Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna doğru yol alınırken, sokak muhalefetinden “2017 Macron = 2022 Le Pen” sloganı gelişmişti Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı, seçimin ikinci turunda (7 Mayıs) oyların %66,1’ini kazanan eski finans kapital yöneticisi Emanuel Macron oldu. 27 Nisan’da gerçekleşen seçimin ilk turunda, neoliberal Macron ve Front National’in sağcı-faşist lideri Marine Le Pen ilk iki sırada […]
Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna doğru yol alınırken, sokak muhalefetinden “2017 Macron = 2022 Le Pen” sloganı gelişmişti
Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı, seçimin ikinci turunda (7 Mayıs) oyların %66,1’ini kazanan eski finans kapital yöneticisi Emanuel Macron oldu.
27 Nisan’da gerçekleşen seçimin ilk turunda, neoliberal Macron ve Front National’in sağcı-faşist lideri Marine Le Pen ilk iki sırada yer almıştı. Le Pen’in arkasında, eski Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin sağcı-cumhuriyetçi partisi LR’den Fillon, onun arkasında ise sol-popülist ve eski Troçkist Mélenchon sıralanmıştı. En son aday olarak, şu an görevi biten Hollande’un sosyal demokrat partisi PS’nin adayı Hàmon ise, ancak %6 civarında oy alabilerek yerlerde sürünmüştü.
Şimdi bu seçimlerin yorumuna ve taktik tartışmalarına girelim.
Hollande’ın sözde sosyal-demokrat PS’i 2012’de büyük sözlerle iktidara gelmişti: “Benim gerçek düşmanımın ismi yok, partisi yok. Benim düşmanım seçilmiyor ama yine de hükmediyor. Bu düşman finans dünyası.”[1]
İşte, eski başkan Sarkozy’nin aşırı sağcı-polisiye devleti üzerine inşa edilen neo-liberal ve Almancı hattına karşı emekçi Fransız halkı, Hollande’ın bu sözleri ve solcu tavırlarına güvenerek PS’ye çok güçlü bir iktidar vermişti. Sol Cephe’yle (Front Gauche) beraber parlamentoda da mutlak çoğunluğu kazandığı için, sözlerini tutarak istediği gibi “finans dünyasına” karşı savaşabilecekti Hollande.
Gel gör ki, başkanlık döneminin sonunda Hollande modern Fransa’nın en az sevilen cumhurbaşkanı haline düşmüştü. Nitekim, onun partisi olan PS’nin 2017 başkan adayı Hamon da yerlerde süründü.
Bu duruma, şimdilerde “PASOKlaşma” deniliyor: Zamanında Yunanistan’ın en güçlü ve en büyük partilerden olan sosyal-demokrat PASOK’un, Yunanistan’da yaşanan kriz döneminde aşırı neoliberal politikalar uyguladıktan sonra halk tarafından sandığa gömüldüğü gibi, Fransa’daki “sosyal-demokrat” PS’ye de aynısı oldu.
Hollande ve onunla beraber PS’nin popülaritesi neden bu kadar çok düştü diye sorarsanız, cevabı Sarkozy’nin (iktisadi ve siyasi!) aşırı sağ politikalarının Hollande tarafından devam ettirilmesinde, hatta yer yer derinleştirilmesinde bulursunuz.[2]
Neoliberal ve “özgür ticaretin” belirlediği küresel kapitalist rekabette (özellikle de Almanya’ya karşı) yaşanan iktisadi mağlubiyet, kapitalist zeminde ayakta kalınmak isteniyorsa kendi taleplerini dayatıyordu ve halen de dayatıyor.
Büyük İktisadi Kriz’in başlamasından (2007’den) itibaren Fransa’da GSYİH’in büyümesi yıllık %1 civarında dondu, sabit sermaye yatırımları ise %1,7 civarı geriledi (Almanya’da ise aynı dönemde sabit sermaye yatırımları %9,2 civarı büyüdü!). Genel olarak Fransa’da sermayenin kâr oranları bütün gelişmiş emperyalist merkezlerde gibi neo-liberal dönemle beraber (Fransa’da 1983’den beri) yükselirken, 1998’da zirveye ulaştı ve o tarihten itibaren düşüyor. Ancak Avro’nun birleşik kur olarak kabullenmesinden sonra, Fransa’daki sermayenin kâr oranları %26,9 civarı düşerken, Alman sermayesinin kâr oranı %20,8 civarı yükseldi![3]
Sarkozy bu eğilime karşı Fransız sermayesinin kâr oranlarını ve küresel statüsünü korumak için neo-liberal uygulamalar ve askeri-polisiye metotlarla emperyalizmi azgınlaştırmıştı. İşte, onca esip gürledikten sonra, “solcu” Hollande da aynısını devam ettirdi.
Hollande liderliğinde, özellikle de (şu an cumhurbaşkanı olan) dönemin Ekonomi ve İktisat bakanı Macron’un uygulayıcılığında, işverenlere toplam 60 milyar € civarında vergi muafiyeti getirildi ve 2016 yılında da parlamentoyu baypas ederek Almanya’daki Hartz I-IV reformlarına göre tasarlanan aşırı emekçi düşmanı yeni İş Yasası (“Loi travail”) kabul edildi. Ek olarak, polisiye devlet, güvenlikçi söylem ve pratikler yaygınlaştırıldı, Fransa aylardır OHAL içinde bulunuyor.
Batılı emperyalist merkezlerde bir eğilimin geliştiği saptanabilir: 2. Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra siyasi sistemi sabitleyen 2-3 temel burjuva partisi gittikçe önem yitirmeye başlıyor veya hatta siyasi yaşamdan bütünüyle kayboluyor.
Neoliberal dönemin azgınlaşması ve Dünya İktisadi Krizinin süreklileşmesiyle, halkların “sosyal demokrat” sözde “sol”a yönelmesi yaşandı. Ancak, bu yönelimden de sonuç çıkmaması ve sadece aynı politikaların devamı yaşandığı için, emekçi halklarda “oturmuş olan siyasi düzene” inanç kaybolmaya başladı ve paralel olarak halk isyanları yaşandı.
Burjuva siyaset alanının bakış açısından, seçime gitmeyenler ve “klasik düzen partilerine” oy vermeyenlerin oranı da yükselmeye başladı. Sol ve sağ kampta, düzenci kamp ve düzen karşıt kampta da, birden bire daha radikal unsurlar, kendilerini – sözde veya gerçekten – “oturmuş düzene muhalif yenilikçiler” olarak tanımlayabilenler güç kazanmaya başlıyordu.
Bu güçler, yer yer sadece popülist söylemlerle değil, ona uygun siyasi örgütlenme biçimi, yani taban ve/veya parti örgütlenmesinden bağımsız olarak daha dolaysız ama demokrasi açısından sıkıntılı olan lider-kitle ilişkisini uygulamaya soktular. Ancak bu yönelimlerin de, ne Dünya İktisadi Krizini ne de düzen siyasetinin krizini çözemedikleri açıkça görülüyor.
Sözgelimi, İtalya’da, düzenci-neoliberal Renzi, kendisine “rottamatore”, yani eski kemikleşmiş siyaset düzeni “parçalayan” lakabını takarak 2014’de büyük beklentilerle başkan seçilmişti. 2016’da ise sunduğu neoliberal ve otoriter anayasa değişim taslağı halk oylamasında kaybetti ve iktidardan düştü. Yunanistan’da sadece bir kaç sene içinde muhalif cephesi SYRİZA önce roket gibi fırlamış sonra hiç bir şeyi değiştiremediği için yine düşüşe geçmişti. İngiltere’de muhafazakarlar ve aşırı sağ/faşizan güçler AB ve özellikle mültecilere karşıtı aşırı söylemlerle Brexit’i tetiklemişti, öbür taraftan Jeremy Corbyn partisinin özünü, yani halkçı bir sosyal-demokrat hattı neo-liberal kabullere karşı taviz vermeden savununca, İşçi Partisi ciddi bir biçimde yeniden canlanmıştı.
ABD’de ise, steril düzen teknokratı Hillary Clinton sadece Demokrat Parti’nin oturmuş düzeni sayesinde başkan adayı olabilirken, parti içi sosyal-demokrat muhalif Bernie Sanders, Demokrat Parti bürokrasisinden de sermayeden de hiç bir şekilde destek almadığı halde, sadece tabandaki genç kitlelerin aktifleşmesiyle neredeyse başkan adayı olacaktı. Clinton’un yerine, en sonunda, Trump adındaki rezil bir burjuva lümpeni, bütün burjuva siyaset protokolünü ezerek, başkalarının cinsel organları üzerine dedikodu yaparak, göçmen düşmanlığını kışkırtarak ve ABD sanayisini “kötülere” karşı savunarak ABD başkanı olabilmişti.
Özetlemek gerekirse, kapitalizmin küresel krizinin çözümü bulunamayıp derinleştikçe, sistemin hayatta kalabilmesi için nefret, savaş ve neo-liberalizmden başka bir seçenek kalmazken, eski-alışılagelen siyasi düzen dağılmaya başlıyor; düzen içinde bir yandan uzun zamandır görülmeyen ve derinleşebilen sol çatlaklar oluşmaya başlarken, tersi yönde hareket edip düzeni korumak isteyenler ise “karizmatik-yenilikçiler” ile “karizmatik lümpenler” biçiminde ön plana çıkıyor.
İşte, aynı senaryo, Fransa’da Fransa’ya özgün olan koşullarda gelişiyor. İPSOS’un kamuoyu araştırmasına göre, Fransızların %83’ü Fransa’daki siyasi sistemin kötü çalıştığını ve onları temsil etmediğini, %92’si ise siyasi partilere inançlarını kaybettiklerini ifade ediyor. Nedenleri az önce sıralamıştım.[5]
Böyle bir ortamda, kendisini siyasi sisteme karşı ve radikal yenilikçi olarak konumlayanlar güç kazanabilir. Fransa’da cumhurbaşkanı adayı Mélenchon, sistem içinde radikal bir sol alternatif sunup roket gibi yükselen ismi temsil ederken; Macron, yenilikçi ruhuyla düzenin has adamı. Le Pen ise, yıkıcı-sistem karşıtı tavırlarıyla radikal bir biçimde lümpen-faşizan hattı temsil ediyor.
