Cumhuriyet Davası’nın beşinci gününde, Cumhuriyet Davası Koordinasyonu’ndan gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile davanın ilk duruşmasının seyrini, dışarıda örgütlenen dayanışmayı ve ara karar ile açığa çıkan durumu konuştuk
Cumhuriyet Davası’nın beşinci gününde, Cumhuriyet Davası Koordinasyonu’ndan gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile davanın ilk duruşmasının seyrini, dışarıda örgütlenen dayanışmayı ve ara karar ile açığa çıkan durumu konuştuk
Duruşmayı ilk günden beri takip eden Mavioğlu, Cumhuriyet çalışanlarının çoktan tarihteki yerlerini almış olduklarını söylüyor: “Cumhuriyet gazetesinin bütün emekçileri, bütün çalışanları, bütün yöneticileri boyun eğmez, baş eğmez ve kendi haklı zeminlerini savunur pozisyonda davrandıkları için de bu arkadaşlarımız yapmış oldukları savunma ya da ithamlarla tarih içerisindeki yerlerini çoktan almışlardır.”
Savunmalarla iddianamenin çöktüğünü ifade eden Mavioğlu “Ama artık hala ısrar edeceklerse, hala inat edeceklerse biz de mücadelemize devam edeceğiz” diyor.
Dışarıdaki desteği sorduğumuz Mavioğlu, bu desteğin içerideki Cumhuriyet çalışanlarına çok olumlu yansıdığını ve hepsine moral verdiğini anlatarak “Bırakın kamuoyuna ne anlattığımızı, içerdeki arkadaşlarımıza moral vermek bile bana çok iyi bir şey yapmışım gibi geldi. Biz hepimiz cennetliğiz” diyor.
Kararı değerlendiren Mavioğlu, içeride hala tutuklu bulunan gazetecilere dikkat çekerek daha çok mücadeleye ihtiyaç olduğuna şöyle vurgu yapıyor: “Arkadaşlarımızın haklılığını ülkenin ve dünyanın dört bir yanında ifade etmek için elimizden geleni ardımıza koymayacağız. Madem zulümkârlar bu kadar zorbalar; bizler de mücadele ile arkadaşlarımız içeriden çıkarmak için o kadar inatçı olacağız.”
Siz en başından beri davayı yakından takip ettiniz. Mahkeme heyetinin tutumunu ve yapılan savunmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Savunma yapan arkadaşların ve avukatların ifadeleri son derece sarih. İddianamede ne tür bir suçlama olduğuna ilişkin anlaşılmaz bir tablo var. Kimi kez Cumhuriyet Vakfı’nın yönetiminin yasa dışı yollardan değişmesinden bahsediyor, kimi kez gazetenin yayın politikasının değişmesinden bahsediyor, kimi kez de “tanık ifadeleri” diye bahsettiği, vakıftan daha sonra basbayağı bildiğiniz yönetim kurulu toplantısında oy alamadığı için seçilememiş insanların ifadelerine dayanarak suçlamalar getiriyor. Kimi zaman dört aylık soruşturma süresi geçmiş olan haberleri dahi öne sürerek bir dizi suçlamada bulunmaya çalışıyor. Böyle karmakarışık bir tablo var karşımızda.
