında bir şeyimiz olmadı ’ diyor ya bana batan diken de yoktu! Okula ilk başladığında öğrenci temsilcisi seçimi vardı. O yapılacakken darbeciler iptal etti. Benim o zamanki siyasi hayatım başlamadan bitti! 1984’te öğrenci dernekleri kurulması tartışılmaya başlandı. Ben Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği Kurucu Başkanı oldum, 1 yıl sürdürdüm, daha sonra seçimle bir başka arkadaşa devrettim.
Mecburi hizmetten sonra atandığım Akçadağ’da Kaymakamla tartışmalarım oldu. ANAP dönemiydi, Fak-Fuk-Fon vardı o zaman, Sağlık Müdürü’nü temsilen toplantılara katılıyordum. Alevi köylerinden gelen başvurular reddediliyor, Sünni köylerinki kabul ediliyordu. ‘Herkese eşit davranın’ dediğim için kaymakamla sürtüşme yaşadık. Böyle durumlarda kaymakam ‘ Bir sonraki toplantıya sen gelme’ diyordu. Bu itirazlarım nedeniyle başka bir olayı bahane ederek beni açığa aldılar. İlçede doktor kalmadı. Bir hafta sonra göreve iade edip Pötürge’ye sürdüler.
Sonra eş durumundan dolayı Adana’ya geçtim. Adana’da bir yıl Yumurtalık ilçesinde çalıştım. Kaymakam demokrat bir insandı, Kenan Evren’ in damadı olduğu da söyleniyordu. Hayatımda soruşturma geçirmediğim tek yıl oradadır!
1991 de Adana merkeze geldim. Tüm Sağlık Sen’de yönetici oldum. Sendika çok hızlı çalışıyordu. O süreçte en büyük sorun Kürt sorunuydu. Bu aramızda da çok tartışılıyordu. 93 yılında ‘üyelerimiz ne düşünüyor bu konuda’ diye anket yaptım. İstatistik hocalarından anketin nasıl yapılacağına ilişkin bilgiler aldım. Özellikle ‘ne sorarsam tarafsız bir anket yapmış olurumun’ hassasiyetiyle çalışmalara başladım. Üniversiteden epeyce destek aldım. Anketlere başlamadan önce idarecilerden şifahen izin aldım. ‘Tamam yapabilirsin dediler’ ama iki ay sonra kendimi ceza evinde buldum. Suçum ‘örgüte yardım ve yataklık’. Anket yapıyorsun içinde Kürt sorunu geçiyor diye sana dava açılıyor tutuklanıyorsun. Aynı şeyleri Erdoğan çözüm sürecinde çıkıp bas bas bağırdı: ‘Kürtler de insandır. Bugüne kadar sizleri yok saydılar’ dedi. Bunları ben 93 yılında söylemişim. Mehmet Ağar ve Çiller dönemi… Yargısız infazlar, döneme damgasını vuran uygulamalardı.
İlk mahkemede bırakıldık tutuksuz yargılanmak üzere. Son mahkemede yardım ve yataklık olmadığını anladı hâkim ve savcı. O zaman meşhur bir 8. madde vardı, Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi, o maddeden 20 ay ceza verdiler. Avukatım şimdi CHP milletvekili olan Şenal Saruhan’dı. Adana’da DGM yoktu. Bu sebepten Malatya’da yargılandık. Elbistan Cezaevinde yattık. Malatya’dan beni süren kaymakam Malatya’da yargılanıp, Elbistan’da hapis yattığımı duysa ağzı kulaklarına varırdı herhalde! Sonra bu konu üzerine disiplin soruşturması da açtılar. Hastanede siyaset yapmaktan beni memuriyetten attılar. O dönemden 1-1,5 yıl sonra Yargıtay’da hiçbir suçumuzun olmadığı anlaşıldı. Suçun unsurlarının oluşmadığı, anketlerin çoğu dağıtılmadığı gerekçesiyle beraat ettik. O beraat kararıyla da idare mahkemesine gittim. Daha önce dava açılmıştı. Kararı gösterince işe geri döndüm. Bir buçuk yıl ihraç edilmiş olarak kaldım.