Zamanında bazı entelektüel mecralar hatta dalga geçerek Front National’i ciddiye almıyorlar, sorumluluğu da proletaryaya atıyorlardı. Fransa’da 1980’lerde oluşan “ulusalcı popülizm” teorilerine göre, Front National’in yükselişi aslında alt sınıflardan geliyordu.[6] İktisadi bir kriz döneminde Front National gibi sağ hareketler halk-elit ikilemi üzerinden “sol”a kayıyor, ırkçı ve otoriter söylemleriyle zaten sinir ve öfke içinde boğulan alt sınıfların temsiliyetine bürünüyorlardı. Evet, suçlular bulunmuştu: medeniyetsiz ve eğitimsiz proletarya.
Yükselen yeni sağ/faşizm konusunda Batılı emperyalist merkezlerde genel olarak benzer bir eğilim tespit edebiliyoruz. Bu eğilim içinde, düzen güçleri ve onlara yakın duran veya onlar tarafından işgal edilmiş beyinler, bir kaç on yıldır git gide azgınlaşan bir proletarya nefretini besliyorlar.
Evet, bu teorisyenlere göre, artık eski sınıflı toplumlar, sanayi, sol-sağ ayrımları, vs. bitmişti. Artık küreselleşmiş bir dünya ve post-sanayi dönemin çoğulcu toplumlarına doğru yol alıyorduk. Bu süreç içinde elbette “eskide” kalmış olan katmanlar – mesela sanayi kapsamında tanımlanan “işçi sınıfı” – kaybediyordu ve “yeni dünyadan” en fazla onlar şikayet edecekti. Ancak, neyse ki pek de korkmamız gerekmiyordu: Çünkü, o “eski” katmanlar git gide azalacak, yeni dünyanın özneleri rakamsal olarak da ön planda olacak, en nihayetinde de yeni-yepyeni bir demokratik düzen kurulacaktı.
ABD’deki Demokrat Parti teorisyenleri “Demokratik Çoğunluğun Oluşumu Tezi” (Emerging Democratic Majority Thesis) olarak bu durumu kavramsallaştırırken, Tony Blair’in ve genel olarak “yeni” (yani neo-liberal) sosyal-demokrasinin teorisyeni Anthony Giddens, “3. yol” açılımıyla bu teorinin Avrupa’daki “sol” uygulamasının kavram setini üretti.
Söz konusu liberal ve sol liberal zeminde üreyen proletarya nefreti, Trump’ın seçimini de – gerici proletaryaya bağlamıştı.[7] Fransa’da da benzeri oldu desem çok şaşırır mısınız? PS’e yakın duran bir düşünce kulübü olan Terra Nova, 2011’de bile Front National’in programının Front de Gauche’in (Sol Cephe’nin) programına benzediğini, Front National’in ana gücünün aslında proletarya olduğunu vurgulamıştı. Bu teorisyenlere göre, “eski işçi sınıfının ayrıcalıkları” ve işçilerin bu ayrıcalıkları korumak için seçtikleri Front National, “yeni Fransa”’yı bloke ediyordu.[8] İşte, bu liberal/sol-liberal teorilerin en yeni ve 2017 biçimi ise, solu gericilikle ve Le Pen’i güçlendirmekle suçlamak oldu. Bu konuyu aşağıda tartışacağım.
Ancak, Front National’in sosyolojisi ve siyasi-ideolojik hattı, bu teze pek de uymuyor. Front National ve öncü örgütleri, 1972’de eski işbirlikçi Vichy rejiminin uzantısı olan devlet unsurları, Waffen-SS subayları[9], militan faşistler ve Cezayir’in sömürge kalmasını savunan güçlerden üretildi.[10] Fransa’da faşizm, artık en azından ön planda daha legal bir örgütlenmeye bürünüyordu.
Ondan önce, faşist güçler çok farklı metotlarla da iktidara gelmeye heveslenmişti: 1960’da faşist Fransız generaller ve onlara bağlı olan ayak takımı, Organisation de l’armée secrète’i (OAS, Gizli Ordu Örgütü) kurmuştu. Ordu generalleri içinde oluşan bu faşist-darbeci terör örgütü, şiddet ve terör eylemleriyle De Gaulle’ü düşürüp, Cezayir’in sömürge statüsünün devam etmesi için savaşmıştı. 1961’de Cezayir’de başarısız bir darbe denendi, ondan sonra da De Gaulle’ün cumhuriyetine savaş ilan edildi.
Yüzlerce terör eyleminin sonunda (1962 Mart ayında Fransa çapında OAS tarafından günde ortalama 50 terör eylemi gerçekleştiriliyordu[11]), 1963’e kadar bütün faşist liderler idam edildi. Faşizm Fransa’da, artık silahlı isyanla değil, ancak Fransız cumhuriyetçi geleneği içinde konumlanıp kitlesel politikalar üreterek iktidarlaşabileceğini anladı.
Front National’in sosyolojisi için önemli bir ipucunu, OAS’a paralel olarak gelişen bir harekette bulabiliriz: Güney Batı Fransa’da 1953’de oluşan Pujadizm hareketi.[12] Pierre Poujade adlı küçük işletmeci ve etrafında toplanan çoğunlukla küçük işletmeciler, kendilerini “vergi Gestapo’suna karşıt Résistance” olarak tanımlıyorlardı ve vergi memurlarına karşı silahlı direnişe kadar varan eylemlerle direniyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’ya da yerleşen Fordist üretimle beraber, toplum ve devlet içinde iki ana toplumsal hat olarak büyük sermaye ile sanayi işçileri sınıfı oluşmuştu. İşçi hareketinin sosyalist devrim perspektifinden vazgeçmesine karşılık olarak, sermaye ve devlet tarafından işçilere geniş çaplı sosyal haklar tanınmıştı. Eh, bu sosyal haklar bir yerlerden finanse edilecekti ve bu da çoğalan dolaysız vergilerden (yani üretimde sermaye ve emeğin vergilendirilmesiyle) oluşturulmuştu. Büyük endüstriyel üretim biçimleriyle ve istikrarlı kâr oranlarıyla tekelci sermaye bu vergileri sıkıntısız göğüsleyebilirken, KOBİ’ler sıkıntı içine girmişti.[13]
Pujadizm de işte, KOBİ’lerin (ve KOBİ’ler içinde özellikle de küçük işletmecilerin) tekelci sermaye ve işçi sınıfı arasında oluşan dengeli kapitalizme karşı isyan edenlerden oluşuyordu. Pujadizmin en önemli liderlerinden birisi kimdi diye sorarsanız, şu anki Front National’ın şefi Marine Le Pen’in babası Jean-Marie Le Pen dersem çok şaşırır mısınız?
Jean-Marie Le Pen ve başkaları, Pujadizmle sadece Cezayir konusunda ayrışıyorlar (Le Pen ve yandaşları Cezayir’in sömürge kalmasını istiyor!) ve Front National’i aşırı sağın farklı kamplarının birleşik cephesi olarak inşa etmeye çabalıyorlar.
Fordizmin gelişmesi ve KOBİ’lerin derinleşen sıkıntıları esnasında Front National’in programına ve destekçilerine bakarsak, çok net bir şekilde ulusalcı-liberal ancak KOBİ’lere de yer bırakan bir kapitalizme oynadıklarını görürüz.
Somutlaştırmak gerekirse: özellikle 1980’ler-90’lardaki parti programlarında[14], bir yandan asgari ücretin ve sendikaların ortadan kaldırılması, grevlerin yasaklanması, haftalık mesai saatlerin uzatılması ve part-time emeğin yaygınlaşması gibi emek karşıtı taleplerle beraber, kamu harcamalarının kesilmesini, vergilerin ve vergilerin içinde özellikle gelir vergisinin kesilmesini istiyorlardı. Öbür yandan da, KOBİ’lerin, zanaatkarların ve küçük ticaretçilerin devlet tarafından desteklenmesi gibi çoğunlukla küçük burjuvaziyi yükselten talepler en ön plandaydı.
Bunlara ek olarak, küçük burjuvazinin, kendisini “yukardan” ve “aşağıdan” sıkıştırılmış hisseden ve kendi riskli statüsünü her koşulda ve özellikle statik-hiyerarşik biçimde korumak isteyen bölüklerine özgü kimi otoriter kimliklerin (Fransa, asker, aile, kilise) ve sosyal ve iktisadi yeniden üretim biçimlerinin (özellikle aile ve aile işletmeleri[15]) benimsendiğini görürüz.
Front National, ilk güçlenme-kitleselleşme dalgasını Mitterand döneminde yaşıyor. Bir yandan sağa eğilimli bütün toplumsal katmanlar “komünist bir iktidardan” korkup daha da sağa doğru kayarken, Mitterand’ın kendisi de, sağ kampı “bölmek” ve böylece PS’e gelecekte de çoğunluğu garantilemek için Front National’i destekliyor.[16]
Ancak, Mitterand’ın Front National’in yükselişine esas katkısı, emekçileri satıp topyekün neo-liberalizme doğru yön değiştirmesi oldu. Emekçi halkta büyük bir hayal kırıklığına ve demobilizasyona yol açan bu hamleler, genel olarak sağın ve neo-liberalizmin Fransa’daki zaferi için en önemli katkıyı yaptı.
Her halükarda 1990’larda Sovyetlerin çöküşüyle beraber, Front National’de bugünkü ideolojik çerçeve ve program oluşuyor.[17] Front National’in şu anki ideolojik çerçevesindeki en önemli kilit kavram “priorité nationale”, yani “Önce Ulus”. Hatta bu kavramın anayasaya temel prensip olarak eklenmesi ön görülüyor. Düşmanın “küreselleşme” ve genel olarak “Fransız olmayan, Fransızlara yakışmayan” insanlar ve tavırlar olarak tanımlanmasıyla beraber, ilk kez saf ulusal-liberal bir programa karşın bazı “sosyal” öğeler de katılıyor. Ancak o “sosyal” öğeler de aşırı bir ulusalcılık çerçevesi içinde tanımlanıyor.
İşsizliğin ana nedeni olarak “küreselleşme” ve “göçmenlerin emek piyasasını basması” olarak tanımlanırken, Fransız işverenlere ve işçilere, söz konusu “kötülüklere” karşı koruma ve avantajlar vaat ediliyor. Özetlemek gerekirsek, “priorité nationale” Fransız işverenlere sübvansiyon ve dış pazara karşı gümrük vergileriyle koruma vaat ederken; Fransız işçilerine farklı bir şekilde avantajlar tanıyor. Mesela, Fransız olmayan işçileri istihdam eden işverenlere ekstra vergi zorunluluğu getiriliyor, sosyal politikalarda ise Fransız işçilerine Fransız olmayanlara karşın güya avantajlar sözü veriliyor.
