“Erdoğan, YÖK’e ve rektörlere barış akademisyenlerini cezalandırma çağrıları yapınca, devlet üniversiteleri arasında en cevval çıkan Mersin Üniversitesi rektörü oldu”
“Erdoğan bu metni imzalayan 1128 akademisyeni ağır hakaret ve ithamlarla suçlulaştırmaya çalışıp, YÖK’e ve rektörlere bunları cezalandırma çağrıları yapınca, devlet üniversiteleri arasında en cevval çıkan Mersin Üniversitesi rektörü oldu. Ben dahil 15 kişinin sözleşmesini hukuksuz biçimde yenilemeyen Rektör, en son herkesi KHK’yla attırdı”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada altıncı öykü Mersin Üniversitesi’nden Ali Ekber Doğan’ın.
Ali Ekber Doğan, Malatya Hekimhan doğumlu. ODTÜ mezunu. BİRİKİMİN HAMALLARI, EĞRETİ KAMUSALLIK, TARİH SINIFLAR VE KENT (Derleme) başlıklı üç kitabı bulunmaktadır.
Mersin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesiyken Aralık 2016’da sözleşmesi yenilenmeyerek işten çıkarıldı. 29 Nisan 2017 tarihli 689 sayılı KHK ile bir kez de kamu görevinden ihraç edildi.
Doğan anlatıyor:
İlkokula Malatya’da başladım. Ancak 1978’de Malatya merkezden Alevileri sürmek için tezgâhlanan ‘Hamido Olayları’ nedeniyle babamın dükkanı yakılıp, evimiz kurşunlanınca zorunlu olarak Ankara’ya göç ettik. Bu yer Mersin de olabilirmiş ama babam köylülerimizin en yoğun yaşadığı Ankara’yı (Seyran’ı) tercih etmiş. İlkokula Ankara’da devam ettim. Ortaokul, lise ve üniversiteyi de Ankara’da okudum.
Lise 2’den itibaren siyasete ilgi duyan bir öğrenci oldum. Okulumuz büyük olmasına rağmen pek parlak bir okul değildi. Atatürk Lisesi 12 Eylül liberali Sabah Gazetesi’ni satın almanın bile sakıncalı sayıldığı kopkoyu bir gericilik yuvasıydı. Benden bir sınıf alttaki kız kardeşimin Dido Satiriu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabıyla yakalandığı için disipline verildiğini hatırlıyorum mesela… Lise son 1988-89 dönemine denk geliyor. Artık okulun dışında gümbür gümbür bir sol rüzgar var ama içeride tam bir manastır disiplini hâkimdi. Tabii okul yönetiminin tavırları dışarıyla buluşmamızı engelleyemedi. Artık okulu aşıp, “Dünya’yı Sarsan On Gün”, “Ateş Altında” gibi devrimci filmlere gider olmuştuk. Hatta Lise 2’de bir seferinde MHP’li fizik hocasının sınav yaptığı gün okulun arkasındaki Yeşilırmak sokakta bulunan Gölbaşı Sineması’na gitmiştik. Bula bula Chuck Norris’in vurdulu-kırdılı Vietnam filmini bulmuştuk maalesef. Ondan sonra Fizik’ten bir daha geçemem diye son sınıfta edebiyat şubesine geçtim. Sınıfım notları düşük, tembel ve sorunlu kabul edilen öğrencilerin olduğu bir sınıftı. Buna rağmen, 1989‘da üniversite sınavının birinci aşamasında Atatürk Lisesi’nde en yüksek puan alan birkaç kişiden biri olmam başta okul yönetimi olmak üzere herkesi şaşkınlıklar içinde bırakmıştı.
Sonra ODTÜ’yü kazandım. Liseden örgütsüz geldiğim için öğrenci hareketine katılmam da sıkıntılı oldu. İlk başlarda dernek toplantılarına gittiğimde korkuyla dehşet arası hislere kapıldığımı hatırlıyorum. Bir sürü garip kıyafetli, kibirli, asık suratlı insan birbirleriyle kavga ediyordu. Gerçeklik biraz daha farklı olabilirdi tabii. Fakat benim gördüğüm böyle bir tabloydu. Bu yüzden ilk üç-dört yıl öğrenci hareketinin kenarında durdum. Ancak 1993’te, okul dışında Ankara Elektrik Mühendisleri Odası’nın bir kursunda tanıştığım Hacettepeli bir arkadaş vesilesiyle ‘Devrimci Gençlik’ dergisi çevresiyle irtibatlandım. Birçoğu hala mücadelenin içinde yer alan bu çevreden sıcakkanlı, güler yüzlü, neşeli abiler-ablalar ve arkadaşlar sayesinde siyasete gerçek anlamda girmiş oldum. Aynı yıl bir rahatsızlık nedeniyle İbni Sina hastanesinde yatarken, komşumuz Semra ablanın getirdiği Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi ve Marksist klasiklerle önüme yeni bir yol açılmıştı.
