Üzgünüm beyler ölümlerde sizin nefretinizin de payı var. Çünkü birileri nefret ettikçe o birilerinden nefret edenler de olacak ve bu nefret yoldan geçen öğretmenlerin, barış mitingine giden demiryolu emekçilerinin, Kayseri’de çarşı iznine çıkan erlerin, Beşiktaş maçından çıkan taraftarların ve bazen bir otobüs durağında eve gitmek için bekleyen gencecik çocukların yaşamına son verecek Ayşe Düzkan’ın Batman’da […]
Üzgünüm beyler ölümlerde sizin nefretinizin de payı var. Çünkü birileri nefret ettikçe o birilerinden nefret edenler de olacak ve bu nefret yoldan geçen öğretmenlerin, barış mitingine giden demiryolu emekçilerinin, Kayseri’de çarşı iznine çıkan erlerin, Beşiktaş maçından çıkan taraftarların ve bazen bir otobüs durağında eve gitmek için bekleyen gencecik çocukların yaşamına son verecek
Ayşe Düzkan’ın Batman’da öldürülen Aybüke öğretmenin ardından kaleme aldığı ve 11 Haziran’da Artı Gerçek’te yayımlanan yazısı sonrası sosyal medyada acımasız bir linç kampanyası başlatıldı.
Yorumları okuyup, eleştiri adı altında yapılan saldırı ve hakaretlere bakınca, insanları okuduğunu anlamayacak kadar “kör” hale neyin getirdiğini düşündüm. Fakat aslında yaptıkları okuduklarını anlamamak kadar masum değil. Genç bir öğretmenin ölümünü doğuran koşullar karşısında tutumumuzu sorgulamaya çağıran Düzkan’a yönelik eleştiri ve hakaretler, şovenizme bulanmış habis “solculuk” anlayışlarıyla yüzleşmek istemeyenlerin çıkarttığı gürültüdür.
Düzkan’ın yazısına yöneltilen eleştiriler kendisinin “feminist” olduğu vurgusuyla başlıyor mutlaka. İsminin başına “Feminist yazar”, “feminist” sıfatı ekleniyor. Ardından kendisine, hayatta olmayan annesine küfürler hakaretler ve ipe sapa gelmeyen galiz ifadeler… Bu durumda saldırının altında bariz bir feminizm ve Kürt düşmanlığı olduğunu görmek zor değil. Yazarı “Kürtlere düşman olmadığı için” hedef haline getirenlerin kadınların eşitlik özgürlük mücadelesine karşı düşmanlık beslemelerine şaşırmamamın sebebi biraz feminist teori bilmemdir. Malum erkeklikten ırkçılığa giden yol çok da uzun değil. Kendi cinsini üstün görenlerin, bir ırkın üstünlüğüne inanması şaşırtıcı değil. Ya da kadınlara reva görülen erkek / devlet şiddetini meşrulaştıranların bir halka yönelik devlet şiddetini yerinde bir uygulama olarak bulması da. “Sözde” eleştiren tayfanın kullandığı cinsiyetçi küfürler de bu düşmanlığı tesciller nitelikte. Ama sorsanız içlerinden bir kısmı bağımsızlık sevdalısı “solcu”. Kendilerinin, erkek egemenliğiyle güçlenen bu şoven siyaseti sürdürdükleri sürece yok olmaya mahkûm olması tek tesellimiz.
Ayşe’nin yazdıklarına tahammül edemeyenler bu ülkede üçer beşer, kitlesel meydanlarda, hain pusularda ölmemize sebep olan şiddetin kendi nefretlerinden beslendiğini duymamak için kulaklarını kapatıp var güçleriyle bağırıyor. Ama üzgünüm beyler sizler birilerinden (feministlerden, Kürtlerden, eşcinsellerden ve dünyanın size benzemeyen kalan yarısından) nefret ettikçe ölümler devam edecek. Ve ölümlerde sizin nefretinizin de payı olacak. Çünkü birileri nefret ettikçe o birilerinden nefret edenler de olacak ve bu nefret yoldan geçen öğretmenlerin, barış mitingine giden demiryolu emekçilerinin, Kayseri’de çarşı iznine çıkan erlerin, Beşiktaş maçından çıkan taraftarların ve bazen bir otobüs durağında eve gitmek için bekleyen gencecik çocukların yaşamına son verecek. Sizin mantığınızla ölenlere onları kimin öldürdüğüne bakıp sahip çıkacağız. En insan yerimizden ikiye bölüneceğiz. “Siz” “biz” olacağız. Böylece en demokratik talepler karşısında bile bizi yönetenler saldırılarına bir yandaş bulacak. 10 Ekim Katliamı sonrası Konya’da bir stat dolusu insanın ıslığı olup kulaklarımızda çınlayan bu “sizlik” “bizlik” yeni ölümlere giden yolu açacak.