KOBİ’lere özel vurgu ise, devamlılığını koruyor. Miras ve varlık vergilerinin, fazla mesailere ödenen vergilerin ortadan kaldırılması da programda yer almaya devam ediyor. Evet, AB’den çıkış ve koruyuculuğa geri dönüş büyük tekelci sermayenin çıkarlarına aykırı olsa da, bu ek noktalar büyük tekelci sermayeye de – KOBİ’lere kadar da olmasa da yine de – avantaj sağlıyor. Le Pen ne kadar “küreselci bankercilere” karşı polemik kursa da, aslında onun bütün sermayenin ve özellikle küçük ve orta sermayenin çıkarları için politika yaptığı belli.
FN’nin geleneksel olarak işçi sınıfının ekonomi alanındaki en dolayımsız ve öz örgütü olan sendikalara karşı düşmanca tavrı Marie Le Pen’de de devam ediyor. Sendikaları mali açıdan kurutmayı hedefleyen, güçlerini azaltan, grev hakkını kısıtlayan ve tekil iş yerini iş kolu veya emeğin ulusal seviyedeki örgütlenmesine göre güçlendiren hamleler ön görülüyor. Hatta yer yer, sendikalar yerine eski feodal tipteki meslek örgütlenmelerinin (yani her mesleğin hem işveren hem de işçinin katıldığı ortak örgütlenmelerinin) oluşumu ve işçilerin sosyal haklarının kesilmesi, emeklilik ve ücretlerinin de “bireysel performansa/başarıya” bağlanması talep ediliyor. “Kim doğru düzgün çalışırsa emeğinin hakkını alır, doğru düzgün çalışamayan da ona göre sonuçlara katlanması gerekir” tarzında bir neo-liberal mantıkla, “Fransız işçilerini göçmen dalgasına karşın koruma” şiarı altında aslında emeğe karşı yaklaşım sergileniyor.
Bu program, elbette sadece (git gide azalan ancak hala Front National’in oyunun %21’i civarını oluşturan[18]) KOBİ’ler arasında değil, son 20 sene içinde ücretlilerin bazı bölüklerinden de destekçi kazanabildi.
Ancak, Chwala’nın detaylı ve ampirik araştırması, Front National’in son dönemlerde genel olarak “işçi sınıfı”nda değil, emekçilerin arasında özellikle bazı spesifik katmanlarda destekçi kazandığını gösteriyor. Onlar da, maddi ve sosyal konumları dolayısıyla “aşağıya” kaymaktan en fazla endişe duyan, “yukarıya” doğru en fazla bakan ve “bireysel performansa/başarıya” en fazla önem veren katmanlar.
Somutlaştırmak gerekirse: Front National’in en güçlü olduğu bölgeleri, “yarı kentsel” olarak tanımlanan ve büyük kentler ile küçük köyler ve kırsal alanlar arasında kalan bölgeler oluşturuyor. Bu bölgeler, kentsel merkezlerde istedikleri yaşam standartlarını yüksek fiyatlar yüzünden tutturamayan, tek aile evlerin ve dolayısıyla küçük gayrimenkul sahiplerinin, yani alt orta sınıfın güçlü olduğu bölgeler.[19]
Front National’in ana destekçilerinden olan bu grup, kimi zaman emekçiler arasındaki başka bir önemli destekçi grubuyla kesişiyor. Bunlar, KOBİ’lerde veya çoğalan bir nicellikle büyük sermayenin küçük işletmelerinde çalışan, daha dolayımsız ve korporatist (işletmenin kimliğiyle özdeşleştiren) ilişkilerle bireysel kariyer perspektifi yüzünden “doğru düzgün emekle bireysel başarıya” inanan yüksek nitelikli işçiler (teknisyen, usta, yönetici).[20]
Elbette, ücretlilerin, ailece küçük gayrimenkul sahibi veya yüksek nitelikli işçi olanları, yani emekçilerin bazı kesimlerinin, kendi maddi ve siyasi ayrıcalıklarını savunması ve aşağıya doğru tekme atıp yukarıya doğru sıçramaya heveslenmesi, sadece saf ve dolayımsız maddi koşullarından doğacak bir şey değil. Onlarca sene süren bir süreç içinde, ana siyasi güçler tarafından toplumsal-sınıfsal dayanışma ve birlik mekanizmaların ortadan kaldırılıp tasfiye edilmesi ve aynı anda “bireyselci performans/başarı”nın pompalanıp desteklenmesi dolayımıyla, o spesifik maddi koşul, kendi ayrıcalıklarını korumak isteyen alt orta sınıf bilincine ve pratiğine yol açabiliyor.
Front National’e oy veren emekçilerin çoğu alt veya orta orta sınıftan olmakla beraber, tarihsel olarak hep sağ partilere oy veriyor ve böylece asıl olayın sağın neo-liberalizm ve krizin azgınlaşmasıyla beraber daha da sağa kayması olduğu anlaşılıyor. Ek olarak, bu gelişme tabii ki önemli bir oranda işçi sınıfının gerileyen sınıf bilinciyle ve bu gerilemenin toplumsal altyapısıyla alakalı.
Fransa’da 1970’ler-80’lerde yaşanan sanayisizleşme, işsizliğin artması ve eski sanayi şehirlerinin hayalet şehirlere dönüşmesiyle beraber, sınıf birliğinin de git gide dağıldığını ve onunla beraber elbette sınıf bilincinin de sönümlenmeye başladığını gözlemliyoruz. O arada, tam tersi yönden, neo-liberal prensiplerin yaygınlaşıp benimsendiğini de görüyoruz (“bireysel emek ve performansa dayalı toplumsal başarı”).[21]
Dolayısıyla, Front National’e destek, sadece alt orta sınıflarda değil – proletaryanın en dibinde, yani prekaryanın bazı spesifik katmanlarında da bulunabiliyor.
Front National’e desteğin, proletaryanın en alt tabakasında, işsizlikten henüz yeni düşük gelirli istihdama geçenlerde ve onun yüzünden artık sosyal yardım alamayanlarda, kendi emeğiyle yoksulluktan çıkmış ve yoksulların-işsizlerin bunu beceremediklerine inananlarda ve onları sosyal yardım aldıkları için kıskananların arasında güç kazandığını görebiliriz.[22] Anlayacağımız, prekaryanın üst tabakasında Front National’e destek büyüyor, ancak işsizler ve yoksullar arasında, yani prekaryanın alt tabakasında ise taban bulamadığını da net tespit edebiliriz.
Toplumsal dönüşüm, yani Fordizmin son bulmasının sonucu olarak eski tarzda alışık olduğumuz sınıf birliğinin bölünmesi, ana akım olarak işçilerin bütün kesimlerinin Front National’e doğru kaymalarına yol açmadı.
İlginç olan şu ki, mesela 1920’lerden beri komünistlerin güçlü olduğu “kırmızı kemerde” (Paris’in civar kentleri) veya zamanında işçi sınıfın örgütlülüğünün güçlü olduğu ve hala işlek olan büyük işletmelerde ile “onurlu isyancılarda” (zamanında sermayeye karşı uzun mücadeleler vermiş işçi bireyleri) – işte bunların arasında Front National bugüne kadar hemen hiç destek veya oy kazanamıyor.[23]
İşte, liberal beynin proletarya olarak algıladığı, Marksist terimlerde ise daha net bir şekilde sanayi proletaryası olarak tanımlanması gereken toplumsal kesim, Front National’e çoğunlukla hala düşmanca yaklaşıyor! Bu, sendikalara da yansıyor: Fransa’daki sendikal federasyonlar hemen hemen her konuda bir birinden ayrışırken, hepsi seçim konusunda bir noktada birleşiyor, o da Front National’e asla oy vermeme önerisinde.
Özetlemek gerekirse: Front National’in emekçiler içinde ana desteği, KOBİ’ler ve bir şekilde KOBİ’lerle veya gayrimenkul sahipliğiyle alakalı olan, neo-liberal prensipleri iyice içselleştirmiş, “aşağıdan” korkan ve “yukarıya” doğru imrenen gözlerle bakan emekçi orta sınıflardan ve prekaryanın spesifik bölüklerinden geliyor.
Durumun böyle olduğu, Front National’e oy verenlerle yapılan nitelikli söyleşilerden de belli oluyor. Hepsi, kuralların fazlalığından, vergiler ve kamusal sosyal sistemlerin harcamalarından şikayet ediyor, bir şekilde küçük işletmelerle ve/veya gayrimenkulle ilişkili olduklarını ortaya koyuyorlar ve ana prensip olarak “bireysel başarı/performans” odaklı sosyal yükselme, yoksulluktan kendi bireysel başarı dolayısıyla çıkabilmek yüzünden gurur v.b. klasik neo-liberal tavır ve inançları benimsiyor.[24]
Ancak bu inançların çoğu o kadar da “aşırı sağ” değil, tersine – gayet de “orta”; yani, burjuvazinin farklı kamplarının bir veya öbür şekilde neo-liberal dönemle ortaklaştığı konsensüs! Peki, bu “orta”nın neden ve nasıl “aşırı sağa” doğru kaydığını sorarsanız, bu kaymanın (Fransa’da da) modern burjuva tarihinde her yerde olduğu gibi toplumsal kriz dönemlerinde bu toplumsal sınıf katmanlarında oluşan sınıf statülerini kaybetmekten ya da kaybetme korkusundan kaynaklandığı rahatlıkla saptanabilir.
