Serzeniş, yakarış ve ağıtla sınırlı kalan tepki zalimden yana olanın kendisine daha fazla güç vehmetmesini sağlarken, olağanlaştırılmış şiddetin mağdurda yarattığı değersizlik hissini derinleştirir. Oysa yaşam hakkımızı, kendi değerimizin farkına vardığımızda daha fazla talep etmeye başlar ve hakkımızı ancak o şekilde kazanırız. İnsanın hak talebi farkındalığını kazandığı değeriyle sınırlıdır. Bunu en iyi bilenler sistematik şiddete uğrayıp […]
Serzeniş, yakarış ve ağıtla sınırlı kalan tepki zalimden yana olanın kendisine daha fazla güç vehmetmesini sağlarken, olağanlaştırılmış şiddetin mağdurda yarattığı değersizlik hissini derinleştirir. Oysa yaşam hakkımızı, kendi değerimizin farkına vardığımızda daha fazla talep etmeye başlar ve hakkımızı ancak o şekilde kazanırız.
İnsanın hak talebi farkındalığını kazandığı değeriyle sınırlıdır. Bunu en iyi bilenler sistematik şiddete uğrayıp bir süre sonra kendi değerini unutan ama bir noktadan sonra başkaldırıp bu şiddeti püskürtebilen kadınlardır. Şiddetin normalleştirilmesi, hem mağdurun kendine verdiği değerin hem de şiddeti uygulayanın karşısındakine atfettiği önemin kaybıdır. Devlet de ezilene yönelik şiddetini normalleştirdikçe, ezilenin kendine verdiği değer ve başkaldırma mecali azalıyor.
Aynı sorun Kürtler açısından da geçerli. Nitekim artık bir Kürt çocuğu öldürülünce ne Kürtlerden “beklenen” tepki geliyor ne de caniler paniğe kapılıyor.
Oysa Kürt çocuklarının, onları birer nesne olarak algılayan şiddet uygulayıcılarının nazarında “önemli” hale gelmesi ve artık bu şiddetin sonlanması, ancak değer farkındalığının yeniden diriltilmesi, dolayısıyla ciddi, sonuç alınıncaya kadar dinmeyen bir kamuoyu tepkisi ve elde edilmeyeceği bilinse bile amansız adalet arayışlarıyla mümkündür. Gelin görün ki Kürt çocuklarının katline ilişkin Türkiye’nin batısında zaten süregiden olağanlaşmayı Kürtler de sindirmiş görünüyor. O yüzden de tepkiler ağıt ve serzenişten öteye geçmiyor.
Öldürülen çocuklara ağıt yakmakla yetinmek yaşam hakkı, adalet arayışı ve talebini de mezara gömen, dahası hayattaki çocukları benzer akıbetten korumaya yaramayan pasif bir tutumun, iç rahatlatmanın, tesellinin ötesine geçmiyor.
Bir zamanlar “taş atan çocukların” vurulması, panzer, akrep veya TOMA’larla ezilmesi Türk medyasının da üstün gayretleri sayesinde gerekçelendirilip olağanlaştırıldıktan sonra artık Kürt çocuklarının yatak odalarına giren panzerle katledilmesi de ‘vakayı adiyeye’ dönüşüyor. Devletin en büyük zaferi, başta Kürtler olmak üzere ezilenlerin kendi değerlerinin farkındalığını yitirmeye başlamasıdır. Soma’daki madenden çıkarılıp ambulansa bindirilen madencinin çamurlu botlarını çıkarmak isteyişinin iktidar cenahında nasıl takdirle karşılandığını hatırlayalım mesela…
Dolayısıyla sorumluların-yetkililerinin yargısız infazlarla, polis suçlarıyla ilgili açıklama, izahat yapma mecburiyeti bile hissetmemesi bundan.