Ölümlere üzülmenin samimiyetini “tuttuğumuz saf”larda aramak yerine kendi davranışlarımızın tercihlerimiz ya da benimsediğimiz tutumun ölümlerde payı var mı diye sormak, bugün içinde bulunduğumuz tabloya ne kadar katkısı var diye durup düşünmek herkesin sahip olacağı bir erdem değil. O nedenle ölümlerin ardından üzülüp düşman gördüklerini suçlama çocukluğu işin kolayı oluyor. -Zaten faşizm de biraz çocukluk değil midir?- Tüm dünyayı düşman gören, herkes kendisi gibi olsun isteyen benmerkezci fallik dönemde kalmış bir çocukluk.
Şu an karşı karşıya kaldığımız manzara bu çocukluğun Kürt düşmanlığı ve kadın düşmanlığına bulanarak bulduğu en kolay ve yaygın mecra olan sosyal medyadan, küfür ve iftiraya rahatça meydan veren takma isimli blog sayfalardan dışa vurulması. Ne de olsa takma isimler bizi süper ego basıncından kurtarıp ilkel benliğimizden fışkıran her türlü zırvayı tutarlı olmaya gerek kalmadan ifade etme imkanı veriyor. Takma isimlerin arkasına sığınıp çok “cesur” açıklamalar, tespitler yapabiliyoruz.
Ama bu gizli yazarların aksine adını açık açık gazete sayfalarına, künyelere yapılan haberle yazmakta sakınca görmeyenler de var: Genç bir kadının ölümünden yola çıkarak Kürt sorunun çözümünde savaş seçeneğini savunanların bir durup düşünmesi gerektiğini söyleyen Ayşe Düzkan bunlardan birisi. Kendisinin adı Özgür Gündem gazetesinin 8 Mayıs 2016 tarihli sayısının künyesine yer alıyor. Gazeteye yönelik baskılar karşısında basın özgürlüğünü savunma bilinciyle “Nöbetçi Eş Genel Yayın Yönetmeni” olarak gazeteyle bir günlük sembolik bir dayanışma sergilemişti. Bu nöbet nedeniyle yargılandığı davanın karar duruşması bu ay sonunda görülecek. Hakkında hapis cezası talep ediliyor. Düzkan bu davanın soruşturma aşamasında savcılıkta verdiği ifadede Cizre’de sokağa çıkma yasakları sırasında vurulan ve ailesi tarafından cenazesi derin dondurucuda muhafaza edilen 10 yaşındaki Cemile’nin neden bir gazetede haber olarak yer alması gerektiğini anlatmak zorunda kalmıştı. Gazeteciliğin bir ülkede yaşanan her türlü hak ihlalini haber olarak insanlara ulaştırmasının mesleki ve kamusal sorumluluk gereği olduğunu söylemişti. Ve bunu savunuyorken kimin öldürdüğüne bakmaksızın Cemile’nin yaşanan son ölüm olmasını tüm kalbiyle dilemişti.
Bu tutarlılığı birlikte yöneticilik yaptığımız DİSK Basın İş çatısı altında verdiğimiz basın özgürlüğü mücadelesine de sergiliyor. Özgür Gündem’le dayanışma gösterdiği için yargılanırken bu sorun karşısında çizgisi belli olan Sözcü’ye yönelik yargı operasyonuna sessiz kalmanın ne denli büyük bir hata olduğunu da açıkça dile getirmişti. (bkz: https://www.artigercek.com/hic-uzulemem-valla)
Ama ölülere onların kimin tarafından öldürüldüğüne bakarak sahip çıkanların, siyasal sorumluluk almak yerine sanal dünyada takma isimler ve sahte hesaplarla zorbalık yapanların, had bildirenlerin barış, eşitlik, özgürlük mücadelesi için ilkeli ve tutarlı bir duruşa sahip olanları anlamasını en azından hakkını teslim etmesini beklemek maalesef çok yersiz bir çaba.
Bu yersiz çabaya düşmeden ama mücadelenin ilkelerine değerlerine ve ahlakına sahip çıkmak adına yol arkadaşım Ayşe için bu yazıyı kaleme aldım. Onu sadece “adalet sarayları”nda siyasallaşmış yargı kurumları karşısında savunmuyorum. İnsan kalabilmek için savunduğumuz değerleri dile getirdiğinde hedef yapanlara karşı da savunuyorum. Çünkü onun şahsında saldırıya uğrayan bizim özgürlük, eşitlik ve barış düşlerimizdir, kolektif değerlerimizdir. İnsan kalabilen yanımızdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.