Kamuoyu araştırmalarına göre, Fransızların %60’ı evsiz kalmaktan korkuyor, %50’sinden fazlası kendi iktisadi durumlarını yanlış yorumluyor ve git gide kötüleştiğini beyan ediyor.[25] Özellikle Front National seçmeni arasında %50’den fazlası kendi mali durumunu zor veya çok zor olarak tanımlıyor, %91’i ise Front National’i “küreselleşmeye karşı korunmak” amacıyla seçtiğini söylüyor.[26]
Otoriter karakter, tipik olarak zayıf bir karakterdir, egemen otoriteyle kapışacak kadar cesareti asla yoktur, ancak kendi statüsünü kaybetmekten korkar ve öfkesini bir yerlere atmak için hazır bekler. Bu koşullarda egemenlerin bazı bölümleri – yani faşistler veya aşırı sağ – gelip de ona “yana” ve “aşağıya” (yani “tembel ve sosyal sistemleri sömüren proletarya ve prekaryaya” veya “bizim sosyal sistemlerimizi sömürüp kadınlarımızı fethetmek isteyen Müslüman göçmenlere”) tekme atmasının meşru olduğunu, hatta “Fransız kimliğini korumak için” tam da böyle yapması gerektiğini önerdiğinde, hop bu trenin üstüne zıplar.
Öte yandan, açık konuşalım: çoğunlukla Müslüman göçmenlerin ve proletaryanın prekarya bölüklerinin Fransa’daki kötü olan her şeyin suçluları olduğu inancının – bunu gerçekten Le Pen’in mi yaygınlaştırdığını zannediyorsunuz? Son senelerde Front National konusunda “de-diabolisation” (biz bunu Türkçeye kolaylık olsun diye “yumuşama” olarak çevirelim) kelimesi çok kullanıldı.[27] Kastedilen şuydu: Marine Le Pen’in babası Jean-Marie Le Pen Front National’in başkanıyken, aşırı Yahudi düşmanlığı ve faşizan bakış açısı çok ön plandaydı, Jean-Marie’nin kızı Marine’nin başkan olmasıyla beraber bu yönler “törpülendi” ve Front National normal bir “sağ”- “aşırı sağ” parti oldu. İyi de güzel de – aynı dönemde “normal sağ” ve hatta “normal orta sol” da ciddi bir biçimde “sağcı”, hatta “aşırı sağcı” olmadımı, yani düzenci kampta “diabolisation” süreci yaşanmadımı?
Nasıl bütün Avrupa’da yaygınlaşan bir biçimde geliştiyse, Fransa’da da, düzenci burjuvazinin ta kendisi “Artık-Yaşam” olarak gördüğü söz konusu toplumsal unsurlara karşı resmen sosyal bir savaş ilan etti.[28] Sarkozy, kendi iktidarında, göçmenlik ve özellikle Müslüman düşmanlığını pompalarken[29], 2005 yılında “racaille” (yani ayaktakımı, süprüntü) olarak tanımladığı ve gettolarda insanlığa layık olmayan koşullarda yaşamaya mahkum edilen proletaryanın en alt tabakalarına karşı “sıfır tolerans politikaları” ilan etmişti. “Sol”cu Hollande ise, bu tutumun devamını getirdi. Bir yandan azgınlaşan Fransız emperyalizminin kanlı dış politikası devam ettirilirken, 2015 yılında Fransa’ya kesilen fatura olan İŞİD’in iki büyük terör eylemini fırsat bilip “teröre karşı savaş” ve OHAL ilan etti ve bütün toplumsal yaşamın militarize olmasına ve “teröre karşıt” bir şovenist dalganın içine batmasına yol açtı.[30]
Anlayacağımız, aşırı sağcı insanlık düşmanı ve göçmen karşıtı tavırlar zaten “normal düzen orta sol ve orta sağı” tarafından normalleştirilmişti ve tam da böylesi bir ortamdır ki Front National’i meşrulaştırdı.
Bütün bunlar Front National’in tabandaki ana destekçileri, ifade biçimleri ve nedenleri olmakla beraber, elbette kurumsallaşmış “sol”un (yani PS’nin) sağcılar kadar emek düşmanı olması yüzünden veya PCF’nin (Fransız Komünist Partisi) kendi dar çıkarlarını korumak için kurumsallaşmış “sol”la işbirliği içinde olması yüzünden, birçok potansiyel militan işçi ya oy kullanmaktan geri duruyor veya sinirden ya da protesto olarak Front National’e oy veriyor.
Ancak, bu kesimler Front National’in sınıfsal ve programatik olarak ana gücünü oluşturmuyor. Fransız işçi sınıfın ana katmanlarından olan “mavi yakalıların” Front National’e desteğinin çok büyük olmadığını, Front National’in yükselişine işçiler tarafından yapılan en büyük katkının daha çok işçilerin demobilizasyonu olduğunu tespit edebiliriz: 2002 yılında işçilerin sadece %16’sı Front National’e oy verirken, %29’u sol partilere verdi, %31’i ise hiç oy kullanmadı.[31] İşçiler arasında oy kullanmayanların oranı 2000’lerden beri %30’un altına düşmedi. Oy kullanmamanın özellikle işsizler, yoksullar ve prekarya içinde yüksek olduğu tespit edildi.[32]
İşçilerin demobilizasyonu da, aynen ABD’de olduğu gibi[33], sağa doğru kaydıklarını değil, sistem partilerinin ve özellikle liberallerin iflasının bir ifadesi olduğunu, dolayısıyla işçilerin genel olarak burjuvazinin alışılan siyasi sistemine inançlarını yitirdiklerini vurgulamak gerekiyor. Emekçilerden yana politikalar inşa edildiğinde yeniden hızlıca oralara doğru yönelebileceklerini ise, Fransa’daki 2016 protestoları ve 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki solun ana adayı Mélenchon’a giden oylar göstermiş oldu. Ancak o konuya değinmeden önce, seçimleri kazanan düzen-kaptanı Macron’a değinmek istiyorum.
Bir finans kapital görevlisinin aydınlanmanın en parlak ışığı, antifaşist cephenin kahraman lideri, düzeni devirip “bam başka, yep yeni” bir hava estirebilen kişilik olabileceğini, herhalde ancak 21. yy.’ın başındaki çürümüş bir sol liberalizm ima edebilirdi. İşte bu kişilik şu anki Fransız cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dur. Bu kişi, krizini aşabilmek için sürekli devinim halinde olan ve bu yolla kendisini sermayenin hareketi için pürüzsüz-kılçıksız hale sokmaya çalışan bir düzenin öncüsü olmaya aday!
39 yaşındaki genç siyasetçi[34], Fransız sosyoloğu Pierre Bourdieu’nün “devlet aristokrasisi” dediği toplumsal katmanın tam da örnek adamıdır: Eğitimini Fransa’nın klasik devlet ve sermaye üst düzey yöneticileri üreten elit üniversiteleri Science Po ve ENA’da gören Macron, 2008’den 2012’ye kadar da sermayenin küresel çaptaki zirvelerinden olan Rothschild’de menajerdi.
Macron, 2012’den sonra Hollande’ın danışmanı oldu, 2014’de ise Manuel Valls hükümetinde yeni Ekonomi Bakanı oldu. Macron’dan önceki Ekonomi Bakanı Montebourg artık bir “sıkıntı” olmaya başlamıştı, sürekli olarak Almanya’daki aşırı neo-liberal emek piyasası reformlarını negatif örnek olarak gösterip, emek piyasasını “esnekleştirmeye” karşı çıkıyordu. Bu durumda, sermaye açısından, emek piyasalarını “esnekleştirmek” görevlisi olarak yetişmiş bir finans kapital militanını görevlendirmekten daha akıllısı ne olabilirdi?
Zamanında Science Po’da felsefe okurken, sosyal-demokrasi alanındaki neo-liberalleşmenin baş teorisyeni ve Tony Blair’in şef kalemşörü olan Anthony Giddens’e hayrandı. Deuxième Gauche (İkinci Sol) denilen bir akım içinde, Giddens’in “Yeni Sosyal-demokrasi/Üçüncü Yol” tezini Fransa’ya uyarlamaya çalışmıştı.
Bilindiği gibi, Giddens de, sanayi toplumunun artık ortadan kalktığını, “işçi sınıfı” diye bir şeyin kalmadığını, “yeni” sosyal-demokrasinin demokratik ve çoğulcu bir toplum içinde görevinin, maddi eşitliği değil “olanak” eşitliğini geliştirmek ve ekonomiyi canlandırmak olduğunu savunuyordu. İngiltere’de Blair, Almanya’da Schröder bu tezleri uygulayıp ne İngiltere’de Thatcher’in ne de Almanya’da Kohl’un beceremedikleri kadar aşırı emek düşmanı olan emek piyasası reformlarını uygulamışlardı.
Gel gör ki, Fransa’da, toplumsal dinamiklerin ve özellikle sendikaların – en azından Almanya ve İngiltere’ye nazaran – çok daha mücadeleci ve militan tavırları yüzünden, hedeflenen uygulamalar hayata geçememiş, ertelenmişti. Ancak Sarkozy yönetiminde emeklilik konusunda ilk adımlar atılabildi – ki burada da Sarkozy’ye karşı milyonlar sokaklara döküldü –, emek piyasası konusunda ise, Hollande yönetiminde bakan olan Macron’la beraber ilk adımlar atılabildi.
Macron, Ekonomi Bakanlığını üstlendiği dönemde, ilk olarak CİCE olarak adlandırılan ve sermaye için onlarca milyar € vergi muafiyeti sağlayan paketi tasarlamıştı. Ondan sonra, “Macron yasası” olarak adlandırılan bir yasa paketiyle, ücretler ve çalışma saatleri ile işten atılmaları “esnekleştirdi”. Bütün bu “güzellikleri” yüzünden Fransa’nın TÜSİAD’ı olan MEDEF’in başkanı Gattaz tarafından 2014 yılında methedilmişti. 2016’da, yani Macron’un Ekonomi Bakanı olduğu dönemde, Emek Bakanı El Komri tarafından tasarlanan yeni İş Yasası (Loi travail) şiddetli ve milyonların katıldığı sokak eylemleri ve grevlere karşı ilan edilen OHAL yöntemleriyle zorla kabul ettirildi.
İşte, bu yeni yasaların Hollande ve iktidardaki PS’nin popülaritesini bütünüyle çökerttiğinin netleşmesiyle beraber, Macron, kendisini kurtarmak amacıyla bakanlıktan istifa etti. Hiçbir zaman PS üyesi de olmadığı için kolayca ve hemen 2017’de kendi “hareketini” kurdu: En Marche! (Yürüyoruz!)
Genç ve yolsuzluklara bulaşmamış, siyasete “dışardan” gelen ve çürümüş düzen partilerine bağlı olmayan “ilerici bir delikanlı” “yeni bir hava” estirecek, AB’yi yenilemek isteyen güçleri güçlendirecek ve üstelik sağdan Front National’le oluşan “faşist tehditi” de durduracaktı! Ne güzel, değil mi?