Benim tüm bunların sonucunda çıkardığım bir şey var. Mahkeme heyetinin, daha ziyade iddianamenin ve savcıların yapmaya çalıştığı olgu şöyle bir şey; vakıf yönetimini birtakım hilelerle değiştirdiler ve ardından gazetenin yayın politikasını değiştirmeye yöneldiler. “Gazetenin geçmişteki laik, Atatürkçü çizgisinin yerine Fetullah Gülen Cemaati’nin, DHKP-C’nin ve PKK’nin bir kokteyl örgüt ki bunu bir üst akıl yönetiyor; bu üst akılın istediği tarzda bir gazete yapmaya başladılar” gibi bir suçlama var. Buradan da yola çıkarak özellikle vakıf yöneticilerine yönelik örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi gibi davranmak gibi bir suçlama… Daha önce Gülen Cemaati’nin hakimlerinin etkisi ile çıkarılmış olan bir yasa vardı. Ergenekon davalarının hemen öncesinde çıkan bir yasaydı bu. Eskiden terör örgütü üyeliğinin tanımı belliydi, bunlar tanımı belirsiz bir hale getirdiler. Hatta hatırlarsanız o dönem Taraf gazetesinde Yıldıray Oğur gibi kullanışlı aptallar şöyle cümleler kurmaya başlamışlardı: “Öyle Ergenekoncular var ki, kendilerinin Ergenekoncu olduğunun bile farkında değiller.” Aynı durum şu anda AKP iktidarının yargı kurumları tarafından Cumhuriyet gazetesi üzerinde kullanılmaya başlandı. “Kendilerinin terör örgütü üyesi olduğunu bilmediği halde” ya da “terör örgütlerine bilerek isteyerek yardım etme” maddesi üzerinden insanlara ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları ile yargılıyorlar ve mahkûm etmeye çalışıyorlar. Olayın özeti bundan ibaret.
Bunun üzerine “Ahmet Şık’ın yeri ne?” gibi bir soru ortaya çıkabilir. Çünkü Ahmet Şık ne vakıf yönetim kurulu üyesi ne yazı işlerinde bir görevi var. Ahmet Şık dümdüz bir muhabir. Ahmet çok eski gazeteci arkadaşımız ama esas tercihi Cumhuriyet gazetesinde muhabirlik yapmaktı ve muhabirlik yapıyordu. Bu anlamda düşünürsek Ahmet Şık’ın bu davaya neden dahil edildiğini kimse izah edemez. Mahkeme heyeti de izah edemiyor zaten. Ahmet Şık’ı “Seni kim işe aldı”, “Sen bu gazeteye ne amaçla geldin” gibi hakikaten gazetecilik mesleğinin bildiğimiz bütün kurallarıyla çatışan saçma sapan, çapraz sorgulara tabi tutmaya çalıştılar. Ahmet yapmış olduğu haberlerle ilgili, Cemil Bayık röportajından tutun da MİT TIR’larıyla ilgili haberlere varıncaya kadar, “Bunu yapmayı size kim talimat verdi?” gibi hakikaten sinir sınırlarını da, sabrın sınırlarını da zorlayan sorularla karşı karşıya kaldı. Çünkü Ahmet’i bir yere oturtamadıkları için “Bu cenaha nasıl sokabiliriz”, yani başta kurguladıkları davaya ilişkin mantığın içerisine nasıl sokabiliriz gibi bir düşünceye girdiler. O yüzden mesela Hakan Kara’ya “Vakıf içerisinde benim işim dijital yayınlar ile ilgilidir” cümlesini yeterli bulmadılar. İlle de “Cumhuriyet’in yayın politikasına nasıl müdahale ettin?” gibi sorular sormaya başladılar.
