Proleter devrim sırf “dinle devlet işlerini ayrıştırma”yla yetinerek kendini geliştiremez. Tam politik özgürlük için dinin insanın tüm üretken etkinlik alanından sökülüp atılması gerekir
“Dinle devlet işlerinin ayrıştırılması ve dinin kişilerin özel hayatıyla sınırlandırılması” olarak burjuva laikliğin en genel gelişim doğrultusunu gösteren mücadele hattı, bugünün neoliberal İslamcı gericilik şartlarında kesinlikle sonuç alıcı değildir. Proleter devrim sırf “dinle devlet işlerini ayrıştırma”yla yetinerek kendini geliştiremez. Tam politik özgürlük için dinin insanın tüm üretken etkinlik alanından sökülüp atılması gerekir. Proleter laikleşme süreci, bütün kamusal yaşamın laikleştirilmesi; yani dinden ve dinin desteklediği tüm sömürü ve egemenlik ilişkilerinden arındırılması rotasını izlemeden kendi devrimini geliştiremez. Zira proleter laikliğin rotası, “din özgürlüğünün elde edilmesi” değil (ki burjuvazi bugün bunun bile gerisindedir), “insanın dinden özgürleşmesi”nin (Marx, Yahudi Sorunu) rotasıdır
Baldırıçıplaklar’ın Bastille’i kuşatmasının ardından ağustosta devrim kırlara yayılmış, köylüleri devrimci saflarına katmıştı. Zamanla köylülerin ayaklanması kırsal bölgelerdeki feodal ilişkileri yıkmıştı. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” bunların üzerine ilan edilmek zorunda kalınmış, “laik devlet” kesin hatlarıyla tarih sahnesine çıkmıştı.
“Laiklik ilkesi”nin savunusunda yeni bir yükselme eğilimi gözleniyor. Tarihsel olarak haklı çıkmanın getirdiği bir özgüven, cesaret ve motivasyonla laiklik bayrağı yeniden gericiliğe karşı mücadelenin ön saflarında. Ne var ki bu basitçe laikliğin “geri dönüşü” olarak değerlendirilemez. Bu bir yeniden inşadır. Proleter hareketin izinde laiklik ilkesinin kavramsal ve pratik olarak yeni bir içerik kazanmasıdır.
Laikliğin öne çıkışında, Siyasal İslamın krizinin etkisi yadsınamaz. “İslamcılık Davası” bugün Adil Düzen, adalet, kalkınma, huzur vaatlerinin tersine kanlı mezhep çatışmaları, kanlı iktidar çatışmaları, kitle katliamları, güvencesizlik, ucuz emek sömürüsü, kentlerin ve kırmaların yağmalanmasının hizmetine girmiş; hırsızlık-yolsuzluk-tecavüz-cinayet ve her türlü suçun açık adresi haline gelen bir gerici faşist iktidarın korunmasına indirgenmiştir. Ancak laikliğin yeniden yükselişe geçmesinde, halk direniş hareketleriyle birlikte yeniden ayak sesleri işitilen devrimci tarihsel öznenin, hem bir direniş ilkesi, hem de uygarlığın yeniden inşa ilkesi olarak laiklik ilkesine yeni bir içerik kazandırma istekliliği de çok belirleyici bir rol oynamaktadır. İşçi sınıf hareketinin laiklik anlayışının (“proleter laiklik”) en genel gelişim hattını çizen de budur. “Proleter laiklik”, işçi sınıfının, laiklik mücadelesinin ilerici tarihsel birikimini devralarak, onu sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi bir uygarlık mücadelesinin kurucu ilkelerinden biri olarak derinleştirip zenginleştirmesidir.
Laikliğin sosyalist savunusu, onun kimi sol/sosyalist savunularından köklü farklılıklar içermektedir.
Birincisi, Ulusalcılardan farklı olarak işçi sınıfı hareketinin, “dinle devlet işlerinin ayrıştırılması” rotasını izleyen burjuva (Kemalist) laikleşme sürecinin genel seyir hattıyla yetinmeyeceği açıktır. Laiklik adına “faşist devleti” savunma açmazından kurtulamayan Ulusalcıların “devletçiliği” karşısında, proleter bir laiklik anlayışı “halkçı”dır; emekçi, ezilen, yoksul halkların çıkarlarını ve özgürlüğünü savunur. İkincisi, Liberallerden farklı olarak işçi sınıfı hareketi, sınıfsal temelinden kopuk soyut “inanç özgürlüğü” anlayışıyla da yetinemez. Laiklik ilkesinin tarihsel mücadele birikimi, neoliberal kimlik politikalarına, maddi temelinden kopuk “sekülarizm”, “özgürlükçü laiklik”, “laikçilik”, “radikal laiklik” gibi salt kavramsal karşıtlıklara indirgenemez. Üçüncüsü, işçi sınıf hareketinin laiklik anlayışı, sermaye egemenliğinin dinselleşmesini atlayarak, laiklik savunusu adına ömrünü tüketmiş gerici dinsel simgelere savaş açan sermaye düzeni savunucularından da farklıdır. Sosyalistlerin hedefinde, dinin insanın tüm üretken etkinlik alanından sökülüp atılması vardır. Proleter laikleşme süreci, bütün kamusal yaşamın laikleştirilmesi; yani dinden ve dinin desteklediği tüm sömürü ve sınıfsal, ulusal, cinsel, ekolojik egemenlik ilişkilerinden arındırılması sürecidir.
