Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanları bulabilmektedir
Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanları bulabilmektedir
Yan yana duran heterojen unsurlardan ortak irade sergileyen bir grup yaratmak Hayır Bloku’nun temel politik sorununu oluşturur. İrade sahibi olmak, birincisi yıkmanın ötesinde kurucu, inşa edici bir hedefe (amaç), ikincisi de bu amaca ulaşma arzu ve motivasyonuna (tasa) sahip olmayı içerir. Bunlardan amaç rasyonel düşünsel, tasa duygusal bağlanmayı dile getirir. İrade terim olarak bunların ikisini de içerir. Örneğin, bir çocuğun sağlıklı beslenmesi gerektiği rasyonel bir düşüncedir. Ama bu çocuk eğer kendi çocuğumuzsa bu rasyonel düşünce aynı zamanda bizim tasamızdır da. Bu durunda sadece düşüncenin rasyonelliğini onaylamakla kalmayız, bizzat kendimizi ilgilendiren, kişi olarak fiilen uğraşmamız gereken kendi amacımız olarak algılar ve yaşarız. Öyleyse bir irade bloku yaratmak hem amaç, hedef ortaya koymayı, hem de duygusal bağ -ortak tasa- yaratmayı içerir. Aslında bunlar da birbirinden kopuk olmayıp iç içedirler.
Rasyonel yanıyla irade bloku yaratmak her şeyden önce mevcut yan yana varoluşa bir tanımlayıcı prensip getirmeyi içerir. Bu yapılabildiğinde, Erdoğan-AKP iktidarı ve dışlamaları blokun yegane varoluş koşulu olmaktan çıkar; blok kendi hedef ve değerleriyle bir kimliğe, kendi bağımsız varlığına kavuşur, yan yana duran unsurlar amacı belli bir grup karakteri kazanmaya başlarlar. Ancak bu durumda bile grubun varoluşunun Erdoğan-AKP blokunun dışlamalarından mutlak anlamda bağımsızlaşabileceğini düşünmek yanlış olur. Zira, dışlama mutlak anlamda ortadan kalktığında, mücadele etme zorunluluğu da birlikte hareket etme zorunluluğu da ortadan kalkmış demektir. Bunlar yan yana durmayı bile bırakırlar. Bir iradi blok oluşturma hedefinin gerisinde birlikte hareket etme mecburiyeti yatar. Bu mecburiyet tekil unsurların bir yandan bir sorunu çözme zorunluluğu içinde bulunmalarından öte yandan ise bu hedefe kendi başlarına, sırf kendi güçleriyle ulaşma imkanı bulunmamasından, buna güçlerinin yetmemesinden kaynaklanır. Hakim blokun ortadan kalkması, ya da dışlamaların son bulması bu mecburiyeti ortadan kaldırır. Unsurları mücadeleye ve bir arada olmaya zorlayan neden ve dürtü kalmaz. Bu nedenle, dışlama bir blok oluşturmanın koşulu olmaya devam eder. Hegel’in “belirlenmiş negasyon” kavramını bu çerçevede anlamak gerekir. Bu nedenle şunu geçici bir tez olarak söyleyebiliriz: Bir grubun kimlik kazanması, kendine tanımlayıcı prensip/hedef belirlemesi zaman ve mekandan -koşullardan, konjonktürde yaşadığı sorunlardan, maruz kaldığı baskı ve dışlamalardan- bağımsız olmayıp, içinde yaşanılan bu koşullar çerçevesinde gerçekleşir. Koşulların değişmesi grubun kimliğinin – amacının, tanımlayıcı prensibinin, bileşenlerinin- de değişeceğini anlatır. Grubun devamı, kendini yeniden üretmesi, bu nedenle, her bir durumda koşulları doğru okumasına bağlıdır.