Tabii, çoğu zaman olduğu gibi, gerçeklik yüzeyde göründüğünden daha az parlak ve biraz da tatsız. Aslında karmaşık da değil, gayet düz!
Macron’un danışmanlar vs. tayfasına baktığımızda, menajerler ve yöneticilerle dolup taştığını görürüz: Le Monde’dan, BNP Paribas, Credit Agricole, işverenlere yakın duran Montaigne Enstitüsü, süper marketçi Casino, borsa işletmeci Euronext ve dünyadaki gemicilikte numara iki numara olan MSC’nin yeni ve eski menajerleri veya yöneticileri, hepsi “En Marche!”’dalar, birlikte yürüyorlar!
PS’nin adayı olarak parti içi “sol”u temsil eden Hamon’un seçilmesi ve popülaritesi çok düşük olduğu için sol seçmenin net bir şekilde Mélenchon’a doğru eğilmesiyle beraber, PS’nin parti bürokrasisinin akbabaları ve kurmayları onlarca kişi halinde Macron’a katılmaya başladı. Mesela, 2016 yılında Macron’u Ekonomi Bakanlığını bıraktığı için “hain” olarak tanımlayan eski Başbakan Manuel Valls bile, henüz bir sene geçmeden kendisini Macron’un kampında buldu. Dün hain olan bugün niye en yakın dost olmasın ki? “Arkadaş, biz yüksek siyaset yapıyoruz, çocuk oyunu oynamıyoruz” değil mi?
Dolayısıyla, Macron’un programı hiç de “yep yeni” değil, tersine gayet tanıdık.[35] Cumhuriyetçilerin adayı Fillon’un kamu harcamaları kesintilerini “vahşi” bulan Macron, kendisi kamu bütçesinde 60 milyar €’luk kesinti ve 120.000 kişiyi kamusal istihdamdan tasfiye etmeyi planlıyor.
Macron’un odağında, çok klasik bir neo-liberal uygulama olan emek ve emeğin fiyatını düşürerek sermayenin kâr oranlarını yükseltmek var: Emeklilik yaşı “esnekleştirilecek” (yani yukarıya doğru çekilecek), 35 saatlik haftalık çalışma süresi “esnekleştirilecek” (yani yine yukarıya doğru çekilecek), işsizlere sosyal sistemlerin uyguladığı baskı tıpkı Almanya’da olduğu gibi muazzam bir şekilde yükseltilecek. Ek olarak, işverenlere destekler yükselecek: Vergi muafiyetleri ikiye katlanacak, düşük nitelikli veya düşük gelirli işçi çalıştıran işverenin ve fazla mesailer ya da sosyal sistemler için ödenen vergiler ortadan kalkacak.
Evet, asgari bir emeklilik maaşı ve asgari ücretin yükseltilmesi de öngörülüyor. Ancak Almanya’dan biliyoruz ki, ne asgari emeklilik ne de asgari ücret kendi içinden kitlesel yoksulluğu ve kötü iş koşullarını ortadan kaldıramaz. Zaten, öyle bir amaç da hedeflenmiyor. Neo-liberal reformlar çerçevesi içinde geliştirilen asgari ücret ve asgari emeklilik öğeleri, emekçileri ancak en ekstrem emek düşmanı uygulamalardan koruyor ve aslında bir incir yaprağı gibi emek düşmanı politikaların üstünü örtüyor.
Bir de 50 milyar €’luk altyapı ve yeni enerji yatırım planları var ki, bunlar da çoğunlukla özelleştirmelerle finanse edilecek. Yine Almanya’daki uygulamalardan neo-liberal bir çerçeve içinde “ekolojik enerji yatırımının” ne demek olduğunu iyi biliyoruz: Yeni enerji, sermayedarlara ve özellikle kaybeden eski enerji sermayedarlarına (yani kömür vb.) destekler, sübvansiyonlar, vergi muafiyetleri! “Yatırım” böyle olacak – sermayedara hibe!
Onun dışında, çok “liberal” olan Macron’un programında da, bütün öbür düzen partileri gibi, aşırı güvenlikçi tedbirler, yani askeri ve polisiye yöntemlerin güçlendirilmesi var. En nihayetinde Macron da, bütün liberalliği ve açık yüzlülüğü bir yana, siyasetinin amacı olarak programına “Fransa’nın Avrupa ve Dünya’daki duruşunu yeniden sabitlemek” cümlelerini ekliyor. Anlayacağımız, Macron da, ondan önceki Cumhuriyetçiler ve PS gibi, sağ ya da aşırı sağ söylemleri liberal bir yüzle normalleştirmeye çabalıyor. Böyle yaparak, öncekiler gibi o da Front National’in programını daha da fazla meşrulaştırıyor.
Tek bir konuda aşırı neo-liberallerden, özellikle Almanya’daki tıpkı-benzerlerinden, kısmen ayrışıyor, o da AB alanında.[36]
AB konusunda Macron, ortak piyasa, ortak kur ve savunma birliği dışında, daha entegre bir AB ekonomi politikası, yani daha geniş çapta “korumacı” politikalar öngörüyor. Bu birleşik ekonomi politikasına göre, birleşik bir ekonomik yönetim, bazı birleşik yatırımlar, uygulamalar ve özellikle birleşik “Avro” tahvillerinin piyasaya sürülmesi isteniyor. Ek olarak, AB’nin ekonomisi artık ulusal devletler tarafından değil, bütünsel bir AB yapılanması tarafından dışardan gelen “düşmanca” veya “asosyal” yatırımcılara karşı savunabilecek.
Ancak bu konuda yaşanan tarihi unutmamak lazım: 1950’lerden beri Fransa, AB oluşumunda Almanya’yı kontrol edebilmek ve Fransa ve Güney Avrupa ülkeleri için daha avantajlı olan, birleşik tavırlar ve önerilerin yanında durmuştur. ABD ve Çin dışında dünyanın bütün sermayedarlarıyla sıkıntısız rekabet edebilen ve AB ile Avro sürecinden en kârlı çıkan güçlü Alman sermayesine ise, korumacı yöntemler ve ortak ekonomi programları gerekmiyor. Ne Sarkozy ne de Hollande bu isteklerinde sonuç alamadı, Macron’un da alamayacağı aşikar.
Her halükarda Macron’un ön gördüğü “ortak ekonomi politikaları” ve “AB seviyesindeki korumacı yöntemler”, Sarkozy ve Hollande’un planları gibi, emeğe hiç bir şey vaat etmiyor, sadece Almanya ile uluslararası rekabette geri kalan sermaye fraksiyonlarının daha güçlü korunabildiği bir ortamı hedefliyor.
Düzenin bu has adamları ve kadınlarının neo-liberal ve faşizan yönelimlerine karşın, sol kanattan kendisini halkın sesi olarak sahneleyen eski Troçkist Mélenchon geldi.
Mitterand döneminde PS’ye katılıp parti içinde sol-sosyalist kanadı oluşturan Melenchon, 2008’de PS’nin fazla sağa kayması yüzünden onu terk edip Parti de Gauche’u (Sol Parti) kurdu. 2012’de, ilk kez Sol Cephe ve Fransız Komünist Partisi (PCF’nin) desteğiyle cumhurbaşkanı adayı oldu ve seçimlerin ilk turunda %11 oy kazandı. 2017’de ise, beklenmedik bir şekilde hem kendi partisinden ayrıldı hem de PCF’yle hiç görüşmeden kendi bağımsız hareketi “France İnsoumise’in” (Âsi Fransa) kuruluşunu ve bağımsız cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etti. Nihayet, geçen ay yapılan seçimlerin ilk turunda seçmenin %20’ye yakın oy alarak büyük başarı kazandı.
Seçime gittiği program ise, Mitterand’ın “radikal sosyalist” dönemi 1981-82 programından daha düşük bir seviyede olmakla beraber kimi yerlerde daha radikal unsurlar da barındırıyor, son senelerde yaygınlaşan “radikal sol sosyal-demokrasi” programlarına benziyordu.
Bu program, özet olarak, kapitalizmi aşmadan emekçilerin konumunu güçlendirmek isteyen bir program[37]: Hollande yönetiminde kabul edilen emekçi düşmanı yeni İş Yasası geri çekilecek, haftalık iş saati 32 saate indirilecek, asgari ücretler yükseltilecek, işsizlik sigortası ve emeklilik maaşları yaşanabilir bir seviyeye yükseltilecek, emeklilik yaşı 60’a geri çekilecektir.
Paralel olarak 100 milyar €’luk bir kamusal yatırım planı ön görülüyor. Bu yatırım planının orijinal öğelerinden birisi, ekolojik enerjiye geçiş perspektifi. 2050’ye kadar %100 ekolojik enerji üretimi öngören plan, anayasaya bir ekoloji maddesini ekleyerek doğayı aşırı tahrip eden girişimleri engelleyecek. Ayrıca 200.000 civarında yeni kamusal istihdam üretilecek. Bütün bu planlara ek olarak, kilit sanayilerin yeniden kamusallaşması ve sahipleri tarafından terk edilen üretim birimlerine işçilerin kooperatif biçiminde el koyabilme hakkı gelecek. Bütün bu planlara gereken kaynak ise, yükseltilen varlık, kâr ve miras vergileri ve Hollande yönetiminde sermayeye tanınan vergi muafiyetlerin ortadan kaldırılmasıyla sağlanacak.
Siyasi ajandasındaki en önemli noktalardan birisi ise, De Gaulle’ün kurduğu ve cumhurbaşkanlığı üzerine odaklanmış V. cumhuriyeti (Mélenchon kampı bu V. Cumhuriyeti “monarşik cumhurbaşkanlık sistemi” olarak tanımlıyor) feshedip, cumhurbaşkanının sadece göstermelik bir fonksiyonun olduğu ve seçmenin oylarının güçlendirildiği VI. Cumhuriyeti inşa etmek. Öngörülen VI. Cumhuriyette, siyasal görev üstlenen her siyasetçi, seçmen tarafından geri çağrılabilecek.
Dış politika konusunda, NATO’dan çıkış ve ittifakların bağımsız ve çoğulcu bir şekilde (mesela Chavez’in kurduğu ALBA ittifakıyla) yeniden yapılandırılması üzerinden, Fransa’nın Batı emperyalist bloğundan (özellikle de ABD’den) bağımsız bir tavır sergileyebilmesi öngörülüyor.