1995 yılının Eylül ayı gibi geri döndüm. Tam o dönemde de İnsan Hakları Vakfı’nda profesyonel olarak çalışmaya başladım. Gözaltında, cezaevinde işkence görenlerin tedavisini yapıyordum. Üç ayım hapishanede geçti. 1 ay Adana, 2 ay da Elbistan cezaevinde yattım. Şöyle bir şey olmuş, biz bir hemşire arkadaşla gözaltına alındık. Sorgularımız yapıldı. Bizi eve gönderdiler. Tutuklanacağımızı düşünmüyorduk. Bir tek sorgu sırasında gözümüzü bağladılar. Başka bir baskı ile karşılaşmadık. Rahatlıkla konuştuk. Ertesi gün gelin dediler. Gittik. Mahkemeye çıktık. Savcı tutuklanmamızı istedi. Ama mahkeme gerek yok dedi. Dava açıldı ve tutuksuz yargılandık. Aradan 2-3 ay geçti Adana DGM’den TUTUKLULUĞUMUZUN DEVAMINA diye bir karar geldi. Tutuksuz yargılanıp, tutukluluğumuzun devamına diye bir kararın gelmesi hayli trajikomik bir durumdu. Üstelik Polis bizi iki ay aramış bulamamış! Nerde aramış ve bulamamış anlayamadık. Çünkü evimiz belli işimiz belli! Diğer arkadaşı gözaltına aldılar. Niçin gözaltına alınıyor diye sormaya gittim. Beni de aldılar…
İlk Mahkemem 11 Nisan’daydı ve ben 21 Mart Nevruz günü yakalandım. 25 günlük bir süre içinde bizi Malatya’ya götüremediler. Mahkemeye yetişemediğimizden de üç ay hapis yatmak zorunda kaldık. Ben geri döndükten sonra 98-99 yılına kadar sendikayla ilgili ‘hastanede gürültü yapmaktan’ ve ‘iş bırakmaktan’ vb saçma sapan nedenlerle idari cezalar verildi. Onun dışında ciddi bir soruşturma olmadı.
Bir tek 1995 yılında cezaevinden yeni çıktığımda Ankara’ya eyleme gideceğiz. Trenle gitmeye karar verdik. Ankara’ya giderken bizi Adana çıkışında durdurdular. Bomba ihbarı almışlar. İki saat treni beklettiler. Bir şey bulamadılar. Bu da enteresan, bulamadıkları bombayı kim koymuş olabilir diye kimliklerimize bakmaya başladılar. Ben kimliğimi gösterince “vay sen misin?” diye beni hemen aldılar. Benimle birlikte beş kişiyi aldılar. Benim dışımdaki dört kişi durumuma itiraz etti diye alındı. Tren gitti. Biz kaldık. Emniyete gittik. Dört kişiden biri de eşimdi. Beni ve eşimi Emniyet Müdürlüğü’nde serbest bıraktılar diğer üç kişiyi aldılar. “Onlar sadece benim durumuma itiraz ettikleri için buraya getirildiler niçin bırakmıyorsunuz arkadaşlarımızı?” dedim, “sen onları bilmezsin onlar terörist” falan gibi saçma sapan şeyler söylediler. Böylelikle bir emniyete alınma – serbest bırakılma yaşadık. Ancak hemen ardından yine idari soruşturma açtılar. Gerekçe “İzinsiz il dışında çıkma”. Oysa gözaltına alındığım için çıkamamıştım il dışına. Tabii ne söylersen söyle, soruşturma açınca ceza da şart. Mahkemeye başvurdum ve cezayı “suçun unsurları oluşmadığı” gerekçesiyle iptal ettiler.
1999 yılında bana bir soruşturma açtılar. Soruşturma tamamen hastalarla ilgili… Benim doktoru olmadığım bir hasta ölmüş. Ama ona bir ara ben de bakmışım. İlgim bundan ibaret. Orda herkese soruşturma açtılar. Beni ise ‘hastanın ölümüne sebebiyet vermekten’ sürgüne gönderdiler. Hastanın asıl doktoru idari ceza alıyor. Beni sürgüne gönderiyorlar. Bu konuyla ilgili yargılama da oldu. Sonra beraat ettim. 94-95 de işe geri dönmemin intikamını almaya çalışıyorlardı. Bu durum da ellerine bir fırsat verdi. Bolu’nun Kıbrısçık ilçesine gönderdiler beni. Mahkemeye verdim. Kazandım ve geri döndüm. Aynı olayla ilgili bu defa Bilecik’e gönderdiler. Bilecik’te de mahkemeye verdim.Bu defa kazanamadım. Bu olaylar DSP-MHP koalisyonunun son dönemlerine denk düşüyor. Üç yıl dönemedim.
