Hayır Bloku’na baktığımızda bir araya gelmiş ve akıl yürüten ya da akıl yürütebileceği zemin arayan bir topluluktan çok, Erdoğan’a ve AKP iktidarına son derece tepkili ve bu tepkisini ortaya koyacak vesile ve yol arayan bir kitle görüyoruz Yazı dizimizin önceki bölümlerinde, birincisi, hak ve özgürlük arayışlarının birbirinden kopuk (sadece yan yana) olmasının Hayır Bloku’nun hakim […]
Hayır Bloku’na baktığımızda bir araya gelmiş ve akıl yürüten ya da akıl yürütebileceği zemin arayan bir topluluktan çok, Erdoğan’a ve AKP iktidarına son derece tepkili ve bu tepkisini ortaya koyacak vesile ve yol arayan bir kitle görüyoruz
Yazı dizimizin önceki bölümlerinde, birincisi, hak ve özgürlük arayışlarının birbirinden kopuk (sadece yan yana) olmasının Hayır Bloku’nun hakim karakterini oluşturduğunu, zira bu mücadelelerin sırf kendisi ile sınırlı imtiyaz mücadeleleri şeklinde yürütüldüğünü; bunların toplamının ortak bir irade bloku ortaya çıkarmadığını; hatta Hayır unsurlarının kendi aralarında da çatışma yaşadığını, hak ve özgürlük arayışı içindeki bir unsurun gene blok içindeki bir başka unsurun hak ve özgürlük arayışına çok rahat karşı çıkabildiğini; bu durumun da bloku bölüp parçaladığı gibi, blok unsurlarını Erdoğan-AKP’nin manevralarına açık hale getirdiğini, bu nedenle de Hayır Bloku‘nun zayıf bir kalite sergilediğini ortaya koymaya çalıştık.
İkinci olarak, hak ve özgürlük arayışları evrensel insan hakları söylemini temel referans yaptıklarında bu heterojen mücadelelerden ortak bir dava yaratılabileceğini; hak ve özgürlük arayışı içindeki unsurların ancak bu durumda aynı ortak davanın bileşenleri haline geleceğini ileri sürdük. Bu düşüncemizi de İnsan Hakları söyleminin her bir unsura kendi hakkını ve özgürlüğünü vazedebilme karakteriyle gerekçelendirdik. Bu temelde, hak ve özgürlük arayışı içindeki heterojen unsurların ortak referansı olabilme yeteneğine sahip tek söylem olduğunu ileri sürdük. Hayır cephesi bir özgürlük ve demokrasi davası ortaya çıkaracaksa, temel referans söylemin İnsan Hakları olması gerektiğini söyledik.
Üçüncü olarak da, blok içinde bu irade ile ortaya çıkmış güçlü bir çekim merkezinin olmadığını, Hayır Bloku‘nun merkezinin boş olduğunu söyledik. Blokun iki ucunda Türk ve Kürt ulusalcılığı şeklinde iki çekim merkezi bulunduğunu, bunların her birinin blokun sadece bir kısmını temsil yeteneğine sahip olduğunu, blokun bütününü temsil yeteneğine sahip bir çekim merkezi olacak, bu iki uç arasında tampon rolü oynayacak, blok unsurlarının savrulmasını önleyecek, iktidar blokunun manevralarına set çekecek bir merkezi aktör eksikliği yaşandığını ifade ettik.
Bu bölümde esas olarak bu merkezi yaratmada öncelikle “öncülük”, “önderlik” fonksiyonları eksikliği yaşandığını göstermeye çalışacak ve bu fonksiyonların sosyolojik boyutta ne anlama geldiğini ortaya koymaya çalışacağız. Bir bakıma Hayır Bloku’nun problemlerini aşmada Mahir Çayan ve Devrimci Yol’un politika anlayışının hala açılım sunduğunu ve kılavuz alınması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız.
Blokun iki uç kutbu arasındaki unsurların (sosyalist hareketler, kadın, çevre, işçi hareketi ve Aleviler) merkez oluşturmaya daha yakın adaylar olarak ortaya çıktıklarını; son üç önemli seçimde merkez rolünü belli ölçüde doldurabilmiş HDP’nin hem iktidar hem de PKK tarafından çok fazla hırpalanmış olduğunu, bütün ileri gelen politikacılarının tutuklandığını, belediye yönetimlerinin elinden alındığını ve partinin de ortaya çıkan bu boşluğu henüz dolduramadığını görüyoruz. Dumura uğratılmış bu partinin önümüzdeki dönemde merkez olma iddia ve yeteneğini sürdürüp sürdüremeyeceğini de henüz bilemiyoruz.
Hayır Bloku’nun diğer bileşenlerinin referandum döneminde sergiledikleri performansı bir merkez oluşturma yeteneği bakımından sorguladığımızda ise iki problem göze çarpıyor. İlk olarak, politikalarını esas itibariyle sırf Erdoğan nefretine dayandırdıkları dikkatimizi çekiyor. Erdoğan’ı yıkacak bir blokun sırf bu nefret temelinde inşa edilebileceği düşünülüyor. Referandum esnasında Şili’den gelen gözlemci bunun yeterli olmayacağını, halka pozitif bir şeyler de söylemek gerektiğini vurgulayarak ifade etmişti.
Bunlar arasında merkez oluşturma iddiası ileri süren bir güç de Haziran Meclisleri. Ne var ki, ortaya çıkış şartları bakımından ilham kaynakları Direniş Komiteleriyle örtüşmedikleri gibi, kendilerini tanımlamaları, meclislere yüklenen işlevler ve meclislerin çalışma prensipleri bakımından da Hayır cephesi içindeki heterojen unsurlardan organize bir grup yaratma yetenekleri hayli tartışmalı görünmektedir. Politikalarını İnsan Hakları temelinde değil, laik cumhuriyet ve emperyalist güçlerden bağımsızlık üzerine oturtur görünmektedirler. Laikliğin Hayır Bloku’nun temel hedeflerinden birini teşkil etmesi gerektiği açık olmakla birlikte, bunun kendi başına herkesin özgür olacağını ne vazettiği ne de gerçekleştirdiği 90 kusur yıllık cumhuriyet tarihinin ortaya koyduğu en önemli tecrübelerden biridir. Kaldı ki bugünkü durumun ortaya çıkmasında en önemli nedenlerden birini cumhuriyetin ve laikliğin kendini demokratikleştirememesi oluşturur. Haziran Meclisleri bunun biraz farkında görünmekle birlikte, çözüm konusunda doyurucu bir yöntem sunmaktan uzaktır.