Dışlanmışlar topluluğu sırf hakim gücü yıkmanın ötesine geçip kendine tanımlayıcı prensip ve hedefler koymaya başladığında birliktelikleri yan yana duruş olmaktan çıkacaktır. Ama belli hedef ve ilkeler doğrultusunda mücadele etmek bir “dava” yaratmak anlamına gelir: amaçta ve tasada ortaklık. Bu durumda, Hayır Bloku’nun kendine pozitif -kurucu, inşa edici- bir kimlik geliştirmesi, kendi başına bir varoluşa sahip olması neyin peşinde koştuğunu bilen bir “dava” yaratması demektir. Bu gerçekleştiğinde ortaya bir dava ve bir dava hareketi çıkar, heterojen topluluk bu davanın ortak aidiyet sergileyen organize grubuna dönüşür. İçindeki unsurlar da ortak davanın taşıyıcıları ve bileşenleri haline gelirler. Erdoğan-AKP blokunu dize getirebilecek bir politik güç yan yana duran dışlanmış unsurlardan bu şekilde ortak bir dava yaratmakla mümkün olabilir.
Bloka kimlik verecek “dava hedefi” ütopik, hayattan ve bir araya gelmesi amaçlanan unsurlardan kopuk bir şey olmayacaksa -ki sırf ütopyaya dayalı (ütopik) davaların taşıyıcı kitle bulmakta zorlandığı yeterince kanıtlanmış bir olgudur- bu hedefi belirlerken sözkonusu unsurların sergiledikleri politik sosyoloji zemininde yürümek, hedef ve politikayı bu zeminde belirlemek gerekir. Bu konuda solun, özellikle de Devrimci Yol’un 70’li yıllardaki pratiği yeterince zengin bir birikim sunmaktadır. Hatta, kimilerine garip gelecek olsa da, elimizde bunun dışında başvurabileceğimiz işe yarar bir başka tecrübenin bulunmadığı da çok rahat söylenebilir. Bu birikimi, tabii ki, günümüz koşullarına yorumlayarak kılavuz almak gerekir.
Referans alacağımız tecrübenin en önde gelen düsturunu, politikanın yaşanan hayata, “halkın zaten sergilediği, halk içinde kendi başına ortaya çıkmış mücadele eğilimlerine” dayanması gerektiği prensibi oluşturur. Devrimci Yol geçmişte politik misyonunu halk içinde kendiliğinden ortaya çıkmış direnme eğilimlerini örgütlemek, organize hale getirmek ve bunları problemin köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplum hedefine yönlendirmek olarak tanımlıyordu. Günlük politik uğraşısının içeriğini de hedefini de somut, yaşanan hayattan, ortaya çıkmış problemlerden ve bunlara karşı ortaya çıkmış mücadele eğilimlerinden türetiyordu. Hayatın içinden çıkmayan hiçbir şeyle de uğraşmadığını sayısız defalar dile getirmiştir. Politik mücadele halk içinde zaten ortaya çıkmış tepki ve taleplere dayanmalı, bunları ortaya çıkaran nedenlerin köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplumsal işleyişi de hedef olarak belirlemelidir. Bugün de yapılması gereken bundan farklı değildir.
Hayır Bloku içindeki unsurlar Devrimci Yol söylemindeki “direnen halk kesimlerine” denk düşerler. Ne var ki bugün “halk kesimleri içinde ortaya çıkmış direnme eğilimleri” hem içerik ve yönelim, hem de biçim itibariyle 70’li yıllardan son derece farklıdırlar. 70’li yıllarda insanların en önde gelen problemini can güvenliği oluşturuyordu. İktidar sivil ve resmi güçleri ile insanların canına kast etmiş, insanların akşama eve sağ salim geri geleceği garantisi kalmamıştı. Üniversite ve liselerden mahallelere, Maraş, Malatya, Çorum’a kadar yaşanalar bunu gösterir. Bugün ise insanlar -henüz- böyle bir can derdi, ölüm korkusu içinde bulunmuyorlar. En temel problemlerini bir yandan alıştıkları, kendilerine uygun ya da doğru gördükleri bir hayatı, ya da hayatlarını inançlarına, değerlerine uygun şekilde yaşayamamaları; belli bir hayat tarzının yukardan dayatılması; öte yandan da bu dayatmayı kabul etmeyenlere, karşı çıkanlara baskı uygulanması, tutuklanması, içeri atılması ve dışlanan kesimlerin hak arama ve siyasal süreçlere katılım imkânlarının ortadan kaldırılması oluşturuyor. İnsanların hayat alanları yok edilirken itiraz imkânları da ortadan kaldırılıyor.