İslamcı-liberal hegemonyanın soldaki bozucu etkisi en fazla laiklik ilkesinin savunusunda ortaya çıkmaktadır. Sosyalist hareketteki yaygın bir yanlış eğilime göre, laiklik ilkesine proleter bir içerik kazandırılamaz. Bunun altında laikliği burjuva bir kavram olarak görme, onun tüm kazanımlarını burjuvaziye mal etme yanılgısı yatmaktadır. Laiklik ilkesi “burjuva devrimi”, “aydınlanma ideolojisi” ve “kapitalist modernleşme” ile sınırlı bir politik ilke olarak görülmez. Her ne kadar kurucu politik ilke olarak burjuva devrimlerinde öne çıkmış olsa da laiklik ilkesinin, tarihsel olarak burjuva egemenlik çağından öncesi de vardır ve dinin, devletin ve bütün egemenlik ilişkilerinin ortadan kalkacağı son komünist sönümlenmeye dek sonrası da olacaktır. Feodal gericiliğin yıkımında ve burjuva egemenliğin inşasında “demokrasi” ve “hak” kavramları gibi “laiklik” de kurucu rol oynamıştır. Ancak burjuvazi laikliği her şart altında ve sonuna dek savunmamıştır. Proleter tehlike kendini gösterdiğinde en karanlık gerici ittifaklara girmekte bir an bile tereddüt etmemiştir. Laiklik ilkesi en mükemmel açılımlarını, “burjuva devrimciliği”nden çok proleter/halkçı mücadele geleneğine borçludur. Burjuvazi kendisini zorlayan devrimci sınıflar karşısında sık sık açmazlara düşmüş; laikliğin savunusuyla dinin yeniden silahlandırılması arasında gidip gelmiştir.
Feodal egemenlik ilişkilerini çökerten kapitalizmin devrimci güçleri, dini de feodal gericiliğin elinden kurtararak burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin hizmetine sokmuştur. Rönesans’tan Aydınlanma’ya birkaç yüzyıl içinde dinin politik egemenliğine son verilmişti ve burjuva liberaller bunu “dinin kişilerin özel hayatıyla sınırlandırılması” olarak nitelendiriyordu. Alman, İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimleri, laikliğin dinsel ideoloji üzerindeki zaferlerine defalarca tanık oldu. Laik politik/toplumsal dönüşümler burjuva dünyanın kurucu güçlerinden birini oluşturdu.
En genel hattını “dinle devlet işlerinin ayrışması”nın oluşturduğu laikleşme süreci, yurttaşlık haklarının, yasa önünde eşitliğin, inanç özgürlüğünün dinsel koşullardan bağımsız olarak güvence altına alınmasına yönelik nice harekete tanıklık etmiştir. “Burjuva demokrasisi”, “parlamenter sistem”, “genel oy hakkı” gibi tüm demokratik haklar ve ilkeler burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin kurucu ilkeleri olarak şekillenmiştir.
Dinin politik egemenliğine son verildiği her yerde, halkın kendi kendini nasıl yöneteceği sorusu yeni yeni sorun ve çatışma alanları ortaya çıkarmıştır. Burjuvazinin sınıfsal açmazları laikleşme sürecini sık sık kesintiye uğratmıştır. İki cephede birden çarpışan burjuvazi, feodal dinsel sınıflara karşı devrimci bir rol oynarken, daha ileri taleplerle tarih sahnesine çıkan proletarya karşısında ise karşıdevrimci bir niteliğe [tarihsel süreç içinde] bürünmüştür.
Burjuvazinin bayrağı altında savaşan kentsel ve kırsal halk sınıfları burjuva devrimci süreçte “demokratik halk devrimi” geleneğini oluşturmuştur. Ne var ki devrimci halkçı geleneğin yenilgisi burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin yolunu açmıştır. Bağımsız sınıfsal çıkarlara ve örgütlenmeye sahip olmayan halk sınıfları feodal gericiliğin yıkımına ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin pekişmesine hizmet etmiştir. Laik devrimler tarihi bağımsız bir sınıfsal çıkara sahip olmayan halkların onurlu dramatik öyküleriyle doludur. Bunlardan üçünü mutlaka anmak gerekir ki onlar, feodalizme karşı mücadelede burjuvaziyi kesin sonuca götürmüştür (Engels, 2012: 19-39).
Birincisi Alman burjuva devriminin militan kitlesel kanadını oluşturan Köylü İsyanları’dır. Kilise gericiliğine karşı Reform hareketinin bayraktarlığını yapan Luther, köylü isyanlarının tehlikeli yükselişi (1525) karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır. Luther sonuna dek gidemese de köylüler ve kentlerin yoksul halk sınıfları devrimci fikirlerin peşini bırakmamıştır. Burjuvazinin kararsızlığı yüzünden isyanlar yenik düşse de feodal gericiliğin şatolarında açılan yarıklar bir daha hiç kapanmamıştır. Luther’in yarım bıraktığı işi tamamlayan Calvin kiliseciliği, feodal yarıklardan “burjuva cumhuriyetçiliği”ne kapı aralamıştır. Thomas Münzer ise Protestan Reformu’nun komünal sınırboylarında geleceğe uzanmış bir gezgindir. Köylü isyanlarının serfliğe ve özel mülkiyete karşı, laik, eşitlikçi, komünal hareketleri Engels’in kaleminde şöyle destanlaşır:
Köylüler savaşından en çok acı çeken din adamları sınıfı oldu. Manastırlar ateşe verilmiş, değerli eşyalar yağmalanmıştı. Prensler, soyluluk ve kent burjuvazisi nefret ettikleri yüksek kariyerli papazların kurbanı oldukları felaketlere gizliden gizliye seviniyorlardı. Köylüler Savaşı, kilise mallarının köylüler yararına laikleştirilmesini popüler kılmıştı. Laik prensler ile kentlerin bir bölümü bu laikleştirmeyi kendi yararına gerçekleştirme işine koyuldular ve kısa zamanda yüksek din adamlarının yurtlukları, prensler ile kent ayrıcalıklılarının eline geçti (Engels, 1999: 130).