Meclis fikrinin ortaya atılışının da problemli olduğunu, Gezi’nin yanlış yorumlanmasına dayandığını ifade etmek gerekir. Gezi kitlesel bir olay olarak ortaya çıktıktan sonra katılımcıların kendi aralarında geliştirdikleri yatay demokratik ilişkiler, farklı hayat anlayışlarının meşruiyeti ve bir aradalığı, değer olarak vurgulanması vb sanki Gezi bunlar sayesinde, bunlar olduğu için ortaya çıkmış gibi yorumlanmakta, Gezi’nin ortaya çıkardığı ilişki ve değerler Gezi’yi yaratan unsurlar olarak ele alınmaktadır. Bu temelde meclislere Habermas’ın liberal katılımcı konsensüs düşüncesi ile anarşist “hiyerarşisizlik” karışımı bir işleyiş önerilmekte[1], muhalif herkesin bu demokratik işleyişi gördükçe meclislere katılacağı, iktidara alternatif bir blokun bu yoldan ortaya çıkacağı umulmaktadır.
Meclisler, İnsan Hakları söylemini temel referans yapsa ve İnsan Hakları da çok parlak bir fikir olsa bile, bir fikrin sırf tartışma ve argüman temelinde kitlelere kavratılamadığını yaşanan tecrübeler yeterince ortaya koymuş olmalıdır. Türkiye’deki entelektüellerin neredeyse yarısı, ortaya konan bütün argümanlara rağmen gene de büyük bir pişkinlikle “Erdoğan” diyebiliyorsa, bu durum Erdoğan sevgisinin argümanın üstünde bir güce sahip olduğunu gösterir. “Kürtlerin özgürlüğü kötüye kullandıklarını” ileri süren Hayır Bloku unsuru hukuk doçentinin durumu da pek farklı değildir. Üniter devlet sevgisi insan hakları, eşitlik, özgürlük vb gibi argümanların üstünde bir değer sergilemektedir. Bunların yanında, Haziran Meclislerini ortaya atanların, içinden geldikleri politik geleneğe baktığımızda da bir fikrin kitlelere bilimsel tartışmalar yoluyla değil, yaşanan pratikler üzerinden kavratılabileceği söylenir. Ben bu bölümde buna odaklanacak, unutulmuş, modası geçmiş gibi görünse de Mahir Çayan-Devrimci Yol’un politikayı ele alış tarzının bir merkez ve irade oluşturmada daha elverişli açılımlar ve araçlar sunduğunu göstermeye çalışacağım. Bunun için önce, politikanın tanımına ilişkin bazı temel önermelerle başlayacak, düşünce modelimizi de bunların üstüne bina edeceğiz.
Politika güç ilişkisidir ve güç yaratma işidir. Politikada hedef güç olmaktır. Ama güç olmak kendi başına bir hedef -örneğin içgüdü- olmayıp gerisinde toplumsal problem ve zorlamalar yatar. Toplumsal olanla ilişkisini biraz sonraya erteleyip önce güç ve politika arasındaki yakın ilişkiyi tanımaya çalışalım. Bu yakın bağı Max Weber’in güç tanımlaması açık şekilde ortaya koymaktadır. Weber’e göre güç “Bir kimsenin iradesini rızası hilafına muhatabına kabul ettirme şansı”dır. Bu tanımın “Bir sınıfın kendi çıkarını toplumun genel çıkarı olarak kabul ettirmesi” ile olan akrabalığı dikkate alındığında, Weber’in güç ve iradeye ilişkin tanımlarının elverişli bir çıkış noktası sunduğu görülür.
Bu tanımı iki farklı şekilde anlamak mümkündür. İlk olarak, güç olmak bir iradeyi etrafındakilere de hakim kılmak, ortak irade haline getirmek olarak yorumlanabilir ki, biz esas olarak politik güç oluşturmakla eş tutacağımız bu yorumla uğraşacağız. İkinci olarak politik güce sahip olanın kendi iradesini hasımlarına (zorla, sırf güç olunduğu için) dayatması olarak değerlendirebilir ki, Hakim Blok ile Hayır Bloku arasındaki ilişki bu türdendir. Bu ikinci durumu yeterince ele aldığımızdan bununla pek uğraşmayacak, dikkatimizi ilk yoruma yoğunlaştıracağız.[2]
Güç ve iradeyi kabul ettirme şansı bu kadar iç içe kavramlarsa, buradan hemen şu soru ortaya çıkar: Nasıl güç olunur? Hannah Arendt buna “grup olarak” diye cevap verir. Zira, “Sadece grubun gücü vardır. İnsanlar sadece grup olduklarında bir güç de sergilerler. Grup dağıldığında güç de kaybolur.” Pierre Bourdieu gücün başka formlarının da olduğunu söylese de, başka hiçbir güç formuna sahip olmayan dışlanmışlar topluluğu sözkonusu olduğunda, grup oluşturmak güç sahibi olmanın tek mümkün yolu olarak ortaya çıkar.
Eğer güç olmak grup olmakla eş anlama geliyorsa, “Nasıl güç olunur?” sorusu “Nasıl grup olunur?” sorusuna dönüşmüş demektir. Grup olmayı beceren güç sahibi de olacaktır. Arendt bu tezine önemli bir ekleme daha yapar ve grup olmayı “birinin başlattığı bir girişimi diğerlerinin devam ettirmesi” olarak tasvir eder. Bir girişim peşinden başkaları da geldiğinde grup eylemine dönüşür ve güç sergiler. Bu tanım aşağıdaki tartışmalarımıza klavuzluk edecektir.
Grup sosyolojik bakımdan iki temel özellik gösterir: ilk olarak ortak amaç, ikinci olarak da üyeler arasında aidiyet duygusu grubu karakterize eder. Grup başka özellikler de sergilemekle birlikte, bu iki özelliği temelinde Hayır Bloku’nun bugün sergilediği “yan yana duran bir heterojen topluluk” olmaktan ayrılır. Bu iki özelliği tekrar bir araya getirip “ortak irade”nin iki boyutu olarak da alabiliriz. Bu durumda, grup yaratmak, bileşeni olacak unsurlar arasında ortak bir irade yaratılmasını anlatır. Ama ortak hedef ve aidiyet hissi şeklindeki bu iki boyutun karakterlerine baktığımızda, birinin “düşünce içeriğini”, diğerinin ise bir “ruh durumunu” ifade ettiğini görürüz. Öyleyse irade oluşturmak hem düşünsel hem de psişik bir süreçtir. Ama irade oluşumu bunlardan hangisine dayanacak, hangisi temelinde yükselecektir? Bu iki boyut arasında nasıl bir ilişki vardır?