Sonra AKP geldi iktidara. Abdullah Gül Başbakan o zaman. Ben İnsan Hakları Vakfı’nda çalışıyorum. İnsan hakları konusunda AKP oldukça iddialı. Vakıf ve Başbakan arasında yapılan görüşme sonucu üç yıllık bir aradan sonra Adana’ya geri dönebildim.
2005 yılında SES (Sağlık Emekçileri Sendikası) Adana Şube Başkanlığı’na seçildim. 6 yıl Adana’da SES’de sendikacılık çalışmaları yürüttüm. O dönem sağlıkta yıkım politikalarının hızla yayıldığı, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası, SSK’ların sağlık bakanlığına devri, sağlık ocaklarının kapatılıp aile hekimliklerinin açılacağı, şehir hastanelerinin kurulacağı söylentileri gündemi çok meşgul ediyordu. Ve bizler 16 saat sendikacılık yapıyorduk. Bunun büyük bir kısmı sokakta ve işyerinde geçiyordu. Adana Eğitim-Sen’de Güven hoca vardı (Güven Boğa da KHK ile ihraç edildi). Onun başkanlığıyla benim başkanlığım aynı döneme denk geldi. İkimiz birlikte Adana’nın altını üstüne getirirdik. Polis trafiği tıkamayın derdi. Biz de şu şartı koyardık; ‘Bak trafik tıkanmayacak araçlara yol vereceğiz. Ama kaldırımdan da yürümeyiz.’ Bizi tanımayan bir emniyet müdürü gelirdi, “Kaldırama kardeşim kaldırıma” diye uyarırdı, biz yolu keserdik ve asla kaldırımdan yürümeyeceğimizi trafiği de engellemeyeceğimizi söylerdik. Yeni gelenler başta postasını koymaya çalışırdı ama bakardı biz dik duruyoruz, eylemlerde bize alışırlardı. 6 yıl boyunca hep yolda yürüdük. Ve çok kitleseldi eylemlerimiz. Böylelikle altı yılımızı evimizden çok sendikada ve sokakta geçirdik. Ve bu durumda ailemle büyük sorunlar yaşadım. Günün 16 saatini dışarıda geçirince, evine, eşine, çocuklarına zaman ayırabilmen çok mümkün olmuyor…
2011 yılında Mersin’e geldim. Mersin’e geldiğimde sendikadan çok Tabip Odası ile ilgilenme kararı aldım. 2012 yılında Mersin Tabip Odası’nın yönetimine seçildim. Tam dört yıl orda yöneticilik yaptım. 2016 yılının mayıs ayında görevi bıraktım. Mersin’de sendikada sadece üye olarak bulundum. Adana’da ki durumun tam tersi oldu. Orada da TTB’nde sadece üye olarak bulunmuştum. Mersin’de Tabip Odasında yöneticiyken de emniyetle sıkıntı yaşamıyorduk.
Bizim her yıl Mustafa Özenç anmalarımız olur. Ben de Adana’da yaşadığım süre içerisinde her yıl organize etmeye çalışırdım.(Mustafa Özenç’i bir defa görmüşlüğüm var.Abimlerin arkadaşıydı. Öyle bir tanışıklığım var sadece. 1991 yılında tahliyeler olana kadar Özenç’in mezarını bulamadık. Epey mezarını aradık. 1992’den bu yana Özenç’in anmasını Adana’da yapardık.) 2010 anmasıydı. Referandumda oy toplayabilmek için 12 Eylülle hesaplaşma dediler, hatta Necdet Adalı için, Erdal Eren için ağladılar. Sahte gözyaşlarıyla “boş yere idam edildiler’ falan filan gibi tamamen sahte söylemlerle gündem oluşturdular. O günkü anmada da ben konuşmuşum. Birkaç arkadaş daha konuşmuş. Bu konuşmalar için dava açtılar. Ve biz yine suçu ve suçluyu övmekten suçlu bulunduk ama hükmün açıklanmasının geriye bıraktırılması yasasıyla bir şey açıklamadılar. Üç yıl aynı suçu işlemezsen bu durum sicile işlemiyor sanırım.