Yaklaşık yüz yıl sonra, İngiliz burjuva devriminin “demokratik halkçı geleneği”ni “Alman” köylülerinden aynı isyancı ruhla devralan “İngiliz” Kazıcılar (Diggers), feodal gericiliğe ikinci büyük darbeyi indirirler. Zafer, burjuvazinin sınıfsal egemenliğinindi; ancak devrimin taşıyıcıları “halk sınıfları”ydı. Köylülük ve kentli yoksul halk sınıflarının burjuvaziyi de aşan ileri talep ve hareketleri olmasaydı, burjuvazi asla girişilen savaşı kendi gücüyle sonuna dek götüremez; kazanımlarını güvence altına alamazdı. Yani açıkça söylemek gerekir ki liberal burjuva tarihçilerin “Şanlı 1688 Devrim”i, halkçı 1648’in gölgesinde büyümüştür. Yeni soylular sınıfıyla ittifak halindeki burjuvazinin krallığa, feodal soylulara ve kiliseye karşı “tarihsel başarısı”, devrimci halk kitlelerinin hem bir zaferi hem de devrimin haddini aşması karşısında yine burjuva ordular tarafından kanla bastırılmasının sonucudur. İngiliz devriminin “demokratik halk devrimi geleneği” (Perry, 2010: 167-177), “eski düzene muhalefetten ziyade vaktinden önce yeni bir düzenin ilanıydı.” (Marx, 1976: 169-173). Kazıcıların emektar önderi Gerrard Winstanley’i ne zaman okusanız Marx’ın hissettiği komünist coşkuyu siz de aynen hissedersiniz. Kapitalist çitlerin parçalandığı “komünist” topraklarda -örneğin St. Thomas Tepesi– mülkiyet eşitliği isteyen Kazıcılara, tarlalardaki her çit, en az özel mülkiyet, Kilise hiyerarşisi ya da “devlet” kadar gereksiz geliyordu (Hill, 2013: 119-165). Onlar, ortak yaşamı savunuyor, cinsiyet eşitliğini tartışıyor, komünal topraklara halkın eğitim ve sağlık hakkının tohumlarını ekiyorlardı. Özünde, devrimin burjuva-sınıfsal karakterine isyan eden Kazıcılar, devrimci bir fikrin halk hareketiyle örgütlenmesinin de tohumlarını ekmiş oldular. Bu saatten sonra soylularla burjuvazinin karanlık ittifakını “halk hareketinin” elinden, ancak “Cumhuriyetin Koruyucu”[1] orduları ve Protestan mezheplerden devşirilen “bayrak ve savaşçı” desteği kurtarabilirdi.
Üçüncüsü, feodal gericiliğe karşı en kuvvetli politik hamle Fransa’da (1789) Baldırıçıplaklar’dan geldi. Fransız Devrimi, dinsel kılıktan tümüyle sıyrılan ilk politik devrimdi. Devrimin ilk beş yılı halkçı bir karakter taşımış; burjuvaziyle halkın ittifakına dayanmıştı. Temmuz’da Baldırıçıplaklar’ın Bastille’i kuşatmasının ardından ağustosta devrim kırlara yayılmış, köylüleri devrimci saflarına katmıştı. Zamanla köylülerin ayaklanması kırsal bölgelerdeki feodal ilişkileri yıkmıştı. “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” bunların üzerine ilan edilmek zorunda kalınmış, “laik devlet” kesin hatlarıyla tarih sahnesine çıkmıştı. Ne var ki sonbaharda Versailles’i kuşatan yoksullar, bir kez daha burjuvazinin demokrat çizgisini zorlamış, devrimin halkçı sınırlarını genişletmeye yeltenmişti. Sonrası bilindik hikâye: Hemen sendika ve grev yasakları (1791) gelir. Öfkeliler ve Devrimci Kadın Hareketi de bastırıldıktan sonra devrimin halkçı dönemi tümüyle sona erer. Halkın “dinsizliği” haklı olarak dillerden eksik olmuyordu; ancak çoğunlukla sanıldığının aksine Jakobenler “dinsiz” değildi. Dini denetim altına almaya, resmi bir “devlet dini” yaratmaya girişmişlerdi. Sivil/ulusal bir dinin gereği olarak ruhban sınıfı ve Kiliseyi yeniden yapılandırıp tez elden Kilise mülklerini kamusallaştırmaya koyuldular.
Burjuva laikleşme sürecini, özünde, bir din karşıtlığı ya da dinin ortadan kaldırılması olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Ne yoksul halk kitleleri ne de burjuva tabakalar arasında “din düşmanlığı” yaygın değildi. Elbette halk kitleleri arasında yaygın/popüler bir inanç yitimi gözleniyordu ve Aydınlanma hareketinde ise popüler ateist kanadın etkisi tartışma götürmezdi; ancak hareket özel olarak din karşıtı değildi. Burjuvazinin “din karşıtlığı” teolojik olmaktan ziyade politikti. Hedef, dinsel temelde yükselen feodal sınıfsal egemenliğin çözülmesi; Tanrı’dan ziyade din adamları sınıfıydı. Filozoflar daha çok kilisenin siyasetteki rolüne odaklanmıştı. Bilim, teknoloji, eğitim, devrimci toplumsal hareketler, piyasa güçleri ve özellikle işçi sınıfı hareketi gibi “laik devrimci güçler” feodal gericiliğe karşı mücadelenin maddi temelini oluşturmaktaydı. Burjuvazi, resmî dini ne olursa olsun, pratikte “din-dışı” bir sınıf olarak kendi egemenliğini inşa etti ve dini, yeniden bu egemenliğin hizmetine soktu (Eagleton, 2014).