Haziran Meclislerinin düşüncesiyle olan paralelliği nedeniyle bunu Habermas üzerinden tartışmaya başlayalım. Habermas’ta ortak davranış fikir birliğinden doğar. Ruhi yan (aidiyet) bir tarafa bırakılır. İnsanların ortak davranışlarında sanki rol oynamıyor gibidir. Aslında Habermas’ın ortak davranışla ilgilendiğini söylemek de pek mümkün değildir. Sadece insanlar arasında ortak fikrin nasıl ortaya çıktığına odaklanır. Ona göre, kafalarında Hakikate ilişkin bir düşünce taşıyan insanlar bir araya gelip akıl yürütmeye başladıklarında, daha iyi argüman temelinde bir ortak fikir ortaya çıkar. Rasyonel düşünme yetisine sahip insanlar ortaya atılan argümanları özdeğerlendirmelerinden geçirip içlerinden akla en yatkın olanını onaylar ve benimserler. Böylece ortak fikir temelinde ortaya bir grup da çıkar. Kamuoyu, kamuoyunun düşüncesi vb bu şekilde toplumda ortaya çıkmış bir güç odağını ifade eder. Habermas “Kamuyounun Yapısal Dönüşümü” kitabında zor aygıtı olarak devletin karşısına bu gücü koyar. Devlet kamuoyunun fikrini faaliyetine temel aldığında çıplak zor aygıtı olmaktan çıkacak, meşruiyet kazanacaktır. Bu durumda, devlet toplum ile özdeşleşir, ona yabancılaşmış bir güç aygıtı olmaktan çıkar; zira, sadece toplumun isteğini (fikrini) uygumaktadır. Habermas bir önemli şey daha söyler: Bu sürecin işleyebilmesinin koşulu özgür tartışma ortamıdır. Özgür tartışma ortamı olmadığında veya ortadan kalktığında daha iyi argümanın gücünü sergileyebilmesinin şartları da ortadan kalkmıştır. Ortada ne daha iyi argüman, ne ortak fikir ne de kamuoyu gücü kalır. Haziran Meclisleri’nin Habermas’la sergilediği paralellik gözden kaçmayacak kadar açıktır. Ancak toplumsal bölünme ve çatışmalara yer vermemesi Habermas’ı yoğun eleştirilerin de hedefi yapmıştır. Gene aynı nedenle, yaklaşımı Hayır Bloku analizleri için de uygun bir zemin sunmaktan uzaktır.
Hayır Blokuna baktığımızda bir araya gelmiş ve akıl yürüten ya da akıl yürütebileceği zemin arayan bir topluluktan çok, Erdoğan’a ve AKP iktidarına son derece tepkili ve bu tepkisini ortaya koyacak vesile ve yol arayan bir kitle görüyoruz. Eğer iktidara alternatif güç bunlardan ortaya çıkacaksa, bu gücü oluşturmada dayanılabilecek zemini bu “tepki” oluşturabilir. Dolayısıyla bu “tepki”ye yönelmeli, onun karakterini anlamaya çalışmalıyız. Ancak, bu açığa çıkmış, kitlelerin serbestçe dışa vurduğu bir tepki de değildir. Kendini dışa vurması engellenen, bastırılan bir tepkidir. Dahası, bu kitle mevcut iktidarı yıkma konusunda başarılı olsa bile, yerine neyin inşa edileceği konusunda açık bir fikre de sahip değildir. Bir bakıma bastırılmış “sırf tepki”dir. Ancak bir vesile, akabileceği bir kanal bulduğunda kendini açığa vurabilen bir tepkidir. Siyasal güç oluşturmada dayanılabilecek yegane zemin bu “sırf tepki”den ibarettir. Dişe dokunur başka da bir dayanak mevcut değildir.
Bu noktada şu soru ortaya çıkar: Bırakın belli bir olumlu hedefe yönelmeyi, kendisini dışa bile vuramayan bu sırf tepkiden bir organize blok nasıl, hangi mekanizmalar üzerinden yaratılabilir?
İpucu halinde de olsa Mahir Çayan’da buna verilmiş bir cevap buluruz. Ona göre, kitlelerin “sırf tepki”sinden düzeni değiştirebilecek bir güç yaratmak mümkündür. Bunun nasıl bir mekanizma temelinde gerçekleşeceğine ilişkin ipuçlarını da “Kesintisiz Devrim 2-3” broşüründen okuruz. Ancak, bunların sadece ipucu kaldığını, geliştirilmediklerini eklemek gerekir. Çayan’da yakaladığımız ipuçlarını sonuna kadar götürdüğümüzde ortaya mantıkı bütünselliği içinde bir siyaset teorisi çıkar. Aşağıda bunu göstermeye çalışacağım.
Kesintiz 2-3’te öncülük ve öncülük girişimi ile ilgili bölümlere baktığımızda politikayı tam da kitlelerin bu “sırf tepkisini” harekete geçirmek olarak tanımladığını fark ederiz. Çayan burada “düzene son derece tepkili, düzenin yıkılmasını isteyen, ama bunu nasıl gerçekleştireceğini bilemeyen“ insanlardan bahseder. Politik güç bunlardan, bunların tepkilerini açığa vurmalarını sağlayarak ve bunları işin içine dahil ederek oluşacaktır. Düzen, bu tepki harekete geçirilebilirse değiştirilebilir.
Gene aynı yerde, düzene tepki içindeki bu kitlelerle ilişki kurmanın, onları harekete geçirmenin temel yolunun “öncülük girişimi”[3] olduğunu yazar. Bu öncülük girişiminin tepkili kitleleri nasıl peşine takacağını (bunlardan nasıl olup da bir grup davranışı ortaya çıkaracağını) ise iki adımlı bir önerme şeklinde formüle eder. İlk olarak, “öncülük adımı” (“öncülük girişimi” ile eşanlamda olarak kullanıyorum) tepkili -ama ne yapacağını bilmeyen- kitlelerde önce sempati, giderek güven yaratacaktır. İkinci olarak, propaganda ki, bir düşünce içeriğinin bu tepkili kitlelere kavratılmasına tekabül eder, bu sempati ve güven temelinde olacaktır. Zira, kitleler ancak sempati ve güven duyduklarında politika içeriklerini almaya/benimsemeye hazır hale gelirler.
İfadenin açıkça ortaya koyduğu gibi, Çayan’da siyasal ilişki sempati, yani duygusal bağ temelinde ortaya çıkar. Grup oluşumunun temelinde duygusal bağ yatar. İçerik, yani düşünce (hedef, prensip vb) ancak bu duygusal bağ temelinde gruba hakim kılınabilir. Gene aynı yerde bu mücadelenin “psikolojik harp” karakteri taşıdığı da ifade edilir ki bu da politik gücün esas itibariyle duygusal zeminde inşa edilebileceği tezine bir ilavedir.