Bunun dışında aldığım bir ceza da yoktu. Ceza almadığım gibi, “şurada şunu yapmışsın burada bunu yapmışsın’ diye suçlayacakları –bu durum dışında- ele avuca gelecek hiç bir şey yoktu. 2013 yılında yargılandığım Mersin Gezi Davası’ndan da beraat etmiştim. 2015 yılında, 1 Mayıs’ta ‘slogan atarak Cumhurbaşkanına hakaret ettiğim’ iddiası ile yargılanmaya başladım, ancak o dava hala sürüyor.
Darbe girişiminden sonra OHAL oldu. İkinci KHK’de beni attılar. Arkadaşlarımın ismini aramak için atılanların listesine girdim. Bir baktım benim ismim var. Beş dakika sonra Ful ( Mersin TTB Başkanı) aradı, moral vermeye çalıştı. Ama ben inanamadım. Böyle bir şeyi beklemiyordum.
10 Ekim Ankara katliamında bomba benim 50 metre uzağımda patladı. 102 insan ölmüş, 300-400 insanın eli kolu bacağı meydana dağılmış… Dilan diye bir kızcağız vardı. Adana’dan Hasan Sarıkaya’nın yeğeniymiş. Sonradan öğrendim. Bilmeden hem müdahale ettim hem fotoğrafını çektim. Çok trajik bir şeydi. Müdahale ettik ama kızcağızı kurtaramadık. Dilan’ı kucağına alan erkek arkadaşıydı sanırım. Adamı bir saatte zor ayırdık. Bir de adamın ayağında parçalı kırık vardı. Kan kaybediyor. Kan kaybını da saatlerce önleyemezsin ki, bacak kangren olur. Onlara müdahale sırasında polis gaz attı. Resmen yaralıların ortasına, ölülerin ortasına gaz attı ve biz o insanları 3-5 dakikalığına da olsa bırakıp gitmek zorunda kaldık. 10 Ekim travması benim için çok ciddi bir travmadır. Onlarca cesedin yüzlerce parçalanmış vücudun arasında yaşadığım çaresizliği 25 yıl acilde görev yaptığım zamanlarda yaşamadım. Eli kopmuş bacağı kopmuş çok insan gördüm acil serviste… Yarım saat sonra hayata döndürdüğüm insanlar oldu. Ama 10 Ekim’de yaşadığım travma ve çaresizliği hiçbir zaman yaşamadım. Bir yandan yüzlerce yaralı, ölü… Bir yandan adam gaz bombası atıyor. Bu sürelerde hastadan uzaklaşmak bende suçluluk duygusu oluşturdu. Ama iddaalı olmamakla birlikte psikologla konuştuklarımızı da düşününce, bombalar öyle bir iç basınca neden oluyor ki ölme durumuna gelen ağır yaralılarda organların hepsi parçalanıyor. O yüzden biz orada hiçbir vatandaşı yaşama döndüremedik. Hastaneye yetiştirdiklerimizden kurtulanlar oldu ama alandaki o gazla müdahale yüzünden ağır yaralı çok sayıda insanı kaybettik. Tüm yaralılara yetişmeye çalıştık. Ağır durumda olan hiç kimseyi kurtaramadık. Bundan dolayı suçluluk duyduk. Olaydan 10 gün sonra oradaki hekimlere psikoterapiyi Ayşe Devrim yaptı. Sonra onu da attılar. Görüştüm, İstanbul da muayenehane açıyormuş. Ayşe Devrim’in de atılması ayrı bir ilginçliktir. Şöyle ki; diğer barış akademisyenleri imzacıydı atıldı. İstifa edip gitmiş üniversite ile alakası kalmamış olmasına rağmen ilişkisini kestikten sonra atılması özel bir yerde çalışmasını da engelledi. KHK’yı görünce ‘kusura bakma biz bu tehlikeyi göze alamayız seni çalıştıramayız.’ demişler.