O zamana kadar, biraz Cumhuriyet okuru bir evde büyümenin, biraz da ortaokul yıllarında asosyal bir çocuk olmamın etkisiyle ne bulursa okuyan biriydim. Fakat hastanedeki yoğun okuma süreci bana bir kılavuz ipliği vermişti. Bununla her şeyi açık biçimde anlayabildiğimi, açıklayabildiğimi düşünüyor, dünyayı iyiye doğru değiştirecek büyük, evrensel bir mücadelenin parçası olduğumu hissediyordum. Doğu Bloku’nun çöktüğü kargaşa içinde bir dünyada, korkunç bir kirli savaşın hâkim olduğu ülkede bu iplik yolumu yitirmeden, umutsuzluğa kapılmadan yürümeme yardımcı olduğu için, hayata karşı baş döndürücü biçimde güçlendiğimi hissediyordum. O zamanlar bu şekilde adlandırmıyordum tabii ama bu aklımı başımdan alan bir aydınlanma ve özgürleşmeydi.
Yabancı dil zafiyeti, siyasi faaliyetler, uzaklaştırmalar derken ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümü’nü 7 yılda bitirdim. Ben mi bitirdim, okul mu mezun etti, onu bile anlamadım… Üniversite bitince kültür, edebiyat, bilim gibi konularla ilgilenmekten hoşlandığım için Ankara Siyasal’da yüksek lisans yapayım dedim. Fakat notlarım pek parlak olmadığı, ODTÜ’deki bölüm başkanım Raşit Kaya’dan referans mektubu istediğimde vermediği için mi, yoksa sınav kâğıdım kötü olduğu için mi bilmiyorum bir şeylerden ötürü Siyasal’ın yüksek lisansına giremedim. Oraya kabul edilmeyince mecburen bankalarınki başta olmak üzere iş sınavlarına girdim.
Bu süreçte Mersin Üniversitesi’nden haberdar oldum. Birlikte yıllardır bir kültür sanat dergisi kolektifi içinde bulunduğum bir arkadaşım bir gün, Mersin’deki bir hocadan “burada yüksek lisans programı açıyoruz, sınava gir, kısa süre sonra da seni araştırma görevlisi olarak alırız” şeklinde bir davet aldığını söyledi. Hukuk mezunu arkadaşım; “Ben Ankara’da kalıp avukatlık yapacağım, istersen sen git” diye bu öneriyi değerlendirmemi istedi. Ben de atlayıp gittim tabii. Böylece de Mart 1997’de Mersin Üniversitesi maceram başlamış oldu. Yüksek lisansa başladıktan kısa bir süre sonra bir bankanın dış ilişkiler müdürlüğünün uzman yardımcılığı sınavını kazandığımı öğrendim. Ailenin geri dön çağrılarına uyup, Ankara’da üç hafta süren bankacılık kariyerime başladım. Aklım Mersin’deydi. Sadece yüksek lisansta da değil, aynı zamanda sonradan üç yıl evli kalacağım Sevilay’daydı. Çok sürmedi, annem-babam bir gün “Her gün eve böyle mutsuz geleceksen seni zorlamayalım yavrum, istiyorsan ayrıl bankadan ama sana çok da destek olamayız” dedi. Ben de istifayı basıp, Mersin’e geri döndüm. Anketörlük, çeviri gibi işlerle, ÖDP çevresindeki siyasi abilerin kalacak ev sağlamasıyla 6 ay daha idare edip, 1997 sonunda enstitü asistanı olarak akademisyenliğe adım attım. O günden bugüne 20 yıl geçmiş, bunun 7 yılı doktora, askerlik ve geçici görev (Tunceli Üniversitesi) nedeniyle dışarıda, 13 yılı da Mersin’de geçti.