Habermas’ın tam zıddı doğrultuda olmaları bir yana, bunlar son derece provokatif düşüncelerdir. O ölçüde de anlaşılması, gerekçelendirilmesi zor tezlerdir. Alışılmadık, takip edilmesi kolay olmayan bir akıl yürütmeye dayanırlar. Muhtemelen bu nedenledir ki 70’li yıllardan sonra neredeyse üzerine hiçbir tartışma yapılmamış, 70’li yıllardaki tartışmalar da lafız ile sınırlı kalmış, “bunları savunuyor musun yoksa red mi ediyorsun?”un ötesine geçmemiştir. Çayan’ın ne demek istemiş olabileceğine, bu tezlerin geçerliliğini sınamaya yönelik hiçbir çalışma yapılmamıştır. Oysa, bu tezler politika teorisine yapılmış çok özgün bir katkı, rasyonalist yaklaşımlara bir meydan okumadır. Politikayı böyle aykırı bir zemine dayandırmak, uluslararası alanda da ancak 80’lerin sonundan itibaren revaç bulmuş, başta Laclau ve Zizek’in çalışmaları ile aynı temele dayanan, aynı öncüllerden hareket eden bir siyasal düşünce geleneği ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise bu tezlerde saklı hazinenin farkına varıldığı (hala) söylenemez. Çayan’ın savunucuları bile bu tezleri unutulmaya terk etmiş durumdadırlar. Bunun yerine, anlaşılması nispeten kolay rasyonalist modellere yönelmişlerdir. Oysa, bunlar Hayır Bloku’nun problemlerini çözmeye çok daha uygundurlar.
Çayan öncülük girişimi için tepkili kitleleri varsayar. Ama “öncülük girişimi”nin bu tepkili kitlelerde bir sempati yaratacağı, buradan da bir grup bağının ortaya çıkacağı nasıl gerekçelendirilebilir, bu ilişki nasıl bir mekanizma üzerinden ortaya çıkabilir? Çayan’ın ortaya attığı düşüncenin bilimsel dayanağı var mıdır?
Bu dayanağı Freud’un grup üzerine ileri sürdüğü tezlerde buluruz. “Kitle Psikolojisi” isimli kitabında grubun temelinde lider sevgisinin yattığını, grubun lider sevgisine dayandığını ileri sürer. Çayan’la paralellik hemen göze çarpar. Freud bu tezini şöyle temellendirir: Lider grup üyelerinin her birinin egoidealinin gerçekleşmiş halini temsil eder. Grubu oluşturan kişiler lidere baktıklarında “kendi başlarına gerçekleştiremedikleri mükemmelliklerinin” (=ego ideallerinin) cisimleşmiş halini görürler ve ona bu nedenle sevgi duyarlar. Grubu oluşturan üyelerin hepsi farklı farklı, hepsinin ego ideali de kendine özgüdür. Onları grup yapan paylaştıkları bir ortaklık değildir. Ama lider bu ayrı ayrı ego ideallerin her birinin gerçekleşmiş halini cisimleştirdiğinden, grup üyelerinin hepsi lidere aynı şekilde sevgi duyarlar ve bu sevgi üzerinden bağlanırlar.[4] Çünkü o herbiri için, ötekilerden bağımsız şekilde, kendi egoidealinin cisimleşmiş halidir. Üyeler birbirlerinden farklı olsalar da lideri aynı şekilde severler. Lider sevgisi onları bir araya getirir. Ve bu lider sevgisi üzerinden kendilerini birbirleriyle de özdeşleştirirler. Aidiyet, yani aynı gruba ait oldukları hissi, lider sevgisi üzerinden ortaya çıkar. Onları grup yapan, düzenli, organize davranabilmelerinin gerisinde yatan işte bu lider sevgisidir. Grup aidiyetinin oluşumunda kurucu rolü lider ve lider sevgisi üstlenir. Özetle, onları grup yapan, ortak aidiyet yaratan -ve ortak davranışlarının koşulunu oluşturan- bir fikir ortaklığı ya da ortak bir özellik değil, lider sevgisidir. Lider sevgisi Freud’da grup oluşumunun temeli, kurucu, inşa edici unsurudur.
Lider sevgisinin temelinde egoideal yatar. Lider grup üyelerinin egoidealini temsil eder, bu yüzden sevgiye mazhar olur. Fakat, Freud’un “ego ideal”ı tanımlayışı (üyelerin “kendi başlarına gerçekleştiremedikleri mükemmellikler”) biraz belirsizdir. Buradaki tartışmamız açısından da kimi problemler içerir. Şöyle ki, Freud egoideali kişinin üstbenliğinde oluşmuş değerler (mükemmellikler) olarak ele alır. Böyle ele alındığında mükemmellik tanımlanmış, ne olduğu bilinen bir “ideali” ifade eder. Kişinin kendisi kafasındaki bu ideale yetmezken, lider bu ideal durumu kişiliğinde cisimleştirir. Ne var ki, bu düşünceye ampirik karşılık bulmak zordur. Zira, bu durumda bütün liderlerin en dürüst, en ahlaklı, en cesur vb, özetle, bilinen bütün erdemlerin hepsini en mükemmel haliyle fiilen sergileyen kişiler olmaları gerekirdi ki fiili durum bundan çok uzaktır.
Bu durumda, Çayan’ın çizdiği çerçeveyle örtüşecek bir “kendi başına gerçekleştirilemeyen mükemmelik” tanımı mümkün müdür? Lacancı/ post-yapısalcı yaklaşım “yapıdaki boşluk” veya “yapının yapılığındaki eksiklik” terimleriyle tam da bunu yapar. Bu yaklaşımdaki “kişinin kendi başına gerçekleştiremediği mükemmelik” bir değeri değil, kişinin kendini uyumlu bir bütünsellik içinde yaşayamamasını, hatta hayatının kimi boyutlarını yaşayabilme şansının ortadan kalktığını ya da bunun engellendiğini ifade eder. Bu durumda artık karşımıza “kendi derdine düşmüş”, “kendi derdiyle uğraşan” ama bunu kendi başına başaramayan insanlar çıkar. Bir iki örnekle bunu daha canlı gösterelim. Örneğin, AKP hükümetlerinin Alevi köylerine cami yapıp imam atamasını ve cemevleri ile ilgili uygulamalarını göz önüne alalım. Burada kendini yaşayamama Alevi bir kişinin en basitinden cenazesini kendi inancına göre kaldıramaması şeklinde ortaya çıkar. İktidarın Sünni inanca bağlı “dindar gençlik” yaratmayı milli eğitimin temel hedefi haline getirmesi, bakanlığın liselerin neredeyse tamamını İmam Hatip Lisesine dönüştürmesini, okullarda Sünni eğitim ve yaşam tarzının sadece empoze edilmekle kalmayıp bizzat dayatılmasını vb göz önüne aldığımızda sadece Alevilerin değil, Sünni olmayan her kesimin “kendisini yaşayabilmesinin” engellendiğini, bunun koşullarının ortadan kaldırıldığını görürüz. Kürtler, modern laik kesimler için de aynı şey geçerlidir. Şortla minibüse bindiği ve bacak bacak üstüne attığı için veya parkta spor yaptığı için tekmelenen kadınlar, saldırganların nasıl savunulduğu vb hala hatırdadır. Daha yakınlarda Erdoğan yabancı sermaye girişi için hukuk devleti isteyen TÜSİAD üyelerine OHAL’i savundu ve OHAL’le grevlerin, üretimi engelleyen unsurların önüne geçildiğini ileri sürdü. OHAL, bu durumda sadece işverenlerin değil işçilerin de “kendilerini yaşayabilmeleri”nin şartlarının ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Biri yatırım kaynaklarından mahrum kalırken diğerinin alıştığı hayatı sürdürebilecek gelir imkânları yok ediliyor. Ve bütün bunlara yapılacak bir itiraz da devletin zor ve şiddetini karşısında buluyor. 50 bin kişi sırf siyasi gerekçelerle tutuklanmış durumda, binlerce akademisyen işten atıldı. Daha yakınlarda da işlerine geri dönmek için açlık grevi yapan iki akademisyen tutuklandı, haklarında teröre yardımdan iddianame hazırlanıyor. Onlarca gazete ve televizyon kapatıldı, yüzlerce gazeteci içerde. Politikacılar tutuklandı, belediye başkanları görevden alındı vb. İktidar bloku dışındaki toplum kesimlerinin kendini ifadesi zor ve şiddet uygulanarak engellendi. “Kendini yaşayamama” hayatın bu engellenmişliğini dile getirmeye çalışır.