AB konusunda ise, Mélenchon taktik tartışmalara orijinal bir yöntem katıyor: AB ve Avro’nun halk nezdinde kabul gördüğünü görerek, AB’yle bambaşka bir AB için müzakerelere girmeyi, paralel olarak da AB’nin kanunlarına göre aslında yasak/imkansız olan yukarda sıraladığım sosyal ve ekonomi politikaların uygulanmasını planlıyor.
Mélenchon’un AB’ye dayatmak istediği dönüşüm, ortak bir zeminde vergilendirme ve asgari ücretler ile ortak yatırım ve ayrıca ortak piyasanın parlamenter sistem tarafından kontrol edilmesini içeriyor. Neo-liberal teoriye göre Maastricht antlaşmasında tanımlanan kriterlerin (kamu bütçe açıklarının sınırlandırılması) iptalini ve Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) “bağımsızlığını” kaybetmesini öngörüyor. Yani, AMB’nin bir yatırım ve açık seçik mali destek aygıtı olarak kullanılabileceği planlanıyor.
Eğer ki – ki bu çok büyük bir ihtimal – AB sunulan bu dönüşümleri kabul etmezse, AB’den çıkılacak, her halükarda AB’ye bu “müzakere” sürecinde (SYRİZA gibi) bağımlı kalmamak ve kendi programı uygulamak için beklenmeyecek ve Fransız Merkez Bankası’na AMB’den bağımsız olarak yetkiler verilecek. Ayrıca, kaçmaya çalışan sermayeye kapı kapatılacak ve varlıklarına el koyulacak.
Mélenchon’un sıkıntıları net: Sunduğu perspektif, emekçilerin sermaye ve sisteme karşıt öfkelerini siyasal alana kanalize edebilen ve onlara daha iyi bir yaşam vaat edebilen, ancak onun ötesine geçemeyen bir perspektif.
Öbür yandan, “hareketçilik” biçiminde örgütlenmesi de, karşı çıktığı V. Fransız Cumhuriyetinin cumhurbaşkanlığı sisteminin anti-demokratik zaaflarının zirvesini ifade ediyor: Hiç kimse tarafından hiç bir şekilde kontrol edilemeyen bir lider, arada bir kendisi tarafından sunulan alternatifler arasında uygun gördüğünü seçen bir kitle tarafından desteklenecek. Zaten Mélenchon’un danışmanları açık seçik Laclau ve Mouffe’un “popülizm” teorilerine atıfta bulunuyorlar ve kendi yaklaşımlarını bu teori üzerine inşa ettiklerini ifade ediyorlar.[38]
Bu tarz “sol popülizm”, var olan öfkeyi kanalize edip emekçilerin ilk tepkileri üzerinden gayet becerikli bir şekilde mevzi kazanabilir. Ancak, esas olarak var olan burjuva devlete ve parlamentoya dayandığı için, işçilerin bağımsız bir iktidar gücü olarak örgütlenmelerine ya da farklı biçimlerde örgütlenmeleri dolayımıyla kendilerine özgün biçimlerde güçlenmeleri/iktidarlaşmalarına yol açamadığı için, orta ve uzun vadeli bir perspektife sahip olmadığı aşikar.
Hele hele bu sol popülizm Mélenchon’da olduğu gibi Fransız cumhuriyetçi gelenekte güçlü olan bir devletçilikle el ele giderse, bu gerçeklik daha da netleşir. 80’lerde, PCF dahil bir dizi sol örgüt ve sendika federasyonları tarafından desteklenen, iktisadi olarak daha radikal olan ve çok daha olumlu uluslararası koşullar altında siyaset yapan Mitterand’ın, sermayenin direnişi yüzünden diz çöküp yapamadığını, iktisadi olarak daha az radikal olan Melenchon’un programının üstelik örgütsüz bir şekilde kazanacağını herhalde kimse beklemez.
Sol popülist yöntemler meşru olabilir, ancak sol popülizmi mutlak bir stratejik perspektife dönüştürdüğümüzde, siyasal örgütlenmeyi de sendika haline dönüştürmüş gibi oluruz. Hatta herhangi bir sendikaya da değil, ona güvenen işçileri, mutlak olarak sadece talep eden ya da bağımlı egoistler haline çeviren bir sendikaya dönüştürmüş oluruz.
Mutlaklaştırılan sol popülizm, ancak lafta radikal kalmaya mahkum ve gerçek bir stratejik perspektifi ve alternatif iktidar inşası olmadığı için, kendi yolunda yürürken çatlamaya ya da çözülmeye yazgılıdır. Ayrıca, işçileri siyasal olarak kendi ihtiyaçlarını esas alan bağımsız bir zemine yükseltmektense, yüzeysel reflekslere, öfkeye ve bireysel taleplere hapsettiği için, yenildiğinde, umutları yıkılan işçilerin sağ popülizme kaymalarına neden olabilir.
Bütün bunları bilerek ve bağımsız kalarak – ki mesela PCF sonunda bunu yaptı – Mélenchon’u birinci turda desteklemek doğru karardı. Çünkü Mélenchon’a giden oylarda, emekçilerin sistem içi alternatiflere karşı öfkeleri, bazı doğru dolaysız talepler ve son senelerin direniş dinamiklerinin enerjisi, gerçek bir emekçi cephesinin oluşumunun nüvelerini oluşturarak birleşmiş oldu. Bu oluşumda bulunan emekçi cephesinin görevleri için seçim sonuçları elbette sadece ilk adımlardan birisi ve cephe şimdilik sadece moral toparlamak ve karşıt güçlere bağımsızlık ilan etmekten ibarettir.
Ayrıca ve ek olarak, Mélenchon, SYRİZA gibi, sürekli daha da sağlaşarak “ortaya/düzene” yanaşıp insanları bu şekilde “oldukları yerden” alıp kazanmaya çalışan sola (mesela Almanya’daki DİE LİNKE’nin “Müslüman korkusuna” hitap eden Sahra Wagenknecht’ine) bir tokat gibi göstermiştir ki – ancak gerçekten sol olan, emekçi kitlelerin kapitalizmle yaşadıkları en somut ve dolaysız çelişkileri ele alan bir sol zafere doğru yürüyebilir!
Seçimlerin birinci turunda zaten hazır bekleyen tartışma, seçimin ikinci turuna doğru yol alınırken patladı. Kurumsallaşmış sol (yani sol liberalizm), zaten baştan beri Mélenchon’a karşı eksik AB sevdası yüzünden mesafeli durup “ulusalcılık” eleştirisinde bulunuyordu, ama Mélenchon ikinci turda Le Pen’i durdurmak için Macron’a oy verilmesine karşı çıktığı anda resmen çıldırdı. Mélenchon sonuna kadar Macron için çağrı yapmadı ve bir taban oylamasında, partisi “Âsi Fransa’nın” tabanının %50’den fazlasının geçersiz oy kullanacağı veya seçime gitmeyeceği ortaya çıktı, sadece %35 civarı Macron’a oy verecekti. Boykotçu muhalefetin baş sloganı, “Macron 2017 = Le Pen 2022” oldu.
Evet, alın size – “gauchisme”! Yani “sol” sapma! Sol liberaller son zamanlarda bu kavramı keşfetmişler ve çok orijinal bir şekilde Macron gibi bir finans kapital askerine, yani sosyal yıkım ve çözülmeyle faşizmin yükselişinin tabanını hazırlayan bir siyasetçiye oy vermeyenleri – “sol” tavırlar takınmakla suçluyorlar!
Bize diyorlar ki, “Arkadaşlar, faşizm geldi geliyor, kapımızın önünde, bırakın şimdi neo-liberalizm tartışmalarını, önemli olan faşizmi durdurmak!” Sol liberallerin sloganını böylece özetlenebilirken, önerdikleri taktiğe Fransızlar “vote utile” diyor, yani yararlı/gerekli bir oy kullanımı. “Evet, Macron’un sıkıntıları var, ancak faşizmi durdurmak daha önemli, onun için ona oy verin, ideolojik ve programatik olarak Macron’a katılmazsanız bile ona oy verin.” Sorunu böyle görmeyen solcular ise, sektermiş veya daha da kötüsü, meğerse sadece demagojik nedenler yüzünden Mélenchon’a oy vermişler ve aslında her zaman Le Pen’e oy vermeye açıklarmış.
Örneklendirelim. Alman Sol Partisi’nin fiili yayın organı olan neues deutschland‘ın yayın yönetmeni Tom Strohschneider, kimse yanlış anlamasın diye konuya dair makalesinin ismini direkt “Macron için” diye adlandırdı.[39] Zaten Sol Parti eş başkanı Riexinger de ikinci turda Macron için oy çağrısında bulundu. Strohschneider’e göre, en önemlisi faşist Le Pen’i ve sağa kaymayı durdurmaktı ve bunu da nedense Macron’a oy vererek yapabilecekmişiz. Başka bir tavır sektermiş. Bir de 2017’de Macron seçilirse neden 2022’de Le Pen kazanacakmış ki? 5 senelik süreç! Bu 5 sene içinde biz neler neler yapabilirmişiz!
Tanıdık geldi, değil mi? Hani bizde de kendilerini “muhalefet” olarak tanımlayan bazıları var ya, 2019’a oynayıp diktatörlük sistemine koltuk değnekliği yapan. Fransa ve Türkiye’deki koşullar elbette bambaşka, ancak mantık benzer. Hele bir Le Pen cumhurbaşkanı olmasın, 2022’ye kadar kim bilir ne acayip, bugüne kadar görülmemiş ne muazzam mücadeleler veririz ve neler kazanırız. Tabii ki sürüp giden söz konusu sol-liberal teslimiyetçi kafayla bu 5 sene içinde nasıl birden bire her şey değişecek, emekçi halka önce neo-liberal bir emekçi düşmanına oy verme çağrısında bulunduktan sonra, tekrar nasıl rıza kazanılacak – işte, onu da belki Allah bilir!