Burjuva laiklik kavramı, taşıdığı sınıfsal damganın altında sınıf savaşımlarının gerilimli diyalektik izlerini hep taşıyagelmiştir. Onu sınıfsal olarak karakterize eden, her ne kadar “burjuva önderlik” ve Aydınlanma filozofları olsa da laiklik kavramı halkçı, proleter, köylü devrimleri, yeraltı akımları ve kültür hareketlerinin aşağıdan etkisiyle “son şeklini” almıştır. İşçi sınıfı hareketinin yol gösterici ideolojisi sosyalizm, burjuva devrimci sürecin her zaman en uç hattını oluşturmuştur. Burjuvazinin zaferi, laikliği, sonraki bütün toplumsal devrim hareketlerine taşıdı (Hobsbawm, 2003: 194-195) ve yasallaştırdı; ama sokağın yasalarını yöneten “proleter sınıflar” olmadan bu asla pratik olarak başarılamazdı. Burjuvazinin üzerine yattığı “laiklik”, “demokratik haklar”, “demokrasi” ve “halk egemenliği” kavramlarının oluşumu, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’dan ziyade, Thomaslı Kazıcılara, Münzer’in “komünist” köylülerine, Shays’in işçi müfrezelerine, Paris Komünarlarına daha çok minnet borçludur (Eagleton, 2014). Burjuva aydınlanma düşünürlerinin kavramsal dehaları elbet tartışma götürmez; ancak bununla birlikte laiklik, işçi sınıfı hareketinde, pratik bir savunma mevzii ve birleştirici bir ideolojik çizgiydi.
19. yüzyıl işçi sınıfı hareketlerinin ideolojisi başından itibaren laikti.[2] “İncil egemenliği”ne meydan okuyan Thomas Paine’in Akıl Çağı (1794) bunun simgelerindendi. Burada Paine, küçük zanaatkârların ve yoksul el işçilerinin radikal-demokrat özlemlerini dile getirmiştir. “Eskiden beri sapkınlığa yatkın olan zanaatkârlar arasında dindışı düşünceler heyecan yaratmaktaydı, işçi sınıfı içinde en inatçı aydınları, Jacob Böhme gibi gizemcileri yaratmış olan ayakkabıcıların, her türlü tanrı hakkında kuşku duymaya başladıkları görülmekteydi. 1820’lerin makine işçileri, Owen’ın peşinden, inançsız biri olmasından dolayı da gittiler.” (Hobsbawm, 2003: 193) 1819’da Manchesterli dokuma işçileri kara bayraklarla ve “Eşit Temsil ya da Ölüm!” sloganlarıyla yüzlerce kayıp vererek meydanlara yürüdüklerinde, işçi hareketi kendini doğrudan demokrasi formunda örgütlemeye başlamıştı bile. Tanrı egemenliği, burjuva halk egemenliğine yenilmiş, yerlebir olmuştu; ancak bu halkın içinde var olma hakkını, yani egemenlik hakkını arayan proletarya ise burjuva parlamentarizmini defalarca kuşatacaktı. O bayraklar kısa süreliğine de olsa 1831-34’de Lyon’da iktidar binalarının tepesinde de dalgalanacaktı. Burjuva “seçim reformu” hemen bütün varlığını ve sürekliliğini parlamentoları defalarca kuşatan proleter hareketlere borçluydu. Hareket, ta ki “oy hakkı”nı kentlerden kırlara genişletip hemen hemen eşitliği sağlayıncaya dek yüzyılın sonuna kadar sokaklardan çekilmedi. Dokumacıların devrimci geleneği, Makine Kırıcılar, Owenci Sendikacılık militanları ve modern zamanların ilk işçi partisi (Çartist Hareket) hep sokakta, hep barikatlara yükleniyordu. Yeni egemenleri, başta “işçiler için oy hakkı” olmak üzere Çartist Bildirge’nin çok büyük bir kısmını kabul etmek ve yasallaştırmak zorunda bırakıncaya dek yükleniş sürdü.
Marx’ın “dünya proleter devriminde ileriye doğru kesin bir adım olarak” gördüğü Paris Komünü (1871) ise laikliğin Fransa’da yasallaşmasından otuz dört yıl önce “proleter laikliğin” ilk toplumsal örneğini vermişti:
Eski hükümetin maddi iktidar aletleri olan sürekli ordu ile polis bir kez kaldırıldıktan sonra, Komün manevi baskı aletini, “rahiplerin iktidarı”nı kırma işine girişti; varlıklı kurumlar oldukları ölçüde tüm kiliselerin dağıtılması ve kamulaştırılması buyrultusunu çıkardı. Rahipler, öncelleri olan havariler gibi, müminlerin sadakaları ile yaşamak üzere, özel yaşamın dünya işlerinden dingin elçekmişliğine gönderildiler. Öğretim kurumlarının tümü parasız olarak halka açıldı ve aynı zamanda kilise ile devletin her türlü karışmasından da kurtarıldı. Böylece, sadece öğretimin herkes için ulaşılabilir kılınması ile kalınmamış, ama bilimin kendisi de sınıf önyargıları ve hükümet iktidarının onu vurmuş bulundukları zincirlerden kurtarılmıştı (Marx, 2012: 62).
19. yüzyıl sonlarında burjuvazi yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında laiklik ilkesinin fiili savunma hattını terk etti. Din burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin hizmetine girdi.