Bu kesimlerin “mükemmelliklerini kendi başlarına sağlayamaması” bu insanların toplumsal işleyişteki alışılmış hak arama ve alternatif yaratma imkanlarından mahrum bırakılmalarını, hayatlarına bu mekanizmalar üzerinden uyum ve düzen getirme yollarının engellenmesini anlatır. Kişi bir mağduriyet yaşadığında, buna ilk önce bireysel olarak ve toplumda oturmuş, alışılmış yol ve imkânlar üzerinden çare arar. Yanlışlığın düzelmesini talep eder; bir adım ileride mahkemelere başvurur vb. Adalet arayışı eğer yasal bir engele çarparsa, başka mağdurlarla bir araya gelir, siyasal partileri etkileyip yasaları değiştirmeye çalışır. Ama bütün bu yollar engellendiğinde, ortadan kaldırıldığında, mağduriyet kişinin kendi başına başedebileceği bir durum olmaktan çıkar, travmaya dönüşür. “Kendi başına sağlayamadığı mükemmellik” tam da böyle bir travma durumuna denk düşer. Travma kişinin problemiyle kendi başına baş edememesinin ortaya çıkardı ruh hali olarak tanımlanır. Böyle bir travma durumunun ortaya çıkması, kişi açısından aynı zamanda münferit bir mağduriyet giderme talebinden bir düzen değişikliği talebine sıçrayışın da gerçekleştiği noktadır. “Masum talepler” sistematik olarak engellendiğinde kişi dikkatini tekil talepten bu sistematik engellemeye çevirir. Artık sadece belli bir mağduriyeti yoktur, bunu gidermenin sistematik engellenmesiyle de problem yaşar haldedir. Bu, toplumsal işleyişin, düzenin değişmesi gerektiği gibi bir ilave talep ortaya çıkarır. Ama bu da içeriği ve hedefi belli olmayan bir sırf istek durumundadır. Sadece bu düzenin ya da onu temsil eden neyse onun gitmesi istenir. Yerine ne gelmesi gerektiği ilk önce önemsiz durumdadır, sadece “gitmelidir”. Ortalıkta böyle bir “gitmeyi” gerçekleştirebilecek bir güç bulamadığında gene “mükemmelliğini kendi başına gerçekleştiremeyen” bir kişi ile karşı karşıya kalırız. Çayan’ın politikanın temel dayanağı yapmaya çalıştığı “düzene tepkili ama onu nasıl değiştireceğini bilmeyen” kitleler işte bunlardır.
Önderlik adımı (önderlik girişimi), liderlik bu durumda tepkili kitlelere kendileri olmalarının, kendilerini yaşayabilmelerinin koşullarını yaratma, onların hayatlarına uyumu ve yaşanabilirliği sokma işlevi ile tanımlanır. Onların hayatlarını -kendilerine uygun gördükleri şekilde- uyum içinde yaşayabilmelerinin imkânını yaratan adım ve halkadır. Onlara “Kendi başlarına gerçekleştiremedikleri mükemmelliklerini” bu anlamda yaşatır. Bu tanımlama da hayli soyut ve açıklanmaya muhtaçtır. İçeriğinin daha somut ortaya konması gerekir. Bunu “ruhi” ve “fiili” boyutlarıyla örnekler üzerinden yapmaya çalışacağım. Çizeceğim çerçeve Hayır Bloku çalışmalarının göze çarpan kimi zaaflarını da ortaya koymaya yardımcı olacaktır.
Gene Freud’dan faydalanacağız. Freud “isteğin gerçekleşmesinin engellenmesinin” kişinin ruhi yapısında tahrike açık bir pişik enerji ortaya çıkardığını söylüyor. Tahrike açık olması bu enerjinin kendisini ortaya çıkaran olgudan kopmuş, serbest dolaşım halinde ve çeşitli doğrultularda tahrik edilmeye, çeşitli yönlere akmaya hazır, akacak yön arayan bir karakter taşıdığını ifade ediyor. Basit bir örnek verelim. Lokanta tezgâhındaki kebabın parasız ve aç birinin ağzının suyunun akıttığını düşünün. Biraz kebap yemek istediğinde para sorulur, para yok dediğinde de lokantadan kovulur. Freud’un ifadesine göre “Kebabı unutur ama mide gürüldemeye devam eder. Zira, dürtü derinden gelmektedir. Yok demekle yok olmaz.” Biraz ilerde tostunu yiyen çocuğun elindekini alıp kaçarak da“tatmin yolu” arayabilir, kebap yiyememenin yarattığı hıncı yolda rastladığı kebap yiyen birini döverek çıkarabilir. Her iki durumda da toplumun yasakladığı bir şey yapar. Biri hırsızlık diğeri gasptır. Ama tahrik edilmiş enerji bu toplumsal yasağın oluşturduğu eşikten daha güçlüdür. Freud bilinçaltımızda isteklerimizi gercekleştirememenin ortaya çıkardığı böyle birçok gerilim ve tahrike açık enerjinin bulunduğunu ve bunların serbest dolaşım halinde olduklarını, kendilerini uyaracak (harekete geçirecek) uygun bir vesile bulduklarında ve enerjjilerini birbirlerine aktararak yeterince güçlenebildiklerinde bir edim şeklinde açığa vurulduklarını söyler. Örneğin rüyalar, ona göre, böyle küçük küçük birçok enerjinin birleşip bir nesnede yoğunlaşması sayesinde ortaya çıkarlar. Ama bizim konumuz politika ve güç oluşumu. Dolayısıyla bu tezleri bu bağlamda yorumlamaya çalışacağız.