70’li yıllarda insanlar “meşru müdafaa” yapıyor, kendi can güvenliklerini ellerindeki derme çatma imkânlarla kendileri sağlıyor, okullarını, mahallelerini gece gündüz bekliyor, bu şekilde kendilerine yaşayabilecekleri bir hayat alanını yaratmaya çalışıyorlardı. Bugün ise insanlar kendilerine bir hayat alanı açabilmek için hak ve özgürlük mücadelesi veriyorlar. Nereye baksak bir hak ve özgürlük ihlali şikâyeti duyuyor, bir hak arama ve özgürlük mücadelesi görüyoruz. Bugünün gerçeği, “sahip çıkılması, örgütlendirilmesi, geliştirilmesi, organize hale sokulması, temelli ortadan kalkacakları bir hedefe yönlendirilmesi” gereken kendiliğinden eğilimler bu “hak ve özgürlük arama” mücadeleleridir.
Bununla birlikte bu hak mücadeleleri 70’lerdekine benzer dağınık bir tablo sergiliyor. Şöyle ki: Dışlanan her bir kesim kendi hak ve özgürlüğünün arayışı içindedir, ama sadece kendi hak ve özgürlüğünün peşindedir. Hatta öyle ki, dışlanan laik-Kemalist kesimin sözcülerinden bir hukuk doçenti -ki aynı zamanda ülkenin en büyük barosunun (eski) başkanıdır- çıktığı bir televizyon programında Kürtlerin kimi hak arayışlarını “özgürlüğün kötüye kullanımı” olarak ilan edebiliyor. Bu örneğin de açıkça ortaya koyduğu gibi, her bir kesimin kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde olması bunların toplamından kendiliğinden bir ortak özgürlük ve demokrasi davası ve hareketi yaratmıyor.
Aslında tarihin her döneminde hak ve özgürlük arayışına, hak ve özgürlük mücadelesine rastlanır. Tarihin bütünü hak ve özgürlük mücadeleleriyle doludur. Bu eski hak ve özgürlük arayışlarının günümüz mücadelelerinden temel farkını, ulaşmak istedikleri hedefin sadece kendileri (sınıf, zümre, şehir, kurum, bölge vb) ile sınırlı bir imtiyazdan ibaret olması oluşturur. Sırf kendi hak ve özgürlüğünün peşinde olmak, başarılı olunduğunda sadece bu kesimle ilgili bir imtiyaz ortaya çıkarır. Bu şekildeki bir imtiyaz arayışı ise hak arayışını ortak dava yapabilmekten çok uzaktadır. Tekil hak arayışlarının ortak bir irade sergileyebilmesi için tekil hak arayışlarına kaynaklık yapabilecek bir genel söylem geliştirmek gerekir, öyle ki, bu genel söylem ortak bir söylem olarak her bir kesime kendi hak ve özgürlüğünü elde edeceğinin imkânı ve garantisini veren ortak referans olabilme karakteri taşımalıdır. Tekil hak arayışları ancak böyle bir referans olduğunda sırf kendisi ile sınırlı imtiyaz arayışı olmaktan çıkarılabilir, bir ve aynı özgürlük arayışının parçası, bir ve aynı davanın bileşenleri haline getirilebilirler. Günümüz İnsan Hakları söylemi bu koşulu sağlayabilen bir özellik gösterir. Zira, ayırt edici özelliğini sözkonusu hakkın herkes için olması, hak arayışının evrensel (herkes için geçerli) bir prensip şeklinde ortaya konulması oluşturur. İstenen hak ya da özgürlük, duruma göre ya bütün insanlar ya da bütün vatandaşlar içindir. Günümüzün hukuk anlayışı hakkın sahibi olarak belli, özel bir toplum kesimini değil en genel, en soyut haliyle “insanı” tanımlar. Bütün somut özelliklerinden -dilinden, dininden, etnik kökeninden, cinsiyetinden, derisinin renginden vb- bağımsız olarak “sırf insan” hakkın sahibidir. Bu ‘insan’ her kılığa girebilir, ama kişi taşıdığı somut kimliği itibariyle değil sırf ‘insan’ olarak hakkın sahibi ve taşıyıcısıdır. İnsan Haklarının bu işlevi doldurma yeteneğini daha da somutlaştırmak faydalı olacaktır.