Burjuvazi korkuya kapıldı; ordusu ve bürokrasisi ile birlikte krallık, büyük feodal soyluluk, önemsiz küçük toprak ağları, hatta papaz sürüsü ile gerici ittifaklar aradı; kendini onlara yok pahasına sattı. Proletarya ne kadar gelişiyor, ne kadar kendi sınıf niteliğini sezmeye, kendi sınıf bilinci ile davranmaya başlıyorsa, burjuvazi de o kadar korkak bir duruma geliyordu. (Engels, 2012: 12)
Bilimsel devrimlerin sonuçlarına, işçi sınıfı hareketine ve sosyalizme karşı Papalık, Kilise ve din adamlarından oluşan gerici cephe harekete geçti. Toplumsal eşitlikçilik ve laiklik ilkesi en sert çatışmaların öncephesini oluşturdu. İşçilerin patronlarına karşı ödevlerini hatırlatıp sınıf mücadelesini ve eşitlikçi fikirleri mahkûm ettiler. Eşit haklar mücadelesine karşı “Toplumsal Hıristiyanlık” hareketi başlattılar ve “Sosyal Katolik doktrini” geliştirdiler. Hıristiyan hayırseverliği kampanyaları yürüttüler. Yoksulların verilenle yetinme, kaderine razı olma ve biat etmeye inandırılması işlerini üstlendiler. Ancak örgütlü proleter kitleler buna razı olmadı. Hareketin yükselişiyle birlikte burjuva iktidarların hizmetine giren dinin güvencesiz kitleler üzerindeki etkisi kırıldı. (Hobsbawm, 2014: 175-207).
Burjuvazinin terk etmesiyle laik hukuksal dünya anlayışının biricik savunuculuğunu fiilen proleter hareket üstlenmiştir. Burjuva devrimci süreçten devraldığı yarım kalmış işleri toplumsal devrim yönünde genişletmiş; örneğin “eşitlik” istemini genişleterek “toplumsal eşitlik”le tamamlamıştır. Laiklik de bir direniş ve yeniden inşa ilkesi olarak bugünün sınıf savaşımlarına uzanmalı, neoliberalizme karşı halk direnişleri içinde yeni proleter içerikle donatılmalıdır.
Ağır bedellerle ulaşılan “laik uygarlığın” tüm tarihsel kazanımlarını savunan bir çizgi izlemekle birlikte, işçi sınıfı hareketinin, “dinle devlet işlerinin ayrıştırılması” rotasını izleyen burjuva laikleşme sürecinin genel seyir hattıyla yetinmeyeceği açıktır. Burjuva laikleşmesinin “Türk Tipi” versiyonu olarak “Kemalist laiklik” sürecinin dini devletin denetimi altına alarak “laik bir formda” yeniden yapılandırma girişimi neoliberal İslamcı gericiliğin düzen kurucu hamleleri karşısında yenilgiye uğramıştır. Dinin toplumun derinliklerine çekilmesiyle daha canlı bir dindarlaşma sürecinin önü açılmış, dinin devleti aşağıdan adım adım denetim altına aldığı yeni bir dinselleşme süreci yaşanmıştır. AKP iktidarıyla birlikte neoliberal yenisömürge kapitalizmi yerleşiklik kazanmış, yeniden dinselleşme süreci neoliberal İslamcı gericilik boyutuna sıçramıştır. 1923 Devrimi’nin önemi yadsınamayacak laik kazanımlarının yanında bugün hala Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortadan kaldırılması; devletin tüm kurum, kural ve alışkanlıklarının dinden arındırılması; devletin tüm inanç sistemleri dışında kendi tarafsız alanına çekilmesi demokratik devrim programının kimi altbaşlıkları olarak işçi sınıfı hareketinin gündemindedir.
Devrimciler, dinin kişilerin sadece kendilerini ilgilendiren bir özel sorunları olarak ele alınmasını savunurlar. Herkes istediği din ve mezhebe inanmakta tamamen serbest olmalı, devlet kişilere dini inançları nedeniyle hiçbir baskı ve zorlamada bulunmamalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden kesinlikle ayrı olmalıdır. Nüfus cüzdanlarında ve her çeşit kayıtlarda kişilerin dinleri ve mezhepleri ile ilgili hiçbir kayıt bulunmamalıdır. Biz devrimciler din konusunda kesinlikle özgürlükten yanayız ve halk arasında dini inançları ve mezhep ayrılıkları nedeniyle herhangi bir ayrım yapılmasına kesinlikle karşıyız. (Devrimciler Ne İçin Savaşıyorlar?, Devrimci Yol)
Burada söz konusu olan devlet ve kamudaki politik egemenliğine son verilmesini hedefleyen demokratik mücadele hattıdır. Ancak proleter hareket bunun ötesine geçmek zorundadır. Bu, “dinle devlet işlerinin ayrıştırılması ve dinin kişilerin özel hayatıyla sınırlandırılması” olarak burjuva laikliğin en genel gelişim doğrultusunu gösteren mücadele hattıdır ki bugünün neoliberal İslamcı gericilik şartlarında kesinlikle sonuç alıcı değildir. Proleter devrim sırf “dinle devlet işlerini ayrıştırma”yla yetinerek kendini geliştiremez. Tam politik özgürlük için dinin insanın tüm üretken etkinlik alanından sökülüp atılması gerekir. Proleter laikleşme süreci, bütün kamusal yaşamın laikleştirilmesi; yani dinden ve dinin desteklediği tüm sömürü ve egemenlik ilişkilerinden arındırılması rotasını izlemeden kendi devrimini geliştiremez. Zira proleter laikliğin rotası, “din özgürlüğünün elde edilmesi” değil (ki burjuvazi bugün bunun bile gerisindedir), “insanın dinden özgürleşmesi”nin (Marx, Yahudi Sorunu) rotasıdır.