10 Ekim Ankara travmasından bir yıl sonra 29 Ekim 2016’da işimden atıldım. 10 Ekim travması nedeniyle bir yıl boyunca “Hayat nedir? Hayat anlamlı mıdır? Ben neden çalışıyorum? Neden doktorluk yapıyorum?” gibi sorularla hep iç sıkıntısı ile yaşıyordum. Bu iç sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Üstüne küt diye atılma da eklenince bu sefer nefes dahi alamaz oldum. Varımızla yoğumuzla mesleğimizi icra etmeye çalışıyoruz. Ona bile izin vermiyorlar. Bir de ilk eylül ihraçlarında ‘mesleğini de yapamaz ‘ diye bir genelge vardı. Bize de böyle bir şey yapacakları ve dışarıda bile işyeri hekimliği ve özel hastanede çalışamayacağız endişesi yaşıyorduk. Neyse ki onu yapmadılar.
3 yıldır aile hekimliği yapıyordum. Bu 3 yılın 2 yılı müthiş borçlarla geçti. Sonraki bir yıl borçları temizleyip düze çıkmam söz konusuydu. Hatta biraz daha rahat bir hale geldim. Bir şeyler almak için 27 Ekim günü bankadan 25.000 TL kredi çektim. Ertesi gün işten atıldım. Aldığımı da geri veremedim. Önceden de kredi çekmiştim. İki kredi borcum ile işsiz kaldım. Sağ olsun arkadaşlarım 3-4 ay bana yardımcı oldular. Kendi gücüme kalsam mümkün değil ödeyemiyordum. Sendika bana bir ay 1500 TL para verdi. İşe girince doğal olarak yardımı kesti. TTB’deki aktivist arkadaşlar da 1 ay maaş yardımı yaptı.
Ben olağanüstü dönemlerde en radikal eylemin kitlesel eylem olduğuna inanan bir insanım. Bizim en fazla yapmamız gereken kitlesel eylemdir. Örneğin Kızılay meydanına yüz bin kişiyi topla bakalım hükümet göz ardı edebiliyor mu? Bu kitlesel eylemlerin yanı sıra yapılacak en ufak bir eylemin yararlı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Nuriye ve Semih’in yaptığı eylemin kamuoyu oluşturması açısından yararlı olduğuna inanıyorum. Ama hiçbir kitlesel eylem yapılmadan üç tane beş tane Nuriye Semih olsa yararı olmaz diye düşünüyorum.
10 Kasım’da, ihraçlardan 10 gün sonra bizi Ankara’ya çağırdılar. Gittik. Necati Bey’den Sağlık Bakanlığı’na kadar yürüyüş yapacağız. Sadece SES üyeleri Türkiye’nin hemen hemen bütün illerinden geldi. Emniyet güçleri bizi kapının önüne bile çıkarmadılar. Yaklaşık yarım saat bir saat pazarlık oldu. Sonra bir saldırdılar hepimizi gaza boğdular.
Sonra, tarihini hatırlamıyorum ama KESK Adana’dan, Diyarbakır’dan bir kitlesel eylem denedi. Tam Ankara’ya gelineceği zaman olağanüstü bir şey oldu. İnönü Stadı’nın orada bomba patladı, kitlesel eylem gündemden düştü ve Ankara’da eyleme katılan kişi sayısı dört yüzü beş yüzü geçmedi.
Mersin Emek ve Demokrasi Platformu her cumartesi Özgür Çocuk Parkında eylem kararı almış. O eyleme ortalama 50 kişi katılıyor. Mersin de toplam 100 ihraç varken eyleme sadece 50 kişinin katılması, ihraç edilenlerin bile katılmadığının göstergesidir.
Kitlesel eylem, karar alınarak yapılacak bir şey değil. Başka bir duyarlılık oluşturmak gerekiyor. Burada sendika yöneticilerinin,aktivistlerin önemli bir sorumluluğu var. Benim en çok önerdiğim Kızılay’ın göbeğine yüz bin kişiyi toplayalım, orada sesimizi çıkaralım. Bugün şimdi bir karar alsak Mersin’den kaç kişi gider merak ediyorum. Devlet yaptırmak istemediği eylemi mutlaka ve mutlaka engeller. Ankara’ya gelişi bile engeller.