Filozoflar özgürlüğün düşünme ile başladığını söylerler. Birçok kimse de buna dayanarak kişi zindanda bile olsa özgürlüğünün yok edilemeyeceğini haklı olarak, ifade ederler. İnsan her koşul altında özgür düşünebilir. Ancak, İnsan Hakları söylemi düşünmeyi değil düşünülenin ‘özgür ifadesini’ hak olarak tanımlar. Zira, düşünme engellenemezse de bunun ifadesi çok rahat engellenebilmektedir. ‘Özgür ifade’ hakkı bu noktadan sonra farklı bir toplumsallaşmaya alan açar. Bunu Claude Lefort’a müracaatla şöyle tasvir edebiliriz: Bir kimsenin düşüncesini özgürce ifade hakkı bir başkasının bunu özgürce dinlemesini ve karşı düşüncesini ifade edebilmesini de içerir. Böylece birincisi, toplumda temelini konuşma ve karşı konuşmanın oluşturduğu yatay bir toplumsallaşmanın zemini ortaya çıkar. Yaşam tasavvurları, hayatın gidişatına ve amacına ilişkin bu yatay toplumsallaşma temelinde gelişir; topluma yukardan bir hayat dayatma zemini kalmaz ya da bu yapılsa bile ona karşı bir alternatif toplumsal işleyiş ortaya çıkar. İkincisi, İnsan Hakları öğretisinin vazettiği ‘kendini özgürce gerçekleştirme’ hakkı, kişinin kendine uygun gördüğü, kendi iradesiyle tasavvur ettiği bir hayatı yaşama hakkını ifade eder. Bu hak kişiye sırf kendi tasavvuru doğrultusunda yaşayabileceği bir yaşam alanı açar. Can güvenliği, kişisel onurun dokunulmazlığı, özel alanın dokunulmazlığı vb gibi haklar da kişinin bu ‘kendine özgü’ hayatını garanti altına alır. İkinci ve üçüncü nesil olarak adlandırılan haklar herkesin kendine özgü hayatını yaşayabilmesi için maddi koşulların sağlanmasına yönelik pozitif haklardır. Kişinin diğerlerinden farklı, sırf kendine özgü hayatını yaşayabilmesi değer olarak konulur, teşvik edilir; bunun koşulları sağlanmaya çalışılır. Farklılığın eşit şekilde yaşanabilmesi amaçlanır. Kadın hakları buna en iyi örneği oluşturur.
Siyasal özgürlükler ve siyasal katılım hakları -seçilmiş bile olsa- hiç kimsenin tek başına toplum adına konuşamayacağını, toplum iradesinin bu yatay toplumsallaşma süreçleri içinde belirleneceğini kurala bağlar. Özel haklarla birlikte ele alındığında bu haklar sayesinde toplum yukardan sultan iradesiyle belirlenen, yönetilen bir toplum olmaktan çıkar, kendini sürekli sorgulayan/sorgulayabilen bir toplum karakteri kazanır. Toplumda neyin olacağını tek başına belirleyen bir ‘padişah imtiyazı’ kalmaz. Günümüzün esas sorununu da zaten bu oluşturmaktadır: Toplumda neyin olacağı ‘padişah iradesi’ ile mi yoksa yatay toplumsallaşma süreçleri üzerinden mi belirlenecektir?