Ama eski Yunan Maliye Bakanı Varufakis için bunu bilmek zaten önemli de değildi. Önemli olan çok militan bir sol liberal tavır takınmaktı. Kendisi Macron için oy vermeye çağrıda bulunurken, çok ilginç bir “militan” tavır sergiledi. “Macron için oy kullanın!”[40] adlı makalesinde tanıdık şeyleri tekrarladıktan sonra (Le Pen çok tehlikeli, en önemlisi onu durdurmak, gerekirse emek düşmanı bir finans kapital subayına da oy vermek gerekir vs. vs.) şunları ekliyor: “Emmanuel’e şunu söylüyorum: Le Pen’i yenmek için size elimden ne gerekirse onu veriyorum. Ama aynı iradeyle sizin hükümetinize karşı oluşan yeni Nuit Debout’lara (ayaklanmalara da) katılacağım, eğer cumhurbaşkanı olarak önceden de iflas eden neo-liberal politikalarınızı devam ederseniz.”
Aldığımız duyumlar ve haberlere göre, Macron, Varufakis’in bu “militan” sözlerine çok takmış ve korkudan tir tir titriyor, geceleri de uyku tutmuyormuş!
Hatırlarsanız, zamanında Varufakis “yaratıcı muğlaklık” olarak adlandırdığı taktiğiyle Yunanistan’ın karşısında oturan Troyka ve Avro Grubu’na muazzam oyunlar oynayıp ve taklalar atarak istediğini kabul ettireceğine inanmıştı.[41] Hikayenin sonunda, hiç ama hiç bir şey kabul ettirememiş, ama kendisi git gide daha gerici şeyler kabul etmiş ve sonunda Troyka’nın Yunanistan üzerinde kesin egemenliği yeniden sağlanınca da şapkasını alıp çekip gitmişti. Ondan beri Varufakis çok militan ve çarpıcı söylemler ve tavırlarla Avrupa ülkelerini gezip duruyor ve belli ki şarlatanlıklarının sonu henüz gelmiş değil.
Zavallı Varufakis! Yenilgi psikolojisi onu o kadar ezmiş ki, çıkıp Macron’u (Yunanistan konusunda) Almanya’nın Avrupa için tasarladığı neo-liberalizmin düşmanı olarak bile tasvir etti. İşe bakın ki, Almanya bu konuda farklı düşünüyor: Kötülükler odağı olarak ün salan Alman Maliye Bakanı Schäuble “Fransız olsam büyük ihtimalle Macron’u seçerim”[42] derken, Alman şansölyesi Merkel de “Macron kazanırsa sevinirim”[43] dedi. Peki, Macron hiç duymazdan gelir mi bu güzel sözleri? O da “Ben çok daha fazla Avrupa istiyorum ve bunu Almanya’yla beraber istiyorum. Almanya’ya güveniyorum”[44] demesin mi? Demez olur mu hiç – hepsi aynı teknokratik-neoliberal kamptan! Elbette aynı notaları çalacaklar!
Nezaket gösterisi burada bitmedi; Macron kazandıktan hemen sonra Merkel arayıp tebrik etti ve “birleşik ve açık bir AB için verdiği mücadele” dolayısıyla teşekkür etti. Sosyal-demokrat kimlikli Alman Dışişleri bakanı Sigmar Gabriel de “bu seçimi arkadaşım Emmanuel Macron’un kazandığına çok sevindim, bugün Fransa, Avrupa ve Almanya için iyi bir gün” dedi.[45]
Ama kim bilir, belki de dünyanın Varufakisleri “yaratıcı muğlaklık”la şapkadan çarpıcı bir şeyler çıkarabilir? Yukarda değinmiştim, dünyadaki farklı konumları yüzünden Macron’da kişiselleşen Fransız finans kapitali ile Alman finans kapitali AB konusunda nüans olarak farklılaşıyor. Bu nüans farklılığından “yaratıcı muğlaklığı” metod olarak kullanarak, “bu farklar üzerinden egemen bloğu baltalayıp bölebilir ve sosyal bir AB’ye doğru kolayca yol alabiliriz!” sonucunu çıkarmaya çalışanlar olacağından ismim kadar eminim.
Gelelim son örneğimize, bütün sıraladığımız “argümanları” savunmaya ek olarak sola en alçakça şekilde nefretini kusan Cohn-Bendit’e.
68’lerde devrimci önder, sonra da dönek olan Cohn-Bendit, başka bir kavramı daha yeniden keşfetti: “sosyal-faşizm”![46] Hatırlarsanız, “sosyal-faşizm tezi”, Komintern’in 1924’deki ultra sol dönüşünde Zinovyev ve sonrada Stalin tarafından ortaya atılmıştı. Bu teze göre, sosyal-demokrasi “faşizmin sol kanadı” oluyordu ve ona karşı en az faşistlere karşı kadar olduğu kadar savaşmak, hatta yer yer işçi kitleleri onların ellerinden kurtarmak için daha da sert bir biçimde savaşmak gerekiyordu.
Evet, dönek Cohn-Bendit’e göre, 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, solun bazı sekter kesimleri tarafından yeniden “sosyal-faşizm tezinin” canlandırıldığını görmüşüz. Demek istediği, bizim gibi zavallı sol sekterler Macron’la Le Pen’i aynı kampta görüyormuşuz, hatta o kadar nefret ediyormuşuz ki, asıl savaşın Macron’a karşı sürdürülmesi gerektiğini düşünüyormuşuz. Bendit’in döneklik arkadaşı Robert Misik (eskiden Troçkist) ise, bizim gibi “sekter solcular” için oldukça kibar konuşarak “aptal sol” diyor ve “suç sayılacak bir geri zekalılık” dan bahsederek nefret kusuyor.[47]
Cohn-Bendit, hafızasında hala kalan sol-devrimci kavramlar ve söylemleri abuk ve çarpık bir şekilde ortaya atarak, sol alanın içinde kafa karışıklığı yaratmaya çalışıyor. Cohn-Bendit de tarihi iyi tanıyan herkes gibi biliyor ki, sosyal-faşizm tezini sol-komünist cepheden ret eden hiç kimse onun yerine sosyal-demokrasi saflarına katılmayı önermedi! Böyle bir rezalet olabilir mi?
Olabilir tabii ki! Cohn-Bendit gibi döne döne boyunla beraber omurgalarınızı da kırıp egemen sınıfların yalakalığını yaparsanız, böyle olabilirsiniz. Eğer öyle değilseniz, zamanında sosyal-faşizm tezini ret eden komünistler gibi bugün de, birleşik bir emekçi cephesi için mücadele verirsiniz ve faşizmi durdurmak için aslında onu yaratan burjuvazinin eteğine sığınmazsınız.
Kaldı ki, dönemin sosyal-demokrasisi gerçekten bir işçi partisiydi. Evet, devrimciliğini çoktan yitirmişti, ama bir işçi partisiydi ve Nazi’lerin düşmanıydı. Macron ise, faşist olmayabilir ancak işçilerin baş düşmanlarından birisi ve işçilerin çıkarlarıyla uzaktan yakından bir alakası yok, doğrudan finans kapitalin savaşçı bir militanı. Yukarıda, Front National’in yükselişi bölümünde de değindiğim gibi, Le Pen’in yükselişine en fazla katkı, düzenin ta kendisi ve özellikle de neo-liberal siyasetlerden gelmişti. Macron’u dolayısıyla da neoliberal siyasetleri destekleyerek Le Pen’in yenilmeyeceği, tam tersine güçlendirileceği açık değil mi?
Le Pen’in cumhurbaşkanı olmasıyla bütün özgürlüklerin bugünden yarına ortadan kalkacağı, Macron’un seçimiyle ise sağcılığın nasıl olacaksa gerileyeceği görüşü ise, sol liberallerin isteyerek veya istemeyerek egemenlerin uşaklığını yapabilmek için ortama attıkları hayali bir projeksiyondan öte gitmez.
Burada polemik yanlış anlaşılmasın: Elbette Le Pen’den korkmak ve onu durdurmak, meşru ve kabul edilebilir bir tavır olabilir; ancak bu tavrın aktif ve ideolojik bir boyutta bazı entellektüeller tarafından emekçi militanlığını demobilize edecek bir şekilde yaygınlaştırılmasına karşı kesinlikle mücadele etmek gerekiyor. Sadece meşru anti-faşist refleks ve korkular yüzünden Macron’a oy veren insanları ise, onlarla beraber mücadeleyi yükselterek militanlaştırmak gerekiyor.
Fransa’da kazanılabilen ve kaybedilebilecek şu an için tek bir şey var, o da kendine özgü halkçı-isyankar bir hattın oluşumu. Macron mu Le Pen mi tartışması ise, bu hattın potansiyelini sistemin içine çekerek enerjisini sömürüyor.
Le Pen şimdi seçilmiş olsaydı ama seçmenin %30’u aktif bir şekilde geçersiz oy kullanmış olsaydı, Le Pen’in kazanması ne yazardı? Ortada bir tavır maddileşmiş olacaktı: “Yok kardeşim, batsın sizin oyunlarınız. Bizler Nuit Debout’uz, bizler banliyölerdeki isyancılarız, bizler Mélenchon’a başkanlık sistemini ve neo-liberalizmi yıkması için oy verenleriz. Sizler bize artık hiç bir şey ifade etmiyorsunuz, buradan sonra artık kendi hattımızdan ilerleyeceğiz.” denemez miydi? Böylece, Le Pen burjuvazi içindeki çatışmalara doğru itilirken, aşağıdan da emekçi cephesi onu kuşatacaktı.
Hatırlayalım: Türkiye’deki 2010 referandumunda ancak boykot cephesinin kurulmasıyla beraber geleceğin hattı çizilebilmişti. Ancak o boykot tutumunun üzerinden siyasi-ideolojik olarak despotik devletin ne eski ne de yeni biçimi tarafından işgal edilmiş olmayan bağımsız demokratik bir ittifak hattı ve nüveler halinde “demokratik cumhuriyet” perspektifi fiilen inşa edilebilmişti. Taktik oyunlar bir yere kadar geçerli olabilir, ama çelişkiler derinleşip maddileşmeye başladıklarında, artık belirsizlik uçurumuna zıplayıp kendi hattımızı inşa etmeye cüret etmek gerekiyor. Yoksa tarihin sonuna kadar burjuvazinin sunduğu sözde alternatifler arasında gidip gelerek ezik-yenilmiş kalmaya yazgılı oluruz.