Proleter laikleşme sürecinin rotası dinden tam kurtuluşun rotasıdır. Bununla birlikte politik bir ilke olarak laikliğin devrimci sınıfsal içeriği bugünden yarına somut çatışmalar içinde en mükemmel içeriklerine kavuşacaktır. En genel hattıyla üretimin dinselleşmiş sermaye egemenliğinden arındırılması; kamusal yaşamın dinden ve dinin desteklediği tüm sömürü ve egemenlik ilişkilerinden arındırılması; ve dinin sönümlendirilmesi adımlarını izleyecektir.
AKP’nin iktidar yıllarında, neoliberal yenisömürge kapitalizmi rüşvet, talan ve spekülasyon (vurgunculuk) içinde fütursuzca açılıp saçılmaktadır. Emeğin ve halkın tüm insanca yaşam olanaklarını tahrip eden kapitalist yayılmacılık, gücünü, sermaye egemenliğinin dinselleşmesinden almaktadır. Sermayenin dinselleşmesi ve dinin sermayeleşmesi neoliberal yayılmacılığın iki saldırgan kolunu oluşturmaktadır. Tarikat/cemaat yapıları, vakıf, dernek, STK ağları içinde köklü sınıfsal dönüşümler geçirmiş, ticaretin ve finansmanın dinselleşmesinin, ucuz işçiliğin ve kamusal ihale vurgunlarının avantajlarıyla ciddi sermaye biriktirmiştir. MÜSİAD, TÜRGEV, İHH gibi dernek ve vakıflar İslamcılığın sermayeleşmesinin sadece birkaç popüler örneğidir. İslamcı burjuvazi toplumsal düzen kurucu sınıfsal-politik bir aktör olarak halkın kaderini tayin etmektedir.[3] Kamusal yaşam alanları -halkın ortak yaşam alanları- özellikle eğitim, sağlık ve gündelik yaşam İslamcı sermaye, kurum, kadro ve kuralların gerici baskısı altındadır. Neoliberal yayılmacılığın diğer bir saldırgan kolunu ise emek yönetiminin ve sosyal güvenliğin dinselleşmesi oluşturmaktadır. “İnanç temelli organizasyonlar” adı altında, tarikat-cemaat yapılarının köklü örgütlenme geleneklerini sürdüren vakıflar ve dernekler, STK’laşarak, sosyal güvenliğin dinselleşmesi ve sermayeleşmesinin hizmetine koşulmaktadır. Güvencesizleştirme ve dinselleştirme, proleter sınıfların temel varoluş biçimi olmanın çok ötelerine geçmiş; neoliberal toplumun temel yaşam formu haline gelmiştir.
Politik iktidarın ve neoliberal yenisömürge kapitalizminin yıkımını hedefleyen proleter devrim (Sosyalist Halk Devrimi), stratejik düzlemde sermaye egemenliğine son verecektir. Mevzi çatışmaları düzleminde ise kamusal yaşam alanları, eğitim, sağlık, gündelik yaşam, üretim, ticaret, finansman, sosyal güvenlik ve emek üzerindeki İslamcı gericiliğin politik tahakkümüne son vermeyi hedefleyecektir. Politik bir ilke olarak proleter laiklik ilkesinin güncel mücadele hattı neoliberal İslamcı gericiliğe karşı mücadele hattıdır. Bu da neoliberal yenisömürge kapitalizmine, sermaye egemenliğinin dinselleşmesine ve dinin sermayeleşmesine karşı mücadeleden ayrılamaz. Sermaye dolaşımına ayak bağı olarak görüldüğünden, kent merkezlerinden sürülen emekçiler, mülksüzleştirilen kent yoksulları, iş cinayetleriyle sistematik işçikırımına uğrayan güvencesiz işçiler, kamusal dönüşüm politikalarının bir numaralı düşmanı haline getirilen kadınlar her gün yitip gitmekte olan kamusal alanlara, çöken kentsel yaşama, kültürel çölleşmeye, emek sömürüsüne, cinsiyetçiliğe ve ekolojik yıkıma karşı mücadele ederken, aslında, dinin sermayeleşmesine ve sermayenin dinselleşmesine karşı da mücadele etmektedirler.
Kentsel “proleter” sınıfların, kentsel çelişkiler üzerinde inşa ettiği yeni direniş hattı, aynı zamanda bir laikleşme hareketi olarak kendini geliştirmeden kentsel yağmaya son veremez. İslamcı burjuvazinin ucuz ve güvencesiz işçilik temelinde, inşaata dayalı rant ekonomisi, servet biriktirme kanalı tıkanmalıdır. Kent ve kır topraklarını, İslamcı rantın “neoliberal fetih” alanları haline getirerek hegemonyasını derinleştiren AKP iktidarına karşı, hak mücadeleleriyle iç içe geçmiş biçimde bir de gericiliğe karşı mücadele cephesi açılmalıdır. Dinsel yapıların, camilerin ve cami külliyelerinin AVM komplekslerine dönüştürülmesine, “dinsel rant”a karşı mücadele etmeden; esas olarak, dini sermayeden ve sermayenin dinden ayrışmasını somut mücadele konusu haline getirmeden kamusal alandaki sermaye egemenliğine de son verilemez. Örneğin “ortak mekânların dinselleştirilemezliği ve dinsel mekânlarda ticaret yapılamazlığı” bir talep hareketi olarak geliştirilmeden kentsel yağmanın gericilik dayanağı kırılamaz.