KESK ihraçlar konusunda hiç olmazsa geliri olmayan üyelerine maaş veriyor, yardımcı oluyor, dayanışma gösteriyor. Şu da bence çok önemli, ihraç edilenler yönetici seçilebiliyorlar. Mesela Ahmet hoca Adana’dan Eğitim Sen merkez yönetimine seçildi. SES’te de var ihraç olup ta yönetime giren arkadaşlarımız.Ama yine de bir yolunu bulup kitlesel eylem, büyük kitlelerin katılacağı bir etkinlik yapılması lazım. Yapmıyorlar, uğraşmıyorlar deyip eleştirmek istemiyorum, çünkü çok zor. Sendikalar bir şey yapmaya çalışıyorlar ama herkeste bir çaresizlik bitkinlik; herkeste bir bıkkınlık tükenmişlik var. Ve bu sende bende sıradan atılan herhangi bir ihraçta ne kadar varsa merkezde yöneticilerinde de bu kadar var. Sıradan bir ihraç ya da üye olarak mazeretin olabilir ama bir yöneticinin mazereti olamaması gerekir.
Örneğin Ankara’da direnen Nuriye ve Semih’in yanına KESK yönetimi doğru dürüst ziyarete gitmemiş. CHP milletvekilleri gidiyor ama KESK yöneticileri gitmiyor. Çeşitli siyasi partilerin yöneticileri gidiyor, manevi açıdan ve kamuoyu oluşturmak açısından önemli bir destek olacağını düşünüyorum. Mutlaka ziyaret edilmesi gerekiyor. Sanırım geçenlerde Veli Saçılık ile birlikte SES merkezi bir açıklama yapmış. ‘İşkence insanlık suçudur’ diye suç duyurusunda da bulunmuş. Bunlar mutlaka önemli ama şunu da iddialı bir şekilde söylüyorum sadece bu tür eylemlerle bir başarı sağlayamayız. Biraz daha kitlesel biraz daha sıradan insanlarımızı bu işin içerisine katan ve onlarda duyarlılık oluşturabilecek bir şeylerin oluşması lazım.
Yani bunun yolu nedir diye bana sorsan inan ki şu an vereceğim bir cevap yok. Özgür Çocuk Parkı’na hapsedilmiş, polisin ya da emniyet güçlerinin asla itiraz etmediği, hatta ‘buyurun yapacaksanız burada yapın’ diye davet ettiği bir yerde bir şeyler yapıyorsun insanlar oraya bile gelmiyor. Bu çok önemli bir şey. AKP şu an geçici de olsa bir başarı sağlamış durumda. Toplumu susturmak sindirmek gibi bir misyonla hareket ediyorlar. Şu an toplumdan o kadar az ses çıkıyor ki o kadar sinmişiz ki…
Nuriye ve Semih’i ‘dışarıda açlık grevi yapılmaz’ diye eleştirenler var. E sen açlık grevi yapma başka bir şey yap. ‘Bir şey yeme grevi yap’ istiyorsan ama bir şey yap.
Bir ihraç komisyonu kuruldu. Oradan asla bir solcunun geri döneceğini düşünmüyorum. Hatta CHP’nin itirazları vardı. Bu bir oyalama taktiğidir. AİHM’ye başvuruları geciktirme taktiğidir diye.Bence de bu komisyonun amacı tam da bu sebeptendir. Komisyonun Merkezi olarak bir tane kurulmasının çok saçma olduğunu düşünüyorum. Komisyonların her ilde kurulması gerekli.Çok sayıda başvuruya ancak böyle bakılabilir. Yoksa tek komisyon bu işe yıllarca bakamaz. Komisyonun bir an önce göreve başlamasının bizler açısından şöyle bir önemi var; dosyalarımızda ne var ne yok onu görebileceğiz. Kendimizi savunabileceğiz. Örneğin gitmişsin Nevruzda slogan atmışsın yahut Fetullahçıysan gitmiş Banka Asya’ya bilmem ne parası yatırmışsın. Daha somut bir şeylerin olması lazım. Mahkeme buna bakacaktır. Şimdi bizim dosyalarımız mahkemelerde açılmıyor. Kafadan reddediliyor. Yetkimiz yok diyorlar. KHK ile atılmışsanız istinat mahkemelerine başvuruyorsunuz. Biz aynı zamanda AİHM’ye de başvuru yaptık. Yolların tükenmesini beklemedik. Çünkü “yol yok” diye savunma yapıyoruz.
