Suriye’de Esad yönetimi ve özellikle de PYD-YPG, cihatçı istilasına karşı mücadele ederken kendilerini rekabet içindeki iki emperyalist güce yaslanmak zorunda bulmuştur. Meşru bir mücadelede, meşruiyetini yalnızca gayri meşru bir düşmana karşı olmaktan değil hem çıkarlarını savunduğu hem de seferber ettiği halk gücünden alan siyasi aktörler, stratejik teslim oluşa dönüşmediği sürece emperyalist güçlerle taktik ittifaklar kurabilirler. […]
Suriye’de Esad yönetimi ve özellikle de PYD-YPG, cihatçı istilasına karşı mücadele ederken kendilerini rekabet içindeki iki emperyalist güce yaslanmak zorunda bulmuştur. Meşru bir mücadelede, meşruiyetini yalnızca gayri meşru bir düşmana karşı olmaktan değil hem çıkarlarını savunduğu hem de seferber ettiği halk gücünden alan siyasi aktörler, stratejik teslim oluşa dönüşmediği sürece emperyalist güçlerle taktik ittifaklar kurabilirler. Peki, bu işbirlikleri stratejik teslim oluşa dönüşmekten kurtulabilecek mi?
Ortadoğu’nun geleceğini şekillendiren savaşta yer alan güçlerin farklı çıkarları ama ortak bir parolaları var: “IŞİD’e karşı savaş.” Bu, bütün hesabını Libya’daki “insani müdahalecilik” modeli üzerine kurup IŞİD ile işbirliğine giden AKP Türkiye’sine kaybettiren ve bağımlılık gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze getiren; “IŞİD’e karşı savaş koalisyonuna” dahil olan güçleri ise meşrulaştırıp Ortadoğu’nun geleceğinin belirlenmesinde rol sahibi yapan bir parola. Ne var ki IŞİD’e karşı oluşturulan ittifak ve koalisyonların emperyalist sistem hiyerarşisinin eşitsiz güçleri arasında kurulması, kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket etmek isteyen ulusal ve bölgesel güçler açısından da bir bağımsızlık-işbirlikçilik tartışmasını gündeme getirmektedir. Meşru bir mücadelede, meşruiyetini yalnızca gayri meşru bir düşmana karşı olmaktan değil hem çıkarlarını savunduğu hem de seferber ettiği halk gücünden alan siyasi aktörler, stratejik teslim oluşa dönüşmediği sürece emperyalist güçlerle taktik ittifaklar kurabilir. Suriye devleti ve özel olarak da Kürt hareketi, eleştiriden muaf olmayan bu ince çizgi üzerinde ilerlemektedir.
Emperyalist kapitalist sistemin 2007-2008 finansal krizi ile yaşadığı tıkanmanın ve Aralık 2010’da patlak veren Arap halk hareketlerinin de etkisiyle Ortadoğu, sistem açısından kader tayin eden bir çatışmanın adresine dönüştü.
Tunus ve Mısır’da emperyalizm işbirlikçisi neoliberal diktatörleri deviren ve Ortadoğu proletaryasının taleplerini siyaset sahnesine taşıyan halk hareketlerinin yarattığı olumlu “bahar” iklimi; Bahreyn, Libya ve Suriye’ye (ve daha sonra Yemen’e) yönelik emperyalist müdahalelerle kışa çevrildi.
Ortadoğu’da yeni bir sayfa açma umutlarını yeşerten ancak örgütsel-politik yetersizliklerle malul halk hareketleri biçiminde patlak veren sınıf mücadeleleri, emperyalist çıkarları koruma ve emperyalistler arası paylaşım sorununu çözme adına girişilen, sonu görünmeyen bir savaşla bastırıldı.
Arap halk hareketlerine hazırlıksız yakalanan emperyalizmin müdahale biçimleri de zaman içinde evrim geçirdi. Bahreyn’de doğrudan monarşi karşıtı halk ayaklanmasını ezmek üzere Körfez İşbirliği Örgütü askerlerini bir işgale sevk eden CIA operasyonunun ardından, Libya’da “insani müdahalecilik” adı altında bir NATO müdahalesi gerçekleşti.