Marx, aşırı ve uzun süreli mülksüzleştirmenin proletaryanın bir kesimini siyasi açıdan tahrip ederek onu gericiliğin yardımcısına dönüştürebileceğine uzun süre önce dikkat çekmişti. Bireysel mülksüzleştirme kadar kolektif mülkiyetten arındırma saldırılarının hizmetine giren dinsel gericiliğe karşı açıkça bayrak açılmalıdır. Ezilen sınıfların ve toplumsal grupların sermaye egemenliğine bağlı kılınmasında, yani burjuvazinin hegemonik sınıf olarak örgütlenmesinde stratejik operasyon merkezini oluşturan dinsel gericilik aygıtları dağıtılmalıdır. Kolektif hak arama hareketlerinin, cemaat/tarikat ağları içinde yutulmasına izin verilmemelidir. Dinsel gerekçelerle grevi yasaklayan, işçi sınıfının militan potansiyelini sınıf uzlaşmacılığının kaderine terk eden neoliberal İslamcı korporatizmin emek yönetiminin dinselleştirmesinin önüne geçilmelidir. Gericiliğin, sınıfsal çelişkileri İslamcı kimlik sorunlarına hapsederek, “devrimci özneyi” neoliberal yıkımın “mağdur kitlelerine” dönüştürmesi kabul edilemez. Halkın hakları hayırseverlik hiyerarşisinin himayesine bırakılamaz. Politik bir özne olarak halkın, sürekli yardıma muhtaç, itaatkâr, asla talepkâr olmayan bir nesneye; “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış Müslüman millete”a dönüştürülemeyeceği gösterilmelidir.
Sosyal güvenliğin dinselleşmesiyle, İslamcı sermayeye birikim kanalı açılması, tarikat ve cemaatlerin kendisine tabi toplumsal yapılar oluşturması, hayırseverlik adı altında temel kamusal hakların yıkımının meşrulaştırılması ve sermaye egemenliğine bağımlılık ve biat kültürünün beslenmesine, yani “güvencesizlik rejimi”ne karşı ödünsüz bir direniş içinde olunmalıdır.
Sınıfsal, dinsel/mezhepsel, ırksal, cinsel ve ekolojik tüm egemenlik ilişkilerinden sıyrılan “çırılçıplak” özneler, kamusal alanı eşitler-arası ilişkiler temelinde yeniden inşa edecek; halkın ortak toplumsal etkinlik ve yaşam alanları her türlü baskı, sömürü ve egemenlikten arındırılmış olacaktır.
Bilginin metalaşmasına karşı bayrak açan öğretmen-öğrenci-veli platformlarının, paralı eğitime karşı çıkarken, eğitimin dinselleştirilmesine ve dindar nesillerin yetiştirilmesine de karşı çıkmak zorunda kalmaları boşuna değildir. Üstelik öğretmenin, mesleki olarak itibarsızlaştırılması ve sınıfsal olarak güvencesizleştirilmesi/proleterleştirilmesi, bütünsel bir sınıfsal cepheyi de açmayı gerektiriyor. Neoliberal İslamcı korporatizme ve “Milli Eğitim Şuraları”nda, gerici Memur-Sen’in, Bakanlığın ve tarikat vakıflarının ortak belirlediği dinselleştirme/dinci nesil yetiştirme politikalarına karşı ödünsüz bir karşı duruşu gerektiriyor. İlköğretimin yanında üniversitede bilimcilerin, akademisyenlerin, öğrenci gençliğin ve eğitim/bilim emekçilerinin tüm gericilik karşıtı tavırları da bu anlama geliyor. Üniversiteye biat ettirme girişimiyle birlikte halkın bilişsel kapasitesinin topyekûn geriletilmesine karşı “kolektif aydın tavrı”, salt gerici iktidar karşında boyun eğmezliği değil, bilgi üretimi ve bilgi üretim ortamlarının toptan sermayeden ve dinselleştirmeden arındırılmasını gerektiriyor.
Proleter laik devrim, kuşkusuz bir “kadın/cinsiyet devrimi” olarak da yaşanacaktır. Laiklik ilkesinin tarihsel serüvenin de gösterdiği gibi her laikleşme girişiminde cinsiyetler-arası eşitlik talebini direngen bir devrimci gelenek taşıyagelmiştir. O gelenek kadın militanlığı üzerinden yükselmektedir; tıpkı neoliberal İslamcı gericiliğin krizini derinleştiren kadın militanlığında görüldüğü gibi. Kadına yönelik sistematik cinselkırım, neoliberal İslamcı gericilik çatısı altında saflaşmış “kolektif gericiliğin” krizini göstermektedir. Geleneksel eril gericilik, geleneksel dinci gericilik ve neoliberal sermaye gericiliğinin çatısı altında toplandığı kolektif gericilik sıradan kadın direngenliği ve yükselen kadın militanlığı karşısında artık sürdürülemez olmuştur. Kadın militanlığı, iktidarın tüm hamlelerinde başdüşman haline getirilmekte; kadınlar teslim alınmadan, iktidarın en mahrem ilişkilere dek özel yaşamın içine sızması mümkün olamamaktadır. Kadının ortak yaşam alanlarından sürülerek hane-içine hapsedilmesi, görünmez bakımemeği sömürüsü ve güvencesiz proleter çalışma disiplininin en ağır şartlarına maruz bırakılması, ancak neoliberal İslamcı gericiliğin sistematik saldırı dalgaları altında mümkün olabilmektedir. Sokağın en ödünsüz devrimci gücünü oluşturan kadın direniş hattı geçilmeden, kamusal yaşamdaki gerici düzenlemelerin; içki yasağı, kürtaj yasağı, kadına cinsellik ve beden hakkı yasağı gibi politikaların hayata geçme şansı bulunmamaktadır.