Turhan Günay’a, sadece kitap ekini yaptığı halde “Kitap ekine kim müdahale ediyor, kitap ekini yaptıktan sonra kime danışıyordunuz” gibi sorular sorarak bundan bir örgüt yaratmak çabası içine girdiler. Halbuki sorarsanız bir gazete bir örgüttür. Gazete örgütsüz olmaz. Gazetenin yayın yönetmeni vardır, gazeteyi destekleyen vakıf vardır, o vakfın senedi vardır –ki Cumhuriyet açısından konuşuyorum–yazı işleri müdürü vardır, haber müdürü vardır ve bunların hepsinin bir görev tanımı vardır. O görev tanımının dışına çıktığınızda gerçekten o örgütlenme bozulur. Ama bahsettiğim örgüt gazetenin örgütlenmesidir. Her gün sabah toplanıp, öğle toplantısı, akşam toplantısı yapıp taşra baskısını yetiştirip sonra şehir baskılarını hazırlayan bir sistemdir gazetecilik. Bu da her köşede her kilit noktada birilerinin olmasını, birilerinin inisiyatif kullanmasını gerektiren bir şeydir. Ben bir muhabirin yayın yönetmeninin işine karışabilmesi ihtimalinin olduğunu da düşünmüyorum. Eğer editöryal bağımsızlığın olduğu bir yerdeyse bir yazı işleri müdürü ya da yayın yönetmenin muhabirin yazdığı habere müdahale etmesi olgusunu da akıl dışı bulurum. Bu anlamda gazetenin kendi iç işleyişi içinde, gazetecilik kurallarına uygun olan her şey “Fethullah terör örgütü” ya da o kokteyl örgütün bir yansıması gibi algılanıyor ve bu şekilde yorumlanmaya çalışılıyor. Ellerinde çok sayıda çukur medyası var. Onlardan da ağız birliği edip, “Bunların hepsi terörist” yaftası gelince hükümet kanalından, sanki haklıymış gibi bir durum yaratmaya çalıştılar ama bunun olabilirliği yok. Çünkü onların haksız olduğunu ve davanın baştan itibaren hiç açılmaması gerektiğini sadece Türkiye’deki değil dünyadaki pek çok hukukçu ve gazeteci örgütü de net olarak biliyor.
Soruşturma savcısı Murat İnam’ın “FETÖ” suçlaması ile müebbetle yargılanıyor oluşu da hayli gündem oldu ve tepki ile karşılandı.
Mevcut duruşma savcısı da kaç sene öncesi Mine Kırıkkanat’a Fetullah Gülen’e hakaret suçlaması ile dava açmış olan bir savcı. Düne kadar AKP-Gülen Cemaati ortaklığı varken bunların ikisi bir araya gelerek yine bağımsız gazetecileri dayak atmak için uğraşıyordu. Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabı ile yargılandığında, o zaman başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın “Bazen kitaplar, bombalardan da tehlikelidir” lafını nasıl unutabiliriz. Hem de yayımlanmamış bir kitap üzerinden düzenlenen operasyonları. Ya da Ahmet’in daha yayımlanmamış, kamuoyuyla buluşmamış olan kitabını örgütsel yayın kisvesi altında başka başka gazetecilerin çalıştıkları gazetelere, yayınevlerine düzenlenen operasyonları nasıl unutabiliriz. Bunların hepsini AKP-Fetullah Gülen ortaklığı ile yaptılar. Şimdi araları bozuldu. Yine muhalif basını bastırmak için, bu kez de düne kadarki yol arkadaşlarını sanki biz büyütmüşüz gibi, bu generalleri biz atamışız gibi, polis teşkilatının içindeki kadrolaşmaya biz yol açmışız, polis kolejlerine giriş sınavlarına soruların çalınmasını, doğrudan doğruya birtakım öğrencilere verilmesi yoluyla devlet içerisinde kadrolaşmasını sanki biz sağlamışız gibi şimdi bizim arkadaşlarımızı bu çerçevede yargılamaya çalışıyorlar.
Cumhuriyet operasyonunun düzenlendiği günden bugüne, bahsettiğiniz durumlara tanıklık ediyoruz. Tüm bu yaşananları tarih nasıl yazacak sizce?
Şundan eminim ki 12 Eylül davalarını nasıl yazdıysa, 12 Eylül’deki asker mahkeme üyelerinin salonların ortasında insanları döverken kendilerini haklı görür gibi davranmalarına rağmen daha sonra o dönemdeki adalet anlayışının doğrudan doğruya emir komuta altında olduğu gerçeğinin hükmünü vermişse, kararların neredeyse tamamının yok hükmünde kalması söz konusu olmuşsa öyle yazacak. Bu dönemdeki kararlar da bu dönemdeki yargılamalar da tarihin kirli sayfalarından birinde duracak. Biz bu noktada en kötü durumun boyun eğmek, biat etmek, baş eğmek olduğunu düşünüyoruz. Cumhuriyet gazetesinin bütün emekçileri, bütün çalışanları, bütün yöneticileri boyun eğmez, baş eğmez ve kendi haklı zeminlerini savunur pozisyondaki davranışları, yapmış oldukları savunma ya da ithamlarla tarih içerisindeki yerlerini çoktan almışlardır.