Gerçi mesela Silopi’de yedi yaşındaki Muhammet ile altı yaşındaki Furkan Yıldırım kardeşlerin panzerle öldürülmesi üzerine Şırnak Valiliği kısacık bir açıklama yapma gereği duydu. Şöyle diyordu valilik:
İlimiz Silopi İlçesi’nde, 04.05.2017 gece saat 00:30’da, bir polis aracının, bir vatandaşımızın evinin duvarına çarpması sonucu iki evladımızın yaşamını yitirmesi, bizleri son derece üzmüş ve derinden sarsmıştır. Bazı basın yayın organlarında ve sosyal medyada şoför polis memurunun alkollü olduğu iddiaları gerçeği yansıtmamakta olup; şoför polis memurunun nefes kontrolü ve kan tahlilinde alkol bulunmadığı tespit edilmiştir. Konu adli ve idari olarak her yönüyle incelenmektedir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
Valiliğin bu açıklaması şiddetin normalleştirilmesinin çıplak ifadesinden öteye geçmiyor. Açıklamada öldürülen “iki evladımızın” isimleri, cinayeti işleyen panzer şoförünün kimliği ve hatta panzerin (“bir polis aracı”) kendisi bile anonim! “Polis memuru” gözaltına alındı mı, tutuklandı mı, bu “kazayla” ilgili nasıl bir ifade verdi, meçhul! Fail ve aracı görünmez kılınırken bize sunulan tek görüntü duvarı yıkık bir ev ve iki çocuğun tek kare fotoğrafı.
Vatandaşın duvarına “bir polis aracı” çarpmış, iki evlat da ölmüş. Peki kim bu evlatlar? Yaşları, isimleri, hikâyeleri niye yok? Taammüden veya taksirle cinayeti gerçekleştiren polis hakkındaki tek bilgi, alkollü olmadığı yönünde! Anlaşılan valiliği tedirgin eden ve belki de açıklama yapmaya mecbur bırakan esas saik, bölgede “tekbirlerle teröre karşı amansız mücadele veren dini bütün Türk polisine” sarhoş sıfatı yakıştırılması ihtimali. Yoksa o polisin alkollü olması, pekâlâ mülki amirliğin elini rahatlatabilirdi! Gerçi mülki amirin eli zaten rahat, zira “konu” adli ve idari olarak incelenmektedir!
Dikkat çekici bir husus daha var: Şırnak Valiliği’nin Muhammet ve Furkan Yıldırım kardeşleri yatak odalarında ezerek katleden panzeri bile anonimleştirerek “bir polis aracı” diye tanımlamış olması tesadüf değil. Çünkü mülki amir, bırakın memurunu, aracını bile (panzer, tank, TOMA, vs) cinayetle anılır kılmamaya gayret ediyor. Nitekim faili geçtik, “duvara çarpan” panzerin bile fotoğrafları yayınlanmadı. Devlet bu, tabii ki panzerine de sahip çıkacak. Ne de olsa o panzer Silopi’de daha çok iş görecek, “halkın arasına karışacak”, değil mi?
Elbette bu cinayetin “ayık kafayla” işlenmiş olması Kürtler açısından daha büyük bir anlam taşıyor. Ama kimse bunu tartışmıyor. Çünkü cürüm işleyen veya yargısız infaz yapan kolluk güçleri devletin şefkatli kollarınca sarmalandığı için işledikleri cinayetler suç değil, o cinayetlerden söz etmek suç. Bu nedenle yargısız infazcılar anonimdir. İsimleri, cisimleri devlet kasasında mahfuzdur. O kasayı açanların başına “polisi hedef göstermek” suçlamasıyla neler geldiğini herkes biliyor.
Ama zannediyorum polisin kullandığı araçlara dair sıfatlandırma “hukuken” henüz suç teşkil etmediği için katil panzer, katil TOMA, katil tank, katil F-16 diyebiliriz.