Mersin Üniversitesi’nde ilk zamanlar sosyal demokratların bir baskınlığı vardı. Bir miktar da onların solunda muhalif insan vardı. Bu anlamda, Türkiye ölçülerine göre gayet ayrıksı bir yapılanma oluşmuştu. Felsefeci bir kurucu rektörümüz vardı. Onun rakibi de yine bir sosyal bilimciydi. Bu da oldukça ayrıksı bir özelliktir. 28 Şubat sürecinden itibaren, 1999 yerel seçim sonuçlarıyla perçinlenen özel bir anlayışla Mersin’e dönük bir yönelim oldu. Bu çerçevede üniversitedeki sola açık yapının bozulması için devlet katlarından çok gayretler gösterildi. Bir dayatma sonucu, GATA kökenli hocaların yöneticiliğinde Tıp Fakültesi açıldı. Fen Edebiyat, İİBF, Mühendislik Fakülteleri’ndeki en kıdemli, tanınmış hocalar istifaya, emekliliğe zorlandı, yeni yönetimle işbirliği yapmaktan kaçınan bir sürü akademik-idari personel ilçelere sürüldü, sağ Kemalist görünen, özünde aşırı milliyetçi bir anlayış Mersin Üniversitesi’nde hâkim kılınmaya çalışıldı. Üniversite bileşenleri, sadece 40 küsur tıpçının oyunu almış kişi atandığında şehirdeki demokratik çevrelerle birlikte Cumhuriyet Meydanı’nda büyük bir miting bile düzenledi, ama bu olumsuz gidişatı tersine çeviremedi. Mersin Üniversitesi 2007-2008’lere kadar zapturapt altında tutuldu.
Sonra AKP ve Kemalist kesim arasında çatışma süreci içinde, devlet içindeki çatlakta sosyal-demokrat/sol yapı biraz rahat nefes aldı. Ta ki 2015’te seçimden 3. sırada çıkan Ahmet Çamsarı, Saray tarafından rektör atanana kadar, Mersin Üniversitesi’nde pürüzlü, sınırlı da olsa görece demokratik bir dönem yaşandı.
Majestelerinin hınk diyicisi Çamsarı’dan sonra üniversite AKP parti teşkilatı, MHP ve daha genel olarak malum cemaatin rahatça at koşturduğu bir yer haline gelmişti. İdari personel ve taşeron çalışanlar bu yönetimin ilk hedefiydi ve bu şekilde bir sürü insan bulundukları birimlerden başka yerlere sürüldü, taşeron ya da sözleşmeliyse sözleşmeleri yenilenmeyerek işten atıldı, disiplin soruşturmalarına maruz kaldı. Sarayın rektörünün üniversitenin sosyal hayatında belli bir ağırlığı bulunan Eğitim Sen’li, sol görüşlü hocalara karşı da bir şey yapması bekleniyordu ki ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisi gündeme geldi.
Tayyip Erdoğan bu metni imzalayan 1128 akademisyeni ağır hakaret ve ithamlarla suçlulaştırmaya çalışıp, YÖK’e ve rektörlere bunları cezalandırma çağrıları yapınca, devlet üniversiteleri arasında en cevval çıkan Mersin Üniversitesi rektörü oldu. Bildirinin üzerinden 15 gün geçtikten sonra iki kişinin görev süresini uzatmayan rektör, bir yandan savcılığa suç duyurusunda bulunmuş, bir yandan da tüm imzacılar hakkında idari soruşturma açmıştı. O tarihten bu yılın Nisan ayına kadar ben de dâhil 15 kişinin sözleşmesini hukuksuz biçimde yenilemeyen Rektör, en son herkesi KHK’yla attırdı.
Bu işgüzarlığın sebebi, 2 yıldır üniversitenin başında bulunan Rektörün aşırı sağcı bir lümpenlikle etrafındakilere, “Üniversitede 1000 tane Pekakalı var, bunların hepsinden kurtulmalıyız” diyen bir zihniyette olmasıdır. Böylesi bir ithamla hakkında soruşturma açılmış bir kişi bile yokken, kendinden olmayan herkesi şeytanlaştırmayı marifet sayan bir anlayıştan beklenecek şekilde davrandı. Temel derdi elbette, Mersin Üniversitesi’nin geçmişten gelen görece demokratik sosyo-politik yapısını değiştirmekti. Bu da çalışanlardan, öğrenciden yana tek demokratik kitle örgütü olan Eğitim-Sen örgütlülüğünün çökertilmesiyle olabilirdi. Fakülteden yeniden atanma yazısının rektörlüğe geç gelmesi gibi skandal bir gerekçeyle atılan ilk kişinin 200’e yakın öğretim üyesi ve 100 civarında personel üyesi olan Eğitim Sen üniversite baş temsilcisi Mustafa Şener olması bir tesadüf değildi. Sonuç itibarı ile Mersin Üniversitesi yönetiminin bu faşizan tavrını üniversite kamuoyunda belli bir ağırlığı, etki alanı olan Eğitim Sen’i bitirme isteğiyle, sendikalı hocaların şehirdeki sol siyasetin bir bileşeni olmasıyla, AKP ve MHP’nin üniversite üzerinden şehir siyasetindeki gücünü arttırma, solun gücünü kırma arzusuyla doğrudan bağlantılı bir olay olarak görüyorum.