Dinin ve dinle birlikte politik bir ilke olarak laikliğin kendisi de sönümlenmeden insanın tam özgürlüğü olası değildir.
Tarihin en büyük proleterleşme dalgasının içindeyiz. Proletaryanın toplumsallaşma kapasitesi sınırlarına dayandı. Toplumsal sorunlar ve çelişkiler proleterleşti. Proletarya, parçalanmış ve güvencesizleştirilmiş neoliberal 21. yüzyıl toplumundan proleter bir uygarlık inşa etme ve onun içinde bizzat kendini ve kendi uygarlığını da sönümlendirme olgunluğuna, kapasitesine ve yeteneğine erişti. Sosyalist toplum bir geçiş ve sönümlenme toplumudur. Kapitalizm yıkılmış, ama komünizm henüz gerçekleşmemiştir. Yani “kapitalizmden çıkmış haliyle” komünist toplumdur. Son komünist sönümlenmede (Lenin, 1996: 90-108; Negri, 2014), kendi uygarlığıyla birlikte artık sınıflı toplumlardan geriye ne kalırsa; bütün sömürü ve egemenlik ilişkilerinin, devletin, dinin ve elbette laikliğin son kalıntılarını da sönümlendirmek proletaryanın boynunun borcudur. Toplumsal sorunların ve çelişkilerin proleter çözüm ilkesi özgürlük ilkesi; yani tüm yaşamın sömürü, baskı, şiddet ve zorlamadan arındırılması ilkesidir. Devlet, din ve laiklik de sönümlendirilmeden bu süreç tamamlanmış sayılmaz. Dinsel çelişki, sömürü ve ayrımcılığın ortadan kaldırılması, ancak dinlerin büsbütün ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bu da kendi başına yeterli olmaz. Politik ve sınıfsal çatışmalara dinsel meşruiyet arayışları da sona erdirilmeden dinden tam kurtuluş gerçekleşmez. Eğer proletarya kendi gelişiminin, kendi devriminin ve kendi sönümlenişinin önünü açmak istiyorsa bu bir kaçınılmazlıktır; toplumsal çelişkilerin devrimci çözümünün kendisine tevdi ettiği tarihsel bir görevdir.
Kaynakça
Eagleton T. (2014) Tanrının Ölümü ve Kültür, çev. S. Dingiloğlu, İstanbul: Yordam.
Engels, F. (1999) Köylüler Savaşı, çev. K. Somer, Ankara: Sol.
Engels, F. (2008) “Hukukçuların Sosyalizmi”, Marx-Engels: Din Üzerine, çev. K. Güvenç, Ankara: Sol.
Engels, F. (2012) Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev. Yayın Kurulu, Ankara: Sol.
Hill, C. (2013) Dünya Altüst Oldu: İngiliz Devriminde Radikal Düşünceler, çev. U. Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim.
Hobsbawm, E.J. (2003) Devrim Çağı: Avrupa 1789-1848, çev. B. S. Şener, Ankara: Dost.
Hobsbawm, E. J. (2014 ) İlkel Asiler, çev. U. Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim.
Kılıçbay, M.A. (2007) “Laiklik ya da Bu Dünyayı Yaşayabilme”, Cogito, 1: 15-21.
Lenin, V.I., (1996) “Devletin Sönüp Gitmesinin Ekonomik Temelleri”, Seçme Eserler 7, çev. S. Kaya, İstanbul: İnter.
Lenin, V.I. (1997) “Az Olsun, İyi Olsun”, Seçme Eserler 9, çev. S. Kaya, İstanbul: İnter.
Marx, K. (1976) “Burjuvazi ve Karşı-Devrim”, Marx-Engels: Seçme Yapıtlar 1, çev. A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Ankara: Sol.
Marx, K. (2012) Fransa’da İç Savaş, çev. K. Somer, Ankara: Sol.
Negri, A. (2014) Lenin Üzerine 33 Ders: Strateji Fabrikası, çev. N. Uskan, İstanbul: Otonom.
Perry, M. (2010) Marksizm ve Tarih, çev. G. Tunçer, İstanbul: İletişim.
[1] İsyanlar sürecinin bastırılmasının üzerine diktatörlüğünü (1653-1658) ilan eden Oliver Cromwell, kendisini “Cumhuriyetin Koruyucusu” (Lord Protector) ilan etti.
[2] İşçi sınıfı hareketinin “modern” formu tümüyle laikti; ancak geleneksel dinin şekil ve usulleri aniden ve tümüyle ortadan kalkmış değildi. Güçlü laik-toplumsal hareketlerin başlangıç evrelerinde bile dinlerin izleri görülmekteydi. Ütopyacı sosyalistlerden Saint-Simonculuk ya da terzi/işçi Wilhelm Weitling’in Hıristiyanlık-komünizm sentezinde olduğu gibi (Hobsbawm, 2003: 193).
[3] Yeşil Yol, HES, siyanürlü altın, inşaat ve TOKİ projeleriyle Doğu Karadeniz’in baş talancısı Cengizler Holding, adeta “neoliberal derebeyliğini” ilan etmiş durumdadır. Son üç dönemdir bölge AKP milletvekilleri doğrudan Cengizler’den ya da onların belirleyiciliğinde çıkıyor. Kaymakam ve valilerin atanmasında etkili oluyorlar. en ufak direnişi bile devlet şiddeti ve “dinsizlik” suçlamasıyla bastırmaya girişiyorlar. Tıpkı Antep-Maraş bölgesinden SANKO Holding ve Orta Anadolu’dan KUZU Holding gibi.
* Halkın Devrimci Yolu Bahar Sayısı’nda yer alan bu makale internet ortamında ilk olarak Sendika.Org’da yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.