İşten atılmış bir öğretmenin durumunu bu temelde anlamaya çalışalım. İşten atılmak bir kahveden kovulmak gibi sıradan, geçiştirilebilecek bir sonuç doğurmaz. Bir kahveden atıldığımızda yandaki kahveye gider, öncekini de çok rahat unutabiliriz. Hayat kaldığı yerden devam eder. Ancak, işten atılan kişi en başta gelir kaynağını kaybeder. Ülkede yoğun işsizlik varsa ya da işverenler mimlenmiş birini işe almaktan kaçınıyorlarsa, öğretmenlikten atılmak sizi yerine getiremediğiniz birçok hayat fonksiyonu ve bunların yolaçtığı birçok dürtü ve baskı ile baş başa bırakır. Her şeyden önce yeme içme, kira vb derdi vardır; evdeki hastalar doktor ve ilaç bekler; çocuklara defter kalem, üst baş almak gerekir vb. Bu insan hem fiziki ihtiyaçlarını giderememenin hem de ahlaki yükümlülüklerini yerine getirememenin (“kendine uygun gördüğü bir hayatı yaşayamama” bunu anlatır) yolaçtığı gerilimlerle yaşamaya başlar. Alışılmış hayat standardına veda etmek zorunda kaldığı gibi, aile üyelerine, çocuklara, hastalara karşı da ahlaki yükümlülüklerini yerine getirememenin yol açtığı eziklik ve gerilimin baskısı altındadır. Kişide tahrik edilmeye açık pişik enerjiyi bunlar ortaya çıkarır. Bu enerji yoğunlaşıp başedilemez hale geldiği bir noktada, örneğin düzeni temsilen Erdoğan’da yöneleceği bir nesne bulabilir. Bu durumda Erdoğan bütün bunların sorumlusu olarak bir nefret nesnesine dönüşür. Kişi ruhi yapısında birikmiş bu psişik enerjiyi Erdoğan üzerinden açığa vurmaya çalışacaktır. Ancak bu sefer de karşısına polis ve “Cumhurbaşkanına hakaret” kanunları çıkar: Tepkisini açığa vurması da yasaktır. Öncülük girişimi önem ve anlamını ilk olarak böyle bir durumda elde eder. Bunu gene bir örnek üzerinden göstermeye çalışalım.
Herkesin yıldığı, korktuğu, bırakın laf söylemeyi yolda karşılaşmaktan çekindiği bir mahalle kabadayısını düşünelim. Mahalleli müthiş nefret ve tepki duymakta, ama hiçbir şey yapamamaktadır; çaresiz durumdadır. Küçük bir çocuğun bir gün hiç farkettirmeden herkesin korktuğu bu kabadayının arkasına bir kâğıt kuyruk yapıştırdığını, kabadayının bu kuyrukla ortalıkta dolaştığını, gülünç duruma düştüğünü varsayalım. Bu küçük çocuk herkesin içinde olup da bir türlü gerçekleştiremediği bir “ideali” gerçekleştirmiştir. Kabadayıyı gülünç duruma düşürmüş, gücünün sınırını göstermiştir. Mahalle sakinlerinin yaşamak istedikleri de aslında budur: Kabadayının aslında o kadar da güçlü olmadığını yaşamak isterler. Bu onları tatmin ve ihya eder, büyük bir haz yaşatır. Küçük kız mahalleliye işte bunu yaşatmıştır. “Kendileri olmalarını”, ruhi isteklerini gerçekleştirebilmelerini mümkün kılmıştır. Onların içlerinde taşıdığı ama kendi başlarına dışa vuramadıkları tepkilerini gerçekleştirmelerinin imkanı ve aracı, “ruhlarının tercümanı” olmuştur. Böyle bir işlevi gerçekleştirdiği için de herkesin sevgi ve sempatisi ona yönelir. Mahallenin idolü haline gelir. Gerek refarandum dönemindeki gerekse öncesi ve sonrasındaki protesto eylemlerinin doldurması gereken fonksiyon da benzer karakterdedir. Tepkili kesimlere ihya ve tatmin olmanın hazzını yaşattıkları ölçüde işlevlerini doldurmuş olurlar. Ancak, dikkat edilmesi gereken ilave noktalar da vardır. Küçük kıza dönecek olursak: Kabadayının çocuğu farkettiğini ve köşede sıkıştırıp iyice hırpaladığını düşünelim. Bu olaydan sonra herhangi birinin benzer bir girişimde bulunabileceğini düşünmek aşırı iyimserlik olur. Mahalleli tekrar sessizliğe gömülür. Çocuğa, uzaktan bir sevgi duyulsa da artık acınır. Sevgi ve sempatinin sürekliliği, kabadayının o kadar da güçlü olmadığının “sistematik olarak” ortaya konmasıyla mümkündür. Bu nedenle Çayan sempatinin peşine güveni ekler ve en önemlisi bu mücadelenin bir psikolojik savaş olduğunu söyler. Ruhi boyutta yürütülen “mükemmelliği yaşatma” mücadelesi psikolojik bir mücadeledir. Tepkinin yöneldiği engeli başedilebilir hale dönüştürmek ondan beklenen en temel işlevdir. Bu işlevi yerine getirebildiği ölçüde de tepkili kesimlerin katılımının yolu açılır. Hannah Arendt grubu “bir kişinin başlattığı bir girişimi diğerlerinin devam ettirmesi” olarak tarif ediyordu. Bu kıstas alındığında, başlatılan girişime (ortaya konan bir protesto biçimine) -kısa veya uzun vadede- katılımın olup olmadığı atılan adımın isabetli olup olmadığının temel kriteri haline gelir. Devrimci Yol dergilerine baktığımızda da aynı doğrultuda ifadelere rastlarız. Örneğin, eylemin biçimi ve kaç kişi ile yapıldığı değil, yarattığı sonuçların önemli olduğu, eğer halka moral aşılayıp, safları sıkılaştırıyorsa doğru, moralin azalmasına, safların dağılmasına yol açıyorsa yanlış bir girişim olarak değerlendirilmesi gerektiği söylenir.
Hayır Bloku’nun şimdiye kadar sergilediği karşı koyus esas itibariyle ruhi, psikolojik boyutla sınırlı görünmektedir. Ancak, insanlara kendi mükemmelliklerini yaşatmanın bir de “fiili” boyutu vardır ki buna ilişkin dişe dokunur bir gelişmenin yaşandığını söyleyebilmek henüz mümkün görünmemektedir. Şilili gözlemci de buna dikkat çekmeye çalışmıştır.
Bu “fiili” boyutu da önce gene bir örnek üzerinden tanıyıp peşinden tartışmamızın bağlamına yerleştirmeye çalışalım.
Yoğun işsizlik yaşayan bir yöre düşünelim. Halkın da hükümetin dikkatini çekmek amacıyla yoğun gösteriler yaptığını varsayalım. Protestolar başlangıçta sorunu hükümete duyurmanın rahatlamasını yaşatsa da sorun devam ettiğinde dürtüler ön plana çıkar. Zira, günlük hayat bütün problemleri ve zorlukları ile baskısını dayatır. Kiminin hastası vardır, kiminin evinde doğru dürüst yemek pişmez; kimi kirasını ödeyemez, kimisi de çocuğuna kitap defter üst baş alamıyordur vb. Özetle, herkes fiziki isteklerin ve ahlaki yükümlülüklerin baskısı ve dürtüsü altındadır. İşsizlik bütün bu baskı ve dürtülerin ifadesi haline gelmiştir. Bütün bunları akla getirir. İş bulmak bu baskı ve dürtüleri ortadan kaldıracak, rahatlama yaratacak; insanların “kendilerine uygun gördükleri bir hayat” yaşayabilmelerinin imkânını ortaya çıkaracaktır.