Bu aşırı sağcılıkla alakalı nedenin yanında, bu saldırganlığın arkasındaki en önemli motivasyonun kariyer hırslarıyla birilerinin gözüne girmek, aferinini almak olduğu da anlaşılıyor. Başka türlü yıllarca birlikte çalıştığı, ailecek görüştüğü bir hocanın ismini, özel üniversiteye geçmiş olmasına, imzasını geri çekmesine rağmen KHK listesine ekletmesini açıklamak çok güç. Elbette bu hırsların, gözü dönmüş bir sol düşmanlığıyla, saldırganlıkla, düşmanlıkla kendini cisimleştirdiği de söylenmelidir. Daha önce sözleşmesini uzatmayıp attığınız kişiyi bir daha niye atarsınız? Zulmünün, kötülüğünün sınırı olmadığını göstererek korku saldığını, düşman kampa yerleştirdiğine zarar verdiğini düşünüyor olmalı.
Ben aslında Aralık 2016’da üniversite yönetimi tarafından, “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” imza metnine imza atmamdan dolayı hakkımda idari ve adlı soruşturma olması gerekçesiyle işten atılmıştım. Ne zaman, ne şekilde olacağını bildiğim ve maddi hayatımı ve psikolojimi buna hazırlamış olduğum için bir şekilde o süreci atlatmıştım. KHK’yla kamu görevinden ihraç edilmek ise ne zaman olacağı bilinmeyen, olmamasını dilediğim bir şeydi. Bu yüzden KHK’yla ile atıldığımı ilk duyduğumda ne düşüneceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. İşten atılıp, yurtdışı bursuyla akademik hayatını sürdüren biriyken, pasaport iptali gibi nedenlerle ailesinden sevdiklerinden eşinden-dostundan ayrı kalmış bir sürgüne dönüştüğümü idrak ettim. Yeni durumu değerlendirip, ona göre bir vizyon geliştirene kadar bu durum biraz üzüntü yarattı tabii ki… Sonra toparladım. Şimdi burada diğer Barış Akademisyenleriyle bir arada durmaya, yeni projeler-üniversiter oluşumlar geliştirmeye çalışıyorum.
İmza ve atılmalar sürecinin ilk ayları hariç Eğitim Sen ve KESK’in sosyal açıdan anlamlı bir dayanışma geliştirdiği, üyelerine maddi bakımdan ve örgütsel faaliyetleriyle yardımlarda bulunduğu ortadadır. İşten atmalara ve ihraçlara karşı iktidarı geri adım atmaya zorlayan güçlü bir duruş sergilediğiyse söylenemez. OHAL’den önce işten atmalar, sürgün, istifaya, emekliliğe zorlama biçimindeki baskılar karşısında sendikanın maddi yardımları ve örgütsel olarak mağdur üyelerinin yanında olduğunu göstermesi belli ölçüde yeterliydi ama OHAL rejimine geçilen 20 Temmuz 2016’dan itibaren durum değişti. Eylül ayındaki ilk kitlesel işten çıkarmalardan itibaren, iktidarın saldırısına karşı güçlü bir karşı koyuş gerekiyordu ancak ne KESK ne de Eğitim Sen böylesi bir mücadele içine gir(e)medi.