Devlet ve onun yılmaz savunucusu Türk medyası Kürt çocuklarının öldürülmesini eskiden bir gerekçeye bağlardı. “Taş atarken ezildi” denirdi mesela. Örneğin Hürriyet’in 15 Şubat 2008 tarihli, panzer tarafından ezilerek katledilen 15 yaşındaki Yahya Menekşe’yle ilgili haberini hatırlayalım:
PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999 yılında Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilişinin 9’uncu yıldönümü nedeniyle Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde kepenk kapatma eylemi ve ardından yapılan korsan gösteri sırasında çıkan olaylarda Yahya Menekşe yaşamını yitirdi. (Hürriyet, “Şırnak savaş alanına döndü”, 15 Şubat 2008)
Türk medyası, devlet infazlarını gizlemekte son derece ustadır. Nitekim Hürriyet’in bunca “arka plan bilgisinin” içinde Yahya’nın katlediliş biçimi ustaca gizlenmişti. Haberin devamında “Bir Genç Öldü” başlığıyla Yahya’nın çocuk olduğu da gizlenmiş ve şöyle yazılmıştı: “Polisin müdahalesiyle ara sokaklara kaçışan göstericiler oralardan taş atmayı sürdürürken, arada kalan birçok kişi isabet eden taşlardan yaralandı. Bu sırada 15 yaşındaki Yahya Menekşe, başına isabet ettiği ileri sürülen taşla yere düştü.” Hürriyet’e göre, Yahya’nın ölümünün müsebbibi elbette “korsan gösteri” yapanlardı. Peki sadece Hürriyet’e göre mi? Elbette hayır!
Şırnak Valiliği, panzer tarafından ezildiği daha sonra adli tıp raporuyla da tescillenen Menekşe’yi öldüren polisin yargılanmaması için epey çaba sarf etti. Sonraki hikâye kısa: Yargı da Hürriyet’in yolundan gitti ve öldürülen Yahya kusurlu bulundu, polis de beraat etti! (https://zete.com/panzerin-altinda-kalarak-olen-yahya-meneksenin-davasinda-polise-beraat/)
Kürtlere yönelik şiddet olağanlaştığı ölçüde bu şiddet kesif bir alçaklık diliyle de ifade edilmeye başlandı. Örneğin Habertürk, ceset görüntüleri eşliğinde vahşi çığlıkların atıldığı sosyal medya hesaplarını aratmayacak biçimde Silopi’de yataklarında katledilen iki çocuk için “Panzer uykuda yakaladı” başlığı attı. Ortada Kürt çocuğu ve devlet varsa biri kovalıyor öbürü de yakalanıyor olmalı tabii! Habertürk “ölüm uykuda yakaladı” deyiminden esinlenerek bu başlığı attıysa, farkına varmadan devletle, panzerle ölümü eşanlamlı tutmuş oluyor. Yine de şunu hatırlatmak gerekiyor: Habertürk, Hürriyet ve diğer yandaş medyanın suçu kasten gizleyen, mağdur ve yakınlarıyla alay eden, onları nesneleştiren bu tür tahrif edici “haberciliği” ahlaken olduğu kadar kanunen de suçtur. TCK’nın 281. maddesi son derece açık: “Gerçeğin meydana çıkmasını engellemek amacıyla, bir suçun delillerini yok eden, silen, gizleyen, değiştiren veya bozan kişi, altı aydan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Peki, Şırnak Valiliği’nin tabiriyle, aynı “konu” Filistin’de yaşansa, Muhammet ve Furkan isimli iki Arap çocuğu, İsrail askerine ait panzer tarafından yataklarında ezilerek katledilse Türkiye’de ne olurdu? Riyakârlıklarıyla her geçen gün alınları daha da kararan zevat elbette İsrail hükümetinin “kaza” açıklamasına ikna olmaz, başlarına yeşil bantlar çekip sokaklara çıkar, İsrail sefaretlerinin önünde tepki gösterirdi. Yandaş medyanın İslâmcı yazarları günlerce tepki yazıları yazar, İsrail hükümetinin ırkçılığından girilir, panzerin Nazi Almanya’sı icadı olduğundan çıkılırdı. Neyse, bu zevatın riyakârlığına dair cümle sarf etmeye bile değmez artık. Herkes bulaştığı günahın da, sürdüğü panzerin mucidinin ve yönünün de, altında ezilen çocukların da gayet farkında.
Dolayısıyla serzeniş, yakarış ve ağıtla sınırlı kalan tepki zalimden yana olanın kendisine daha fazla güç vehmetmesini sağlarken, olağanlaştırılmış şiddetin mağdurda yarattığı değersizlik hissini derinleştirir. Oysa yaşam hakkımızı, kendi değerimizin farkına vardığımızda daha fazla talep etmeye başlar ve hakkımızı ancak o şekilde kazanırız. Katil panzerin bir freni varsa, o da budur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.