Bizim başvuruları SES Genel Merkez takip ediyor. İki ayda bir bilgilendirme geliyor. “Mahkemeniz reddedildi, şuraya başvurduk reddedildi” gibi… SES Eylül ihraçları için Danıştay’a başvurdu. Danıştay bir kararla kesinlikle başvuru kabul etmediklerini idari mahkemelerine başvurabileceğimizi bildirdi. O nedenle bizim başvuruları idari mahkemeye yaptılar. Orada reddedildi. İstinat mahkemesine başvurdular. Orada henüz benim ki reddedilmemişti. Son bir iki haftada ne oldu bilemiyorum. Bu süreçte AİHM’ye başvuru için altı aylık bir süre var. O süre dolmadan başvuruldu. Fakat AİHM şu ana kadar hiçbir dosyayı görüşmedi. Hatta görüşülemez diye karar aldı. “Gidin iç hukuk yollarını tüketin” dedi. Ama henüz bizimkilere böyle bir karar yok. Bu arada AİHM’yle ilişkisi olan bir kurum, mahkemeler, birkaç ay daha hiçbir dosyaya bakmazsa AİHM olarak dosyaları biz kabul etmeye başlayacağız gibi açıklama yaptı. Sürecin 12 Eylül deki gibi yürüyeceğini düşünüyorum. Mesela 12 Eylülde dört beş yılda geri dönmeler vardı. On bir yıl sonra da geri dönenler oldu. Bizimde öyle olacağımızı düşünüyorum.
OHAL kaldırıldıktan sonra mahkemeler işlemeye başlar, bizler 2018 de işlerimize geri döneriz diye tahmin ediyordum. Fakat şu an görüyorum ki 2019-2020 yi bulacak. Olağanüstü bir değişim olmazsa tabii ki.
İhraç sonrası olumsuz hiçbir tepkiyle karşılaşmadım. Sadece annemin çok üzülmesi beni en çok yıpratan şey oldu. Ailemden manevi anlamda büyük destek gördüm. Okul arkadaşlarım birkaç ay maddi destek sundular. Kredilerimi ödediler. Aile hekimliği ile ilgili ortağımla çok ciddi sorunlar yaşadım. Ama iş çevrem, Toplum Sağlık Merkezi’nden idarecilerimiz bile bana karşı bayağı olumlu yaklaştılar. Ama Halk Sağlığı Müdürü’nün benim atılmamda parmağı vardı elbette. Onun dışında desteklendim. Hatta benim istemememe rağmen imza kampanyası başlattılar. Bin kişide sınırlı kaldı. İşe yaramayacağını düşündüğümden işleme bile koymadım.
Ben emekliliğimi doldurmuştum. Ve bir ay öncesine kadar asla emekli olmayı düşünmüyordum. ‘Ben döneceğim ve işimi yapacağım’ diyordum. Bunu bir direnme aracı olarak görüyordum. Ama önce de dediğim gibi TTB’nin merkez ihraç komisyonuna da seçildim. Ve bununla ilgili 15 gün önce bir toplantıya katıldım. Oradakilerin hepsi ihraç zaten. Eski TTB Genel Sekreteri Feride Aksu toplantıda beni resmen fırçaladı; ‘ne işe dönmesi kardeşim, bir an önce emekli ol! Hiç olmazsa maddi kaybın olmasın’ dedi. Ama benim şöyle bir sıkıntım var. İhraç olduğumdan dolayı ve eski dönemde SSK primim kısa da olsa yatırıldığı için emekli ikramiyesi alamıyorum. ‘İkramiye almadan emekli olursam gibi’ kaygılarım var idi.
Eşimden ayrıyım. İki çocuğumuz var. Biri yüksek lisans yapıyor, diğeri üniversitede hala okuyor. Çocukların bakımı ve ihtiyaçlarını paylaşmıştık. Bu aile hekimliği dönemlerinde ilk iki yıl katkı sağlayamadım. Sağ olsun anneleri de bu durumdan şikâyet etmiyordu. Tam borçları temizledim, kızıma da yardıma başladım, işten atıldım. En çok tabii ki çocuklar etkileniyor. İki kredi ile işsiz kaldım.
Ben şu an bir doktorun aylık kazancının yarısı kadar maaş alabiliyorum. Gidip başka bir iş bulamıyorsun. Pazarlık yapamıyorsun “hocam durumumuzu anla” vs. lafları ediyorlar.
Hafta da 50 lirayla geçinebilen bir adamım. O raddeye geldi ki haftada elli lira bile bulamayabiliyorsun. Öyle saçma sapan bir duruma düşürdüler bizleri.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.