Özetle, hak ve özgülük arayışında İnsan Hakları temel referans yapıldığında, her bir kesim gene sadece kendisi olmanın, kendine uygun gördüğü hayatı yaşamanın şartlarına kavuştuğu halde, bu mücadele her bir kesimin sırf kendi imtiyazı peşinde koştuğu kaotik bir mücadele olmaktan çıkar. Hak ve özgürlük ortak değer, ortak referans haline gelir; yürütülen mücadele de ortak bir davaya dönüşür. Herkes kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde koşarken, ortak bir davanın bileşenleri, aynı iradenin taşıyıcıları haline gelirler. Bir irade bloku ortaya çıkar.
Zira, kişi, hak veya özgürlüğünü toplumdaki yerinden (ait olduğu sınıf, zümre ya da bölgeden) değil de sırf insan olmasından türettiğinde, bu özgürlük öğretisi artık insan sayılan her türlü yaratığın kendi hayatını yaşamasının koşulu ve teminatı olur. Tek bir prensip topluluğu oluşturan heterojen unsurların kendilerini ve farklılıklarını yaşamalarının ifadesi ve gerçekleşme koşulu, bütün bu tekil hedeflerin temsilcisi haline gelir. Prensip insanlara belli bir hayatı dayatmaz, aksine onların her birinin kendi hayatını yaşama hakkına sahip olduğunu vazeder, her bir unsurun sadece kendini yaşayacağını vadeder.
İnsan hakları -genel- davası farklı hak ve özgürlük arayışlarını ortak bir davaya dönüştürme işlevini yerine getirebilecek, bunlar arasında ortak bir irade ve ortak bir dava yaratabilecek yegane söylem konumundadır. Dahası, böyle bir yatay toplumsallaşma kaynağı olarak Erdoğan-AKP iktidarına alternatif bir toplumsal varoluş ilkesini de ortaya koyar. Bu yanıyla, alternatif bir toplumsal işleyiş projesidir. Bir ‘anti-statüko’ söylemden beklenen bütün işlevleri karşılar.
Hayır Bloku içindeki yaklaşımlarla kıyasladığımızda argümanımızın gücü daha iyi ortaya çıkacaktır. CHP ve Ulusalcı hak arayışları laikliği tanımlayıcı prensip olarak almaktadırlar. Bunlara göre, Erdoğan-AKP blokuna karşı mücadele Kemalist, laik cumhuriyeti ve üniter devleti savunma mücadelesi olarak yürütülmeli, Hayır Bloku’ndaki taleplerin meşruluğu bu temel ilkeden türetilmelidir. Yukarıda baro başkanı hukukçunun “özgürlüğün kötüye kullanıldığı” savının gerisinde de bu değerlere referans yatar. Bu tez Hayır Bloku içinde bir kısım Alevi, sosyalist sol çevrelerde, sendika ve kadın hareketinin vb bir kısmında da destek bulabilmekte, bu kesimler laiklik ve Kemalist cumhuriyeti savunma mücadelesinde kendi amaçlarının da gerçekleştiğini görmektedirler. Ne var ki aynı şeyi Hayır Bloku’nun geniş bir parçasını oluşturan Kürt hareketi için söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta bunlar bırakın Kemalist cumhuriyette kendi problemlerinin çözüldüğünü görmeyi, Kemalizmi ve Kemalist cumhuriyet ilkelerini bizzat kendi problemlerinin sebebi olarak değerlendirmektedirler.