Cihatçı gruplar eliyle tetiklenen iç çatışmada, “baskıcı rejime karşı demokratik muhalefeti koruma” bahanesiyle ve NATO şemsiyesi altında Batı Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin kendi içlerinde bir yarışa da girerek yürütülen bu müdahale birkaç sorun barındırıyordu. Birincisi, müdahale Libya’da sadece yönetimi değil, devleti ve toplumuyla topyekûn bir ülkeyi yıkıp parçaladı. Sonu görünmeyen ve IŞİD’in etkinlik, hakimiyet ve eylem alanını genişlettiği bir iç savaşı tetikleyen “insani müdahalecilik”, kendi iddiasını, daha doğrusu meşruiyet kaynağını kısa sürede çürüttü. İkincisi, emperyalist çıkarları güvenceye alan istikrarlı bir yönetim ya da savaşla bile olsa yönetilebilir bir durum açığa çıkarmadı. Üçüncüsü, NATO şemsiyesi altında gerçekleştirilen bu müdahale, emperyalist sistemin yükselen güçleri Rusya ve Çin açısından bir uyarı oldu. Rusya ve Çin, sonraki girişim ve çatışmalarda Batılı emperyalist güçlerin tek karar verici olmalarına izin vermedi.
Libya modelinin (insani müdahalecilik) tekrarlanması niyetiyle başlatılan Suriye savaşı, Libya modelinin yenilgisi ve Suriye devletinin, müttefiklerinin ve halklarının direnişi nedeniyle ilk baştaki hesapları bozan kompleks bir uluslararası çatışmaya dönüştü. Suriye savaşının başında devreye sokulan müdahale modeli başarısızlığa uğradığı gibi meşruiyetini de yitirdi.
Emperyalist müdahaleciliğin gerici bir çıktısı olarak sahne alan, Haziran 2014’te de Musul’u ele geçirerek bir bölgesel/uluslararası aktör haline gelen IŞİD de bu yeni uluslararası çatışmanın aracı/anahtarı haline geldi.
Bu kez savaşın anahtarı “insani müdahalecilik” değil, “IŞİD’e karşı savaş”tı. Bu, bütün hesabını “insani müdahalecilik” üzerine kurup IŞİD ile işbirliğine giden AKP Türkiye’sine kaybettiren ve edilgen bir rol dayatan; IŞİD ile savaşan Beşar Esad yönetimi ve PYD-YPG gibi AKP açısından hasım sayılan güçleri ise meşrulaştırıp Ortadoğu’nun geleceğinin belirlenmesinde rol sahibi yapan bir değişimdi. Ne var ki IŞİD’e karşı savaşta kurulan ittifak ve koalisyonlarda bir eşitler arası ilişki kurulmamakta, emperyalist sistem hiyerarşisinin tepesindeki güçler diğer aktörler üzerinde hakimiyet kurabilmektedir. Bu da kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket etmek isteyen ulusal ve bölgesel güçler açısından bağımlılaşma tehlikesini gündeme getirmektedir. Özellikle PYD-YPG’nin ABD ile kurduğu ilişki bir “emperyalizmle işbirliği” tartışmasını gündeme getirmektedir.
2003’teki Irak işgalinde ABD’nin tek taraflı müdahaleciliğine sahne olan dünya, bugün özelde Suriye’yi genelde ise bütün Ortadoğu’yu içine alan savaşta, ABD-Rusya emperyalistler arası rekabetinin belirleyiciliğinde, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerini de kendine tabi olmaya zorlayan bir paylaşım savaşına tanık olmaktadır.
Suriye savaşında birbiriyle iç içe geçmiş birkaç çatışma ekseni söz konusudur:
Emperyalizm işbirlikçisi AKP-Suud-Katar üçlüsünce güdümlenen bir cihatçı istilasına karşı Suriye devletinin Rusya, İran ve Hizbullah tarafından desteklenen ulusal direnişi;
İktidar boşluğu ve cihatçı tehdidi karşısında özsavunma mücadelesi veren ve bu mücadele ile siyasi ve kültürel haklarını elde etmeye çalışan Suriye Kürtlerinin savaşı;
“IŞİD’e karşı savaş” gerekçesiyle Ortadoğu’ya yeniden dönüş yapan ABD ve Batı Avrupa devletlerinin paylaşım mücadelesi;
Ortadoğu’ya güçlü bir dönüş yapan ancak bunu SSCB dönemindeki gibi “anti-emperyalist” ilkelerle değil, aksine kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda yapan Rusya’nın paylaşım mücadelesi.