Bunun bir sürü gerekçesi var. Birincisi iktidarın 15 Temmuz’u iktidarı tekeline almak ve karşıtlarını tasfiye etmek bakımından çok ustalıklı biçimde kullanıyor olmasıdır. Bu ortamda hem aşağıdan yani atılanlardan bir basınç gelmedi. Hem de mücadeleci sendikalar kapatılma tehdidiyle sindirildi. Sorunun birincil ve ikincil muhataplarından eylemlilik yönünde ciddi bir basınç gelmediği koşullarda, kurumsallaşmış, belli bir bürokrasisi oluşmuş, aidatlarla varlığını sürdürebilen bir sendikal yapıdan OHAL koşullarında kitlesel ve militan bir mücadeleyle iktidara geri adım attıracak eylemler geliştirmesini bekleyemezsiniz. KESK’le Eğitim Sen’in politikalarına yön veren HDP, ÖDP/Haziran, EMEP gibi siyasi yapılar bile OHAL uygulamalarına karşı güçlü bir muhalefet sergilememiş, hatta böyle bir vizyonu deklare etmemişken, belli ölçüde bürokratikleşmiş sendikal bir örgütün bunu yapmasını beklemek çok da akıl kârı bir tutum değildir. Biz bireyler ve belli gruplar olarak sendika yönetimlerini bu konuda daha öncü bir konuma davet etsek de gerçek durum budur.
KHK’larla işten atmalara karşı sendikalarla HDP ve solun geri kalanı böylesi bocalamalar içindeyken, Nuriye, Semih, Acun ve farklı illerden arkadaşları ortak bir kararla oturma eylemleri başlattı. Bu anlayış olarak birbirine yakın insanların eylemlerine KHK’yla işten atılan Betül Celep’in Kadıköy’deki oturma eylemi eklendi. Bunlar çok saygıdeğer eylemlerdi. Açlık grevi 60’lı günlerine gelirken Nuriye ve Semih’in direnişi Gezi’den referanduma sokak muhalefetinin yeni öncü kuşaklarının etrafında toplandığı tarihsel bir ‘olay’a dönüştü. CHP ve HDP’nin referandum sonrası yol açtığı hayal kırıklığını önemli ölçüde kırdı, söz konusu sosyal muhalefet güçlerinin mücadele azmini kamçıladı. Bu noktadan sonra sendikaların ve sol yapıların eskisi gibi devam edemeyeceklerini görmesi gerekiyordu. Onlar da belli alanlarda oturma eylemleri yapıyorlar ancak bunlar cılız, yasak savma kabilinden işler gibi gözüküyor maalesef. Bu noktadan sonra bu iki devrimci eğitimciyi ancak KHK ile atılanlar ve diğer emekçilerin iktidarı zorlayan kitlesel hareketi yaşatabilir ancak ufukta bunun emareleri olduğunu söyleyemiyorum.
Anne-babasına düşkün sayılabilecek bir insanım. Gençliğimde biraz yormuş olsam da onlarla hep güzel bir iletişimimiz oldu. Bu imza sürecinin başından beri yanımda olmalarının, benim için büyük bir moral ve güç kaynağı olduğunu belirtmek isterim. Kardeşlerim ve onların eşleri de öyle. Hepsine ayrı ayrı teşekkür etmem gerekiyor. Kız arkadaşım ve başka yakın arkadaşlarımın yokluğu da kapanmıyor tabii. Döndüğümde hiçbir şeyi bıraktığın gibi bulamayacağımı bilmenin verdiği hüznü de şimdiden yaşıyorum. Bu da anne-babaya düşkünleşmek gibi bir yaşlılık emaresi galiba.
Atılınca ve gurbette yaşadıkça, en çok yokluğunu hissettiklerim arasında öğrenciler de üst sırada geliyor. Öğrencilerin tepkileri siyasi ve etnik kimliklerine göre farklılık gösterdi ama hangi siyasi görüşte olursa olsun, çok büyük bir kısmı kendi meşrebiyle sevgisini ve üzüntüsünü ve yanımda olduklarını gösterdi. Bu yıllarca öğrencilerle etkileşim içinde olmuş bir öğretim üyesi için çok değerli ve tatmin edici bir durum. Bir hocayı bunlardan daha fazla ne iyi hissettirebilir ki…
En anlamlı uğurlamalar öğrencilerden geldi. History of Humanity (İnsanlık Tarihi) dersinin son haftasında bazı konuları bitirmeye çalışırken, öğrencilerden dersin normalden 15 dakika sonra bitmesini istedim. Hem çalışıp hem okuduğunu bildiğim güzel bakışlı bir öğrenci “O zamana yemekhanede yemek biter, bizim de dışarıdan yiyecek paramız yok” diyerek beni kendilerine öğle yemeği ısmarlamaya zorladı. Ben de “Tamam dersin sonuna kadar kalanları Makarnaevi’nde öğle yemeğine götüreceğim” dedim. Sonra dersten çıktık, dersliğin kapısında bekleyen üst sınıflardan üç-dört kişinin daha katılmasıyla yaklaşık 20 kişi yemeğe gittik. Arada bazıları “Hocam bu kadar kişinin parasını nasıl ödeyeceksiniz. Biz ayrıca şunu da yiyip içeceğiz” türünden sözler söylüyordu. Ben de “Bir daha sizle görüşemeyiz belki, feda olsun” diye onları bastırıyordum. Böyle kalabalık bir grup uzun bir yolu kat edip, Makarnaevi’ne vardık. Yemekleri yedik, çay-kahvelerimizi içtik, tam kalkıyorken “Hocam biz size bir oyun oynadık ve kendimizi yemeğe davet ettirdik gibi oldu ama aslında birkaç gündür bunu planlıyorduk, siz bizim misafirimizsiniz” dediler. O an yaşadığım mutlu şaşkınlığı hiç unutmayacağım galiba. Onların güzel sürprizlerini gerçekleştirmenin gururuyla gülen gözleri uzun süre aklımdan çıkmadı.