Günün birinde yöreye üretim tesisi kurmak isteyen bir yatırımcının ortaya çıktığını düşünelim. Bütün personeli de o yöreden temin edecektir. Bu durumda tesisin açılması iş, iş ise işsizliğin akla getirdiği bütün günlük problemlerin çözümünü temsil eder. İnsanlar açılacak bu üretim tesisi sayesinde “normal” hayatlarını yaşar hale geleceklerini düşünürler. İlaç, doktor parası olacak, doğru dürüst yemek yenecek, kira ödenecek, evden atılma korkusu kalkacak, çocuklara kitap-defter, üst baş alınabilecektir. İş bütün bunların gerçekleşmesidir. Yatırımcı aldığı kararla bölge insanının “kendi başlarına sağlayamadıkları mükemmelliği”, kendi imkânlarıyla sağlayamadıkları normal bir hayatı yaşayabilmelerinin imkanını sağlayan unsur olmuştur. Bu nedenle itibar ve saygı kazanır. Bu örnekte, “İnsanların kendi hayatlarını yaşayabilmelerinin” koşullarını fiili hayat boyutunda istihdam yaratan bir kapitalist yaratır. Öncülük girişiminden yerine getirilmesi beklenen işlevi bir kapitalist doldurur. Ama esas önemlisi, yaşattığı tatminin psikolojik alanla sınırlı kalmayıp insanların kendilerine uygun buldukları -fiziki ihtiyaçları ve ahlaki yükümlülükleri yerine getirebildikleri- bir hayatı yaşayabilmelerine fiili bir alan açmıştır. Onun girişimiyle insanların önüne bir “hayat alanı” açılmıştır. Bu duruma “insanlara hayat alanı açmak” diyeceğiz ve öncülük girişiminin fiili hayatta doldurması gereken işlev olarak ele alacağız.
Örneğin, 70’lerin sonunda Fatsa’da gerçekleştirilen “çamura son” kampanyası da bu karakterde bir girişimdir. Çamurun bezdirdiği Fatsa halkı pek akla gelmeyecek bir girişimle çamurdan özgür, çamurun engellemediği bir hayat yaşama şansına kavuşur. “Terzi Fikri” bu temelde bütün Fatsa halkının sevgi ve hürmetini kazanır. Ama 70’li yıllarda insanlara esas hayat alanı anti-faşist mücadelede Direniş Komiteleri ile sembolize olan girişim sayesinde açılır. Faşist saldırıların bütün diğer problemleri unutturduğu, insanların can derdine düştüğü ve bu problemle nasıl başedeceklerini bilemedikleri bir ortamda devrimci gençler can güvenliğini bizzat saldırıya muhatap kalanları okullarını, mahallelerini savunur hale getirerek (meşru müdafa) sağlama girişimi başlatırlar. Okullar, mahalleler bu girişim sonucunda insanların rahatça okuyabilecekleri, normal hayatlarını sürdürebilecekleri alanlara dönüşürler. Dev-Genç ve Devrimci Yol sempatisi, güven ve bağlanma bu temele dayanır. İnsanlar girişimin önlerine hayat alanı açtığını gördükçe de aktif katılım gösterirler. Bu temelde can güvenliği konusunda bir paradigma ortaya çıkar, adına da Direniş Komiteleri denir. Paradigma, başarısı görüldüğü ölçüde başka yerlerde de taklit edilir, ve sonuçta, ortalıkta görünür herhangi bir örgüt ya da lider olmamasına rağmen ülke çapında büyük bir organize güç ortaya çıkar.
Bu gücün “organize” karakterinin neye dayandığını biraz daha yakından ele almak faydalı olacaktır. Gene Freud’a başvurarak ifade edecek olursak, önderlik adımının ortaya çıkardığı sevgi, bunun sistematik olmasının getirdiği güven, karizma ve otorite girişimi başlatan kişiye/kesime (lider, önder) diğer insanlara etkide bulunabilme, onları yönlendirebilme gücü ve imkanı da verir. İnsanlar bunların yönlendirmelerine açık hale gelirler. Pierre Bourdieu’nun terimleriyle ifade edecek olursak, önderlik “sembolik sermaye” sahibi yapar. Başarılı bir önderlik girişimi, girişimi yapanı neyin doğru neyin yanlış olduğu, neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiği konusunda otorite ve başvuru kaynağı haline getirir. Hayat alanı acıtığı kitleleri yönlendirir hale gelir ve bu imkân sayesinde kitleleri organize hareket ettirebilme şansına kavuşur. Bunları günlük hayattaki “rol modeller”den de yeterince tanıyoruz. Gene bu aynı temelde Çayan’ın “propagandanın sempati ve güvenin ortaya çıkaracağı zeminde mümkün olacağı” tezi de gerekçelendirilmiş olur. Bu “sembolik sermaye” sayesinde düşünce içeriklerini kavratmanın da yolu açılır. Buna aşağıda tekrar döneceğiz. Ama Hayır blokunun fiili durumuyla da yakından ilgili bir noktaya daha yakın bakmakta fayda bulunuyor.
Hayır Bloku’nun heterojen bir topluluk olduğunu, içinde birçok farklı aktör ve toplum kesimini barındırdığını söyledik. Yaptığı işler “önderlik girişimi”nden beklenen işlevleri dolduranlar, yani tepkili inanlara bir yandan psikolojik bakımdan ihya ve haz yaşatan, öte yandan fiili “hayat alanları” açan girişimlerin sahipleri etkiledikleri kitleleri yönlendirir hale de geleceklerdir. Ne var ki önderlik etkisi yaratmanın, insanları yönlendirme şansı yakalayabilmenin “doğru düşünceleri savunmakla” doğrudan bir ilişkisi yoktur. Örneğin Sözcü gazetesindeki “ulusalcı polemikçiler” -ki “polemikçilik” mutlaka doldurulması gereken ama ayrıntısını burada ele alamayacağımız çok önemli bir işlevdir- çok rahat belli bir kesimde “psikolojik tatmin ve ihya” yaratabilmekte, bu kesimde bir haz yaşanmasını sağlayabilmektedirler. Ancak ideolojik çerçeveleri -üniter devlet, Kemalist cumhuriyet vb- Hayır Bloku’nun bütününü kapsayıcı olmaktan çok uzaktır. Hayır Bloku’nun bütününü temsil yeteneği taşımayan bir ideolojik çerçeveye sahiptirler. Aynı şey Kürt hareketi içindeki savaş yanlıları için de geçerlidir. Bunların bütünü temsil yeteneğinden yoksun bir ideolojik çerçeveye sahip olmaları blok içinde belli kesimlerle sınırlı bir “önderlik işlevi” göremeyecekleri anlamına gelmez. Hatta bu konuda blok içinde oluşmuş iki karşı gücü temsil ederler. “Haklı olmak yetmez, güçlü de olmak lazım” sözü tam da bunu anlatır.