Emperyalist güçler, paylaşım mücadelesini doğrudan karşı karşıya gelmeden yürütmektedir. Kimi zaman ittifaklar oluşturmakta kimi zaman da aralarında rekabet etmektedir. Neredeyse bütün aktörlerin kendi rakiplerine karşı doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemesinin de avantajıyla muazzam bir alanı kaplayan IŞİD istilası, en azından IŞİD sorunu çözülene kadar bir serbest fetih alanı sunmuştur. Doğu Akdeniz’e filo göndermek, Suriye’de ve Irak’ta yeni üs kurmak, Suriye ve Irak’ı hava kuvvetleri ile bombalamak, bölge ülkelerine askeri danışman, eğitimci ve özel birlik göndermek; yeni askeri teknolojileri bölgede test etmek ve canlı canlı silah reklamı yapmak konusunda emperyalist güçler muazzam bir rekabet içindedir.
IŞİD ile savaş son bulana kadar da uluslararası düzlemde kendine bir “meşruiyet” edinen bu paylaşım mücadelesi sürecektir. Bu IŞİD’in ömrünü uzatan dışsal faktörlerden birini de açıklamaktadır. IŞİD’in ya da aynı kategoride anılmaya aday cihatçı örgütlerin varlığı emperyalistler açısından gereklidir. IŞİD’in ömrünü uzatan diğer faktör ise uluslararası, bölgesel ve yerel çelişkilerdir. ABD ile Rusya-İran-Suriye arasındaki çelişki, Suudi Arabistan-Katar-Türkiye ile İran-Suriye arasındaki çelişki, İsrail ile Suriye-İran-Hizbullah arasındaki çelişki, Türkiye ile PYD arasındaki çelişki, Suriye ile PYD arasındaki çelişki, KDP ile PYD-YBŞ arasındaki çelişki IŞİD’in kendi stratejisi doğrultusunda kullandığı ve IŞİD’e karşı nihai bir mücadele yürütebilecek uluslararası ittifakın kurulmasını engelleyen çatlaklar üretmektedir.
Suriye merkezli paylaşım mücadelesinde, Beşar Esad’ı destekleyen Rusya ile PYD’yi destekleyen ABD başı çekmekte, ancak Fransa, Almanya gibi Batı Avrupalı güçler de sahne almaktadır. Uluslararası bir sosyalist kampın ya da Enternasyonal’in bulunmadığı koşullarda, kurtuluş mücadeleleri de uluslararasılaşan bir çatışmanın içinde varlıklarını sürdürebilmek adına, tamamı emperyalist çıkarlar doğrultusunda hareket eden uluslararası destekçilerden biriyle işbirliğine gitmektedir.
Emperyalist güçlerle hedeflerin çakıştığı ve gerekli desteği sağlayacak başka seçeneğin bulunmadığı tarihsel anlarda taktik ittifaklar kurulabilir. SSCB’nin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki ittifaklar politikası; Alman faşizmine karşı ABD’den aldığı maddi destek iyi bir örnektir. Ancak bu işbirliği hesapsız, ilkesiz yapıldığı takdirde giderek emperyalist politikaların hizmetine girmek; emperyalizmin bölgesel aparatına dönüşmek de mümkündür.
Böylesi bir ittifakı meşru ve anlaşılır kılan şey, yalnızca karşısında savaşılan düşmanın gayri meşruluğu değildir. İttifak kuran siyasi gücün varlığının bir ulusun/halkın meşru mücadelesine dayanması da gerekmektedir. Gerek emperyalizm güdümlü bir cihatçı istilasına karşı ülkesini ve laik-çok kültürlü bir yönetimi savunan Beşar Esad liderliğindeki Suriye devleti gerekse Suriye’nin kuzeyinde açığa çıkan iktidar boşluğunda Kürtlerle beraber yaşayan halkların cihatçı istilasına ve AKP Türkiye’sinin doğrudan-dolaylı saldırılarına karşı savunmasını örgütleyen PYD, siyasi varlıkları için emperyalizmden bağımsız bir toplumsal temele sahiptir. Esad’ı ya da PYD’yi var eden emperyalizm değildir. Öte yandan kurulan taktik ittifakın stratejik bir teslim oluşa dönüşme riski de yok değildir -ki bu kabul edilemez. Burada Esad’ın ya da PYD’nin, emperyalist güçlerle girdikleri ittifak politikasının IŞİD’in bertaraf edilmesi sonrasında, emperyalist çıkarlar doğrultusunda kendi yönetimleri altındaki halklara ya da diğer bölge halklarına yönelik bir saldırıya dönüşüp dönüşmeyeceği belirleyicidir.
En yakın olasılık olarak, YPG-PYD açısından ABD çıkarları doğrultusunda Şam yönetimi ile çatışmaya girip girmemek bir ayırıcı ölçüttür. YPG-PYD şimdilik bu durumda değildir; hatta Astana görüşmelerinde ortaya çıkan yeni anayasa taslağı, Arapça ve Kürtçeye eşit dil muamelesi Kürt siyasi süreci içi kimi avantajlar sunmaktadır. PYD’nin Halep bölgesinde Suriye ordusu ile işbirliğine gitmesi, ABD dışında Şam yönetimi, Rusya ve Avrupa ülkeleri ile de doğrudan temaslarda bulunması, Münbiç’te görüldüğü gibi ABD’ye rağmen operasyonlarını ilerletip bu alanda Rusya ve Suriye ordusu ile anlaşmalara gidebilmesi, basitçe ABD’nin aparatı olarak değerlendirilemeyeceğinin, aksine böylesi bir duruma düşmemek için ittifak çeşitlendirme ve bölge halkını tehdit eden istilacı-işgalci güçler dışında düşman edinmeme politikası izlediğinin göstergeleri arasındadır.
Emperyalist odaklar ve bölgesel gerici güçler açısından Rojava konusunda esas mesele orada oluşan “kanton rejimleri”nin niteliğidir. Rojava’da halkların demokratik birliğine; dinsel, etnik çoğulculuğa, eşit temsile ve laiklik ilkesine dayanan yönetim deneyimleri yaşanmaktadır.
Bölgede gelişen “ilerici halk inisiyatifleri” emperyalist-bölgesel gerici güçlerin etnik-mezhepsel parçalama politikaları açısından tahammül edilebilir bir şey değildir. Bu da IŞİD sorunu çözüldükten sonra, mücadelenin askeri açıdan olmasa bile ekonomik-politik açıdan çok daha zorlu yeni bir safhaya evrilmesini kaçınılmaz kılmaktadır.
Suriye ordusu ve Kürt gerillası ortaya çıkış anları itibariyle bağımsız siyasi güçlerin yönettiği bağımsız askeri örgütlenmelerdir. Rusya ve ABD tarafından kurulmamışlardır, yani emperyalist güçlerle girdikleri ittifak ilişkisi, bir göbekten bağlılık ilişkisi değildir. Rusya ve ABD devreye girene kadar Suriye ordusu ve YPG, küresel ve bölgesel desteğe sahip büyük cihatçı istilası karşısında kendi özgüçleri ile direnerek ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu korumuştur.
Ayrıca Rusya’nın Ortadoğu’da ABD emperyalizmini dengeleyen bir aktör olarak sahne alması, AKP-Suud-Katar gibi ABD işbirlikçilerinin ve onların güdümündeki cihatçı çeteleri frenlemiş ve bölge güçlerine de uluslararası destek arıyorlarsa yalnızca ABD’ye muhtaç olmadıklarını göstermiştir. Arabıyla Kürdüyle Suriye halklarının emperyalist işgale ve cihatçı istilasına karşı mücadelesi, rekabet içindeki her iki emperyalist gücü de daha meşru gerekçeler ve “insani bir yüzle” sahne almaya zorlamaktadır.
Öte yandan Rusya bugün, SSCB’nin değil Çarlık Rusya’sının siyasi mirasına sahip çıkan bir yeni emperyalist güç olarak hareket etmektedir. ABD ve NATO ile çelişkisi de soğuk savaş yıllarında sosyalist kampla-kapitalist kamp arasında var olan uzlaşmaz çelişki değil, emperyalistler arası rekabet ile açıklanabilecek sistem içi bir çelişkidir. Soğuk Savaş yıllarındaki mutlak karşıtlık yerini çelişkili birliğe bırakmıştır. Ne çelişkiler ne de birlik görmezden gelinebilir.
Mücadele emperyalist sistem içindeki hiyerarşiyi belirlemeye yönelik bir mücadeledir. Taraflar Suriye savaşında yüzde 80 ortak düşündüklerini söyleyebilmektedir. Rusya, Suriye’nin cihatçılara karşı savaşını desteklerken, İsrail’in Suriye içindeki askeri müdahalelerine sessiz onay vermekte, İsrail ile aynı dönemde Doğu Akdeniz’de tatbikat yapmakta, Körfez monarşileri ile ilişkileri geliştirmeye yönelmektedir.
Savaş ilerledikçe Suriye’de devletin ve PYD’nin kontrolündeki bölgelerde yabancı askeri üsler çoğalmakta, yabancı askeri varlığı büyümekte ve tahrip olan ülke savaş sonrası büyük finansman gerektiren bir yeniden inşa sorununu beklemektedir. IŞİD’e karşı savaşın toz dumanı dağıldıktan sonra, toprakları rakip emperyalist güçlerin nüfuz alanlarına dönüşmüş olacak Suriye halkları yeni ve çok daha zorlu bir mücadeleyle karşı karşıya gelecektir.
Suriye devleti ve PYD bütün zorluklara ve emperyalist nüfuza karşın hala bağımsız siyasi ve askeri varlıklarını sürdürebilir ve bu bir avantajdır. Öte yandan ekonomik anlamda ciddi bir sınav verilecektir ve zorlu bir kurtuluş mücadelesinin ardından, muhtemel tabloda emperyalistler arası paylaşım koşullarında yeni-sömürgeleşen bir Suriye belirecektir. Burada da çatışmanın sınıfsal boyutu öne çıkacaktır.
Peki Suriye savaşının yakın gelecekte bölgedeki siyasi güçler açısından etkisi ne olacaktır. Bu savaş Filistin hareketi ya da Arap halk hareketleri / Ortadoğu proletaryası açısından ilerletici bir etki yapmakta mıdır? Siyasal İslam’ın (İslamcı-neoliberal iktidarların / Körfez monarşilerinin ve AKP-Müslüman Kardeşlerin) krizini derinleştirmesi bağlamında evet. Bir yandan emperyalizmin bölgedeki temel aparatlarından Siyasal İslam’ı krize sürüklerken, bir yandan da yeni müdahale kanalları açarak emperyalizm lehine bir durum yarattığı için hayır. Çelişkili bir ilişki söz konusudur. Sorun çelişkinin ne yönde çözüleceği ile ilgilidir. Suriye savaşının emperyalistlere tanıdığı müdahale aralığı, Siyasal İslam’ın gerilemesiyle açığa çıkan boşluğu dolduracak yeni işbirlikçilerin bulunması ile mi sonuçlanacaktır?
Direnen Ortadoğu halklarının siyasi temsilcilerinin, cihatçı istilasına karşı emperyalist güçlerle kurduğu taktik ittifakın meşru dayanakları vardır. Meşruiyet, bir ulusun/halkın kurtuluş mücadelesine dayanmaktadır. Öte yandan kurtuluş mücadelesinin ilerleyen safhalarında ya da sonrasında bu işbirlikleri stratejik bir teslim oluşa dönüşmekten kurtulabilecek midir? Emperyalist sistemin krizi, devrimci müdahalelerle bağımsız halk güçleri lehine derinleştirilmediği, yani Ortadoğu halklarının Arap halk hareketlerinde ve cihatçı istilasına karşı direnişte ortaya koyduğu itirazını sahiplenen, buradan geri adım atmamayı önüne koyan bir