Son gün yine farklı sınıflar ayrı ayrı çiçekler almışlar, şarkılar çalışmışlar, fakülte önünde benden başka herkesin (polis ve özel güvenliğin de tabii) bildiği kalabalık bir uğurlama töreni yaptılar. Başka fakültelerden öğrenciler de gelmişti. O da öyle bir güzellik oldu.
Üniversitede yıllardır dostluğum, ahbaplığım olan başta idari kadrolardaki arkadaşlar olmak üzere ilişiğim kesilmeden önce aradı, ziyaret etti, birkaç tanesi hediyeler getirdi. Mersin’in demokratik kamuoyundan bir dolu can arkadaşım sevgi ve dayanışmalarını gösterip, Mersin’den güzelce uğurladılar. Sürecin başından beri birlikte yürüdüğümüz ve bu Nisan‘da KHK’daş olduğum çalışma arkadaşlarımla hala birlikteyiz tabii ki, öncesinde irtibatımız olan, dayanışan akademik ve idari pek çok arkadaşımın çoğunun OHAL ilanından sonra uzak durmaya başladığını da gördüm ama onlara da bir şey demiyorum. Bizler daha aktivist, politik, sendikacı geçinenler ülkede adım adım dikta rejimine geçilmesini durduramıyorsak, insanlara niye yanımızda durmuyorsunuz demenin, onlara kızmanın, küsmenin çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Birçoğu belli bir aşamaya kadar desteklerini gösterdiler, bu yüzden onlara da çok teşekkür ediyorum.
Sonra iki hafta Ankara’da, 10 gün de İstanbul’da kaldıktan sonra yurtdışına çıktım. Ankara’da anne baba, kardeşler, yeğenler, Ankara Üniversitesi’nden dostlarımla, İstanbul’da çok sevdiklerim ve arkadaşlarımla bilumum buluşmalar, görüşmeler, uğurlamalar oldu. En son İstanbul’da Sevinç, Samet ve Ömer şahsında bir sürü dostun iyilik ve güzelliğini geride bırakıp, burs aldığım Almanya’ya geldim.
İşten atıldığım için, hayatımın merkezindeki sevdiklerimden, öğrencilerimden, arkadaşlarımdan ayrılmak zorunda kaldım. Dilini bilmediğim bir ülkede gündelik hayatımdaki pek çok şeyden, alışkanlıklarımdan, düzenimden mahrum biçimde yaşamaya çalışıyorum. KHK’yla pasaport iptali de bunun üstüne tuz biber ekti. Ailemi, sevdiklerimi göremeyecek olmak çok canımı acıttı. Buradaki yaşama biraz daha alıştım ama yine de hayatımın eğretileşmiş olduğunu söyleyebilirim. Politik nedenlerle işten atılmış, aktivist bir insan olarak politikanın, sanatın, edebiyatın yani kamusal alanın çeperinde yaşamak can sıkıcı. Oturma iznine dair birtakım sıkıntılar yüzünden, Almanların 6 aydır hazırlık yaptığı Hamburg’daki G20 protestolarına bile gidemiyorum. Türkiye siyasetindeki gelişmelere dair eleştirel bir şey yazdığımda yurtdışında olmam yüzüme vurulabiliyor. Her şey çok yavaş ilerliyor ve bu durum da beraberinde ciddi bir motivasyonsuzluğu getiriyor. Bu durumla mücadele edip, Türkiye’ye dair olanların ötesinde evrensel ve teorik bilgi üretebilirsem kendimi başarılı addedeceğim gibi geliyor.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.