Sonuç olarak hangi hukuksuz, hangi haksız sonuç tarih içerisinde abad olmuş ki! “Zulüm ile abad olanın sonu berbat olur” diye bir laf var. Bunlar zulümle abad olmaya çalışıyorlar ama gerçekten istemeyerek söylüyorum ama sonları berbat olur.
Mavioğlu ile Çağlayan Adliyesi’nin karşısında bulunan ve son günlerde artan davalarda yargılananlara desteğe gelenlerin mesken tuttuğu çay ocaklarının birinde konuştuk.
Peki, beş günlük duruşmanın ardından an itibariyle görünen nedir?
Bu süre içerisinde savunma yapan arkadaşlarımızın tamamı iddianameyi tarihin çöp kutusuna çoktan gönderdi. Böyle bakıldığında, bizim baştan beri değimiz “Bu dava hiç açılmamalıydı” cümlesi artık sadece bizim ve meseleye yakından bakan insanların değil aynı zamanda kamuoyunun pek çoğu açısından da paylaşılıyor. Yani pek çok insan “Bunları neden yargılıyorsunuz” diye soruyor. Parkeciyle ilişki, pideciyle ilişki, oto tamircisiyle ETS tur ile ilişki… Tatil paketi alan bir gazeteciyi Bylock’çu ile ilişki kurdu diye suçlarsanız, bir gazetecinin hiç tanımadığı, Bitlis’te bilmem ne köftecisinin açmış olduğu ve cevap verilmeyen bir telefona iltisak gibi bir şey kurmaya çalışırsanız, elinizde gerçekten –zaten olmaz ama- doğru düzgün iddianame ile aklı başında bir iddianame ile gelemezseniz, normal şartlar altında hakimlerin böyle iddianameleri kabul etmemesi gerekir. Bu davanın hiç görüşülmemesi gerekir. Ama arkadaşlarımız 271 gündür tutuklu yargılanıyorlar. Şunu söylemeye çalışıyorum ve laf olsun diye de değil; gömüldü iddianame, iddianame çoktan çöktü. Daha ilk günden çöktü. Akın Atalay’ın savunması ile çöktü. Ahmet Şık’ın ithamı ile dünyanın magma tabakasına yuvarlandı dava. Ama artık hala ısrar edeceklerse, hala inat edeceklerse biz de mücadelemize devam edeceğiz.
Siz aynı zamanda Cumhuriyet Davası Koordinasyonu’nun içerisindesiniz. Duruşmanın başladığı günden bu yana Koordinasyon tarafından pek çok dayanışma etkinliği, nöbetler organize edildi. Bu sürç içerisinde dışarısının desteği nasıldı sizce?
Her zaman her şeyin daha iyisi olabilir elbette. Güneş gazetesi gibi adına gazete denilmeyecek o şeyler “24 Temmuz kaos planı” gibi manşetlerle polisi kışkırtmaya ve bence davaya yönelik desteğin meşru zeminini ortadan kaldırmaya çalıştılar. Bunu bir kaos planı, bir terör faaliyeti gibi nitelendirip kamuoyunda bizi mahkum etmeye, belki de korkup buraya, davaya gelemememizi, desteğimizin ortadan kalkmasını hedeflediler. Fakat bunu başaramadılar.
Çünkü biz bunların benzerlerini uzun yıllardır yaşıyoruz. Biz ne zaman sokağa çıkalım dedik de çıkmaktan vazgeçtik! Ne zaman bir sözümüzü söyledik de ertesi gün o sözümüzü yedik. Biz sözümüzü söyleriz ve söylediklerimizi yaparız. Bu alanda mı müdahale ederler, evimizi mi basarlar, benim derdim bu değil. Benim derdim, bu ülkede haksızlık ve adaletsizlik varsa ve birileri bunun karşısında dikiliyorsa onların yanında durmaktır. Ancak bu şekilde, tuğlalar öre öre bir yapı oluşturabiliriz.