2017’de çok daha zayıf bir Le Pen veya Macron iktidara gelebilirken, Macron, yani Almancı-AB’ci bir neo-liberalizm, gözden kaçırılamayacak bir destekle iktidara gelmiş oldu. İşçi sınıfının çoğunluğu taktik, strateji ve felsefi perspektif tartışmaları derin akademik bir biçimde sürdüremeyebilir; ama kendisine sol diyen rezalet bir tayfanın neo-liberalizmin devamı için oy kullanılması çağrısı yaptığını gayet iyi algılar ve faturayı kesmesini de gayet iyi bilir. Bakınız işte PS’nin kaderine. Gidişat böyle devam ederse, gerçekten 2022 – veya 2027 – daha da güçlü çünkü soldan tiksinen bir işçi sınıfın kapsamlı rızasıyla iktidara gelen bir Le Pen’i görebiliriz.
Ancak, sol-liberallerin de hesabı istedikleri gibi çıkmadı. Başkanlık seçimlerin ilk turuna (23 Nisan) karşın ikinci turda (7 Mayıs) ek olarak seçmenin %11-12 civarı ya seçime gitmedi ya da geçersiz oy kullandı, yani net olarak boykot tavrını ortaya koydu. Toplamında %25 civarı bir geçersiz oy/oy kullanmama oranıyla, 2017 cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu, modern Fransa tarihinde 1969’den beri en düşük katılımla gerçekleşen seçim oldu. Ek olarak bazı kamuoyu araştırmalarına göre, ikinci turda Macron’a oy verenlerin %57 civarı, Macron’a sadece Le Pen’i durdurmak için oy verdiklerini, ama kesinlikle Macron’un programına katılmadıklarını beyan etti.[48]
İki turun arasında boykota katılan seçmenin çoğunun, elimizdeki verilere göre birinci turda Mélenchon’a oy verenlerden oluştuğunu ve Mélenchon kampından sadece %7’sinin Le Pen’e geçtiğini görüyoruz. Anlayacağımız, ikinci turdaki boykotçuluk, bağımsız emekçi cephesini kurmak isteyenlerin iradelerini ortaya koyma biçimidir. Ek olarak, yeni bir kamuoyu araştırmasına göre, Fransa’daki gençlerin %61’i büyük çapta bir isyana kesinlikle katılacağını beyan ediyor.[49] Öyle bir araştırma olmasaydı da zaten durum belli. Fransız gençleri ve emekçilerin son senelerde neler yaptığını hepimiz gördük, Fransız toplumun çoğunluğunun da onları desteklediklerini biliyoruz.
İşte, kendisini gösteren bu militan cepheye odaklanıp sol liberallerin “ehven-i şerci” tutumlarını tarihin çöplüğüne gömmek gerekiyor. Sol liberaller, neo-liberalizmin azgınlaşmasıyla ve derin krize girmesiyle beraber takındıkları onlarca kez denenen “ehven-i şerci” tutumların sadece ve sadece yenilgiye yol açacağını görmüyorlar, çünkü onların hareket ettikleri dünyaları onları buraya itiyor.
Proletarya ve “düzensizlikten” korkan sol liberal küçük burjuvazinin düzenci kampı, “soldan” ve “sağdan” yükselen “tehlikeye” karşı doğal olarak alışık oldukları düzene sığınıyor ve bu tercihini “küreselleşme”, “insani değerler” v.b. gibi güzel sözlerle süslüyor. Ancak sol liberallerin içindeki bu düzenci kampın ima ettikleri dünya da kendileri de yok olma sürecinde, onlar artık son mücadelelerini veriyorlar. Onlarla beraber batmayıp, yaşanan-yaşanacak çöküntü içinde zafer perspektifini elde etmek ise, nesnel olarak anti-kapitalist-emekçi cephenin perspektifi.
Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna doğru yol alınırken, sokak muhalefetinden “2017 Macron = 2022 Le Pen” sloganı gelişmişti. Fransız emekçileri, oluşan veya görünürlüğe bürünen sokaktaki emekçi potansiyeline odaklanıp onu doğru yönde güçlendirerek, Le Pen’in de ahmak sol liberallerin de hesapları bozabilir.
Dipnotlar:
[1] http://www.sozialismus.de/kommentare_analysen/detail/artikel/die-politische-krise-frankreichs-ist-nicht-ueberwunden/.
[2] Bu konunun daha detaylı bir analizi için bkz.: http://sendika39.org/2016/06/fransada-isyan-dalgasi-alp-kayserilioglu/.
[3] Buradaki rakamlar için bkz.: https://thenextrecession.wordpress.com/2017/02/01/france-penned-in/. Fransa-Almanya rekabeti konusundaki rakamlar için yukarda alıntıladığım “Fransa’da isyan dalgası” yazısına bkz.
[4] Bu bölümdeki tezlerin daha detaylı bir analizi için bkz.: http://sendika39.org/2017/01/italyada-referandum-veya-sureklilesmis-kriz-politikalari-alp-kayserilioglu/; özellikle son 2 bölüm (“Süreklileşen kriz politikaların parçası olarak ‘katastrof söylemi’” ve “Burjuvazinin ‘ekstrem’ fraksiyonlarının fonksiyonu ve alternatif”).
[5] https://www.rosalux.de/publikation/id/14624/die-rueckkehr-der-modernisten/.
[6] Bu tezlerin oluşumu ve içeriği için bkz.: Sebastian Chwala, Der Front National. Geschichte, Programm, Politik und Wähler, Köln, 2015, s. 101-104.
[7] Bu konuyu Max Zirngast’la beraber şu makalede inceledik: http://sendika40.org/2017/02/trumpin-zaferi-liberalizmin-olumu-direnis-cephesi-alp-kayserilioglu-max-zirngast/. Bkz. özellikle “2. Liberallerin proletarya nefreti” ve “3. Seçim sonuçlarına ampirik bir bakış” bölümleri.
[8] Chwala, a.g.e., s. 104-105.
[9] Berlin’de 1945’da Führer’lerini ve Reichstag’ı en şiddetli savunan Nazi birlikler – Fransızlardan oluşuyordu.
[10] https://www.jacobinmag.com/2017/04/national-front-detoxification-marine-le-pen-fascism-france-elections/.
[11] Chwala, a.g.e., s. 44.
[12] Pujadizm üzerine bkz. Chwala, a.g.e., s. 40-43.
[13] Chwala, a.g.e., s. 58-59.
[14] Bundan sonrası için bkz. Chwala, a.g.e., s. 51, 60-61.
[15] Chwala, a.g.e,. s. 123.
[16] Chwala, a.g.e., s. 62.
[17] Chwala, a.g.e., S. 72-87 ve https://oxiblog.de/umzaeunter-binnenmarkt-oder-lohndumping-fuer-den-export/.
[18] Chwala, a.g.e., s. 123.
[19] Chwala, a.g.e., s. 90-93.
[20] Chwala, a.g.e., s. 116-120.
[21] Chwala, a.g.e., s. 111-113.
[22] Chwala, s. 114-116.
[23] Chwala, a.g.e., s. 112, 113-114.
[24] Chwala, a.g.e., s. 121-123.
[25] Chwala, a.g.e., s. 96.
[26] Chwala, a.g.e., s. 95.
[27] Chwala, a.g.e., s. 74-75; https://www.jacobinmag.com/2017/04/national-front-detoxification-marine-le-pen-fascism-france-elections/.
[28] Bu konuyu iki sene önceki bir makalede daha detaylı irdelemiştim: http://sendika40.org/2015/01/charlie-hebdo-cui-bono-alp-kayserilioglu/.
[29] Chwala, a.g.e., s. 82.
[30] Bkz. demin de alıntıladığım yazı: http://sendika40.org/2016/06/fransada-isyan-dalgasi-alp-kayserilioglu/.
[31] Chwala, a.g.e., s. 113.
[32] Chwala, a.g.e., s. 106, 109.
[33] Yine bkz. Max Zirngast’la beraber yazdığımız kapsamlı makaleye: http://sendika40.org/2017/02/trumpin-zaferi-liberalizmin-olumu-direnis-cephesi-alp-kayserilioglu-max-zirngast/.
[34] Macron’un ve Macron’un hareketi En Marche!’ın sosyolojik ve siyasi-ideolojik profili için bkz.: https://www.rosalux.de/publikation/id/14624/die-rueckkehr-der-modernisten/; https://www.jacobinmag.com/2017/04/france-elections-emmanuel-macron-fn-en-marche/.
[35] Macron’un programı için bkz.: http://www.telegraph.co.uk/business/2017/02/24/emmanuel-macron-unveils-plans-slash-taxes-public-sector-jobs/; https://www.rosalux.de/publikation/id/14624/die-rueckkehr-der-modernisten/.
[36] http://www.faz.net/aktuell/politik/wahl-in-frankreich/wahl-in-frankreich-macron-und-le-pen-treffen-aufeinander-14985009.html.
[37] Mélenchon’un programı için bkz.: https://www.jacobinmag.com/2017/04/melenchon-economy-france-elections-first-round/; http://www.sozialismus.de/kommentare_analysen/detail/artikel/melenchon-ein-aesthetischer-oder-ein-politischer-blitzschlag/.
[38] https://www.jacobinmag.com/2017/04/france-insoumise-melenchon-elections-sixth-republic-national-front/; https://www.jacobinmag.com/2017/04/the-meaning-of-france-insoumise/.
[39] https://www.neues-deutschland.de/artikel/1049944.fuer-macron.html.
[40] http://www.zeit.de/wirtschaft/2017-05/yanis-varoufakis-emmanuel-macron-frankreich-lepen/komplettansicht.
[41] Bahsedilen olayı 2 sene önce kapsamlı bir yazı esnasında incelemiştim: http://sendika40.org/2015/03/kapitalizm-avrupa-birligi-ve-syriza-iktidari-alp-kayserilioglu/. Bkz. özellikle “Seçimlerden sonra SYRİZA ve ‘Yunanistan olayı’” bölümü, 76. dipnottan itibaren.
[42] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59588.
[43] http://www.berliner-zeitung.de/politik/angela-merkel-im-interview–tuerkei-ist-verbuendete-im-kampf-gegen-den-terror–26832130.
[44] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59588.
[45] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59590.
[46] http://www.taz.de/!5403334/.
[47] https://www.taz.de/Archiv-Suche/!5401542&s=misik&SuchRahmen=Print/.
[48] http://www.german-foreign-policy.com/de/fulltext/59590.
[49] https://qz.com/971374/europes-youth-dont-care-to-vote-but-theyre-ready-to-join-a-mass-revolt/.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.