Gene Kürt Hareketi içinde bazı kesimler Kürt sorununu bütün diğer sorunların anası (doğurucusu) olarak görmekte, “barış” ya da “çözüm”ü herkes açısından hedeflenmesi gereken ana amaç olarak düşünmektedirler ve herkesi barış veya çözüm temelinde bir arada saf tutmaya çağırmaktadırlar. Barış olduğunda veya Kürt sorunu çözüme kavuştuğunda ülkedeki bütün diğer sorunların önündeki temel engel ortadan kalkmış olacak, ülke kendi meselelerine dönme, bunlarla uğraşma şansı yakalayacaktır. Bu kesimlerin düşüncesine göre bu gerçekleşmeden ülkedeki hiç kimsenin kendi derdiyle uğraşma şansı bulunmamaktadır. Kürt meselesi her zaman diğer sorunların önüne engel olarak çıkmaktadır. Barışın yaygın bir beklenti olduğunu teslim etmekle birlikte, mevcut şartlarda temel davanın bu temelde yaratılabileceğini düşünmek naif bir beklenti olur. Zira, kişi ancak kendi probleminin de çözüm umudu olarak gördüğü bir mücadeleye taşıyıcı, aktif bileşen olarak katılabilir. Kendi başına barış ya da devlet ve Kürt hareketinin anlaşarak sorunu bir çözüme bağlamasının, örneğin, laik-modern bir kadının kendine uygun gördüğü bir hayatı yaşamasının nasıl temsilcisi olacağı, hangi yönüyle bu talebe gerçekleşme umudu yaratacağı hayli meçhuldür. Bir diktatör de sıkıştığında belli bir kesimin taleplerini onaylayabilir, hatta otonomi bile verebilir. Ama bir kesimin taleplerinin onaylanması, onu diğerleri için diktatör olmaktan çıkarmaz; onların taleplerinin de bu şekilde çözülmüş olacağını ifade etmez. Aksine, onların problemlerinin kaynağı olmaya devam edebilir.
Eğer Hayır cephesi, göstermeye çalıştığımız gibi, ancak ‘İnsan Hakları’ temel referans söylem yapılarak bir iradi bloka dönüşebilecekse, bu durumda Hayır cephesinin merkezinde muazzam bir boşluk bulunuyor demektir. Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanları bulabilmektedir. Bu boşluk ancak insan hak ve özgürlüklerini temel referans yapan bir söylem geliştirilerek doldurulabilir. Ancak bu şekilde blokun toplu hareketi, grup karakteri kazanması sağlanabilir. Blok içindeki savrulmalar, iktidara eklemlenmeler ancak güçlü bir merkez yaratılabildiğinde engellenebilir. Erdoğan’ın Hayır Bloku içindeki unsurları birbirlerine karşı kullanmasının, Hayır Bloku’ndan müttefikler çıkarabilmesinin önüne ancak bu şekilde geçilebilir.
Demokrasiler genellikle “halk egemenliği” ilkesinin hakim kılınmasıyla eş tutulurlar. Halk doğrudan kendi yönettiğinde -örneğin antik demokrasi- veya yöneticilerini seçtiğinde demokrasi olacağı ve problemlerin ortadan kalkacağı düşünülür. Gerek seçilmiş biri olarak Erdoğan’ın Türkiye’ye yaşattığı tecrübeler, gerekse siyaset felsefesinde Rousseau’nun parçalanmayı kabul etmeyen “genel irade” kavramı bunun pek de isabetli bir düşünce olmadığını gösterir. Mutlak monarşilere karşı ortaya çıkmaya başlayan “Halk egemenlik”leri ancak “birey hak ve özgürlükleri”yle genişletildiklerinde demokrasileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Günümüzde sıkça dile getirilen ‘plebisiter diktatörlük’ terimi de bu ayrımı ifade eder. Halk oyu kendi başına ancak çoğunluk iktidarı olabilir. Çoğunluk azınlığı ezmeye kalktığında ise azınlığa kendine yaşam alanı sunacak bir referans ilke mevcut değil demektir. İnsan Hakları işte böyle bir referans sunar. Temel referans olduğunda toplumu tamamıyla yatay toplumsallaşma süreçlerine tabi kılması nedeniyle de sadece Hayır Bloku’na pozitif ilke sunmakla kalmaz, aynı zamanda, mevcut iktidara alternatif radikal demokrat bir toplum projesi olma karakteri de taşır.
Devam edecek…
Önceki yazılar:
REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(I): NİTELİK
HAYIR BLOKU (II): YAN YANALIK VE ERDOĞAN’IN MANEVRA İMKANLARI
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.