Cumhuriyet Davası Koordinasyonu bu anlamda son derece olumlu bir faaliyet. Bu çalışma çok sayıda siyasi grubu, platformu, Haziran’ı, HDK’yi, siyasi partileri, CHP’yi kendi içinde barındırmayı başardı. Tamamen iş odaklı, bu haksızlığı teşhir etmeye yönelik bir organizasyon olduğu için de çok hızlı karar alıp hızla yürüyen ve bu anlamda herkesin olanaklarını da elden geldiğince ortaya koyduğu ve hiçbir işten kimsenin yüksünmediği, elinin ucuyla tutmadığı, tam tersine dört elle sarıldığı bir koordinasyon oldu.
Ben umuyorum ki bu koordinasyon sadece Cumhuriyet davası ile sınırlı değil bundan sonra da önümüzdeki haksızlık ve adaletsizliklerle ilgili de kendi varlığını bir biçimde devam ettirecek. Çünkü sorunumuz sadece basın özgürlüğü meselesi değil. Aynı zaman da siyasilerin siyaset üretme imkanı bulamadığı bir süreçten bahsediyoruz. Seçilmişlerin başına kayyumların atandığı, milyonlarca insanın oyunu alan insanların müthiş bir zorbalıkla hapishanelere tıkıldığı, siyaseten tecrit edilmeye çalışıldığı bir aşamayı yaşıyoruz. Aynı zamanda çocuklara tecavüz edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Tecavüzün bizzat iktidar ve iktidarın kurumları tarafından korunup kollandığı bir ülkede yaşıyoruz. Kadın cinayetlerinin arttığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu anlamda Cumhuriyet Davası Koordinasyonu’nu bütün muhalefete bir çeşit örnek oluşturabilecek bir nüve olarak değerlendiriyorum. Bu anlamda bizim burada binlerce on binlerce insanı toplayıp toplayamamamız önemli değil. Önemli olan gösterilen niyet; güçlü, iyi bir niyetin varlığıdır. Bu zemin oluşmuştur. Bu zemin bundan sonra da büyük olasılıkla daha güçlü bir şekilde hayatın her alanında bir şekilde müdahale etmenin yollarını arayıp bulacaktır.
Sorunumuz şu anda Cumhuriyet davası ve tutuklu gazeteci arkadaşlar; bu zeminde pazartesiden itibaren, asla bu davaların peşini bırakmayacağımızı deklare etmek için, burada her gün açıklamalarımızı yaptık, düzenli olarak alanda yer aldık, asla burayı boş bırakmadık.
İçeri girip tutuklu arkadaşlarla, Ahmet’le, Kadri’yle, Murat Sabuncu’yla, Musa Kart’la konuştuğumda gördüm ki bu destek içerideki arkadaşlarımıza çok olumlu yansımış ve hepsine moral vermiş. Bırakın kamuoyuna ne anlattığımızı, içerideki arkadaşlarımıza moral vermek bile bana çok iyi bir şey yapmışım gibi geldi. Biz hepimiz cennetliğiz.
Peki ara karara ilişkin değerlendirmeniz nedir?
Mahkeme arkadaşlarımızın bazıları hakkında tahliye kararı vermiş olsa da hala Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel ve Ahmet Şık tutsak. Ve bu anlamda mahkeme, çökmüş olduğu gerçeğini bir kenara atıp zulme devam kararı verdi. Elbette ki bunun karşısında bizim oturup yerimizde duracak halimiz yok. Davayı canlı tutmak için, arkadaşlarımızın haklılığını ülkenin ve dünyanın dört bir yanında ifade etmek için elimizden geleni ardımıza koymayacağız. Madem zulümkârlar bu kadar zorbalar; bizler de arkadaşlarımızı içeriden çıkarmak için mücadelede o kadar inatçı olacağız.
Söyleşi: Aylin Kaplan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.