Son olarak, “İnsan Hakları ve Demokrasi Davası” yaratmayı bu çizdiğimiz çerçeveye oturtarak bitirelim. Yukarda, önderlik adımı kişiye “kendi başına gerçekleştiremediği mükemmelliği” yaşayabilmesinin imkânını açtığı ölçüde girişimde bulunana etki yarattığı kitleleri yönlendirme şansı da kazandığını, düşünce ve edimleri konusunda otorite ve başvuru unsuru haline getirdiğini ifade ettik. Önderi bir açıdan çok etkili bir rol-model olarak görebiliriz. Böyle etkili bir rolmodel pasif şekilde sadece davranışlarını taklit edilmekle kalmaz. İnsanlar bu güçlü rolmodellerin düşünce ve değerlerine de yönelirler. Rolmodelin düşünceleri, değerleri etkilediği kişilerin önüne bir ufuk açar. İnsanlar bu ufukta bütün problemlerinin nihai çözümünü görürler. Ufuğu temsil eden değer ve düşünceler insanlara bütün problemlerinin ortadan kalkmış olacağı “tünelin ucundaki ışık” olarak görünür. Örneğin, rolmodelin temel referans değeri sosyalizm ise her türlü problem sosyalizmde, “Halk İktidarı” ise her türlü problem halk iktidarında, “İnsan Hakları” ise her türlü problem insan haklarının hakim olduğu bir düzende nihai şekilde çözüme kavuşmuş olacaktır. Eğer rolmodel bu değerlerin hepsine birden bağlıysa bu değerler de birbirleriyle özdeleşir, birbirlerini temsil eder hale gelirler. Biri ifade edildiğinde otomatikman diğerleri de ifade edilir. İnsanlar problemlerini bu ufka yerleştirdiklerinde bu değerler bütün problemlerinin çözümünün umudu haline gelirler. Bu noktadan sonra bütün olup bitenler bu değerin yarattığı ürün şeklinde görünmeye başlar. İdeoloji bir bakıma yaşanan süreci ters yüz eder. Önderlik girişimi sayesinde edinilmiş değer ve düşünceler bütün bu sürecin dinamosu ve gerçekleştiricisi olarak algılanmaya başlanır. Bir topluma yeni bir değer de bu şekilde, bu değeri referans yapmış bir unsurun başarılı önderlik girişimleri sayesinde girer. Solculuğun da, devrimciliğin de, Marksistliğin vb de toplum belleğine girişi, kabul görüşü bu şekilde olmuştur. Hatta bunların her birisi için sözkonusu dönemin nesli ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştır. Yaşanan başarısız örneklere baktığımızda da, örneğin 90 küsur yıllık cumhuriyet eğitiminin elindeki bütün imkânlara rağmen daha laikliği toplumun bütününe hâkim kılamamış olmasını, dahası, bütün bu eğitim girişimlerine rağmen ataerkil, faşist, şeriatçı düşüncelerin toplumda bu kadar geniş taraftar bulmalarını, hatta toplumun yarısının diktatörlük heveslisi olmasını başka türlü açıklamak mümkün değildir. Bunlar ancak bu diktatörlük girişimlerinin etkilediği kitlelere bir hayat alanı açmalarıyla açıklanabilir ki Erdoğan’ın izlediği politikaları bir “Osmanlı restarosyonu” olarak ele aldığımızda dini tarikatlara açılan hayat alanları gözden kaçmayacak kadar ortadadır. Bu tarikatlar Erdoğan sayesinde toplumun tekrar “hâkim milleti” haline gelmenin hazzını yaşamaktadırlar. Toplumal hayat onların değerlerine göre yeniden dizayn edilmektedir. Hatta Erdoğan onlara “Amerika’yı bile müslümanların keşfettiği” gibi üstünlük hazzı yaşatmaktan, onları ihya etmekten de geri kalmamaktadır. Çizmeye çalıştığımız teorik çerçeve sadece Hayır Bloku’nun değil, iktidar blokunun yapısını da anlamaya imkanı sunar.
İnsan Hakları ve Demokrasi düşüncesi de ortak davanın içeriği ve ideolojik çerçevesi olarak Hayır Bloku’na başarılı bir önderlik sayesinde hakim kılınabilecektir. Başarılı bir önderlik İnsan Haklarını bu şekilde umut haline getirerek bir “İnsan Hakları Davası” yaratabilir.
-Bitti-
Önceki yazılar:
HAYIR BLOKU I: NİTELİK
HAYIR BLOKU II: YAN YANALIK VE ERDOĞAN’IN MANEVRA İMKANLARI
HAYIR BLOKU III: İRADİ HAYIR BLOKUNUN TEMELİ OLARAK İNSAN HAKLARI
Dipnotlar:
[1] “Haziran Hareketi Almanya işleyişi konusunda tartışma taslağı”nda söyle yazıyor (Mayıs 2017):
Haziran Hareketi kendisini değişik örgütsel yapılanmalarla sınırlamayan bir mücadele platformudur.
Karar alma süreçlerinde doğrudan demokrasi işleyişine ulaşma çabası önemli bir hedeftir.
Fikirlerin kollektif bir çaba ile oluşabilmesine önem verilir. Temsili organların oluşmamasına özen gösterilir.
En geniş kesimlerin özlem ve taleplerinin mücadeleye dönüştürüldüğü bir harekettir. Bu bağlamlarda kararlar Haziran Meclis ve forumlarında oluşturulur. Karar oluşum süreçlerinde ikna yöntemi temel alınır. Üzerinde anlaşılamayan konular ertelenir. Oylamalar son çare olarak da olsa istenmeyen bir yöntemdir.
[2] İleri süreceğim tezlerin çok daha ayrıntılı tanıtımı –eger yayınevi günün birinde becerebilirse yayımlanmayı bekleyen – “THKP-C Devrimci Yol Geleneğinde Öncülük olarak Politika” kitabımda bulunmaktadır.
[3] Bu terim şaşırtıcı olmamalı. Zira, genel bir teori bir edimin belli bir konjonktürde doldurduğu işlev ortaya çıktığı zaman ve mekanın koşullarından izole edilerek, her türlü mekan ve zamana taşınarak inşa edilebilir. Bu nedenle, kerameti Çayan’ın metinde ifade ettiği “silahlı propaganda”da değil, doldurduğu işlevde aramak gerekir. “Öncülük girişimi” bu işlevi ifade için ortaya attığım bir terimdir. Bu işlev farklı şartlara göre farklı formlar altında yerine getirilir.
[4] Erdogan bu tezin gecerliligine en büyük kanit olarak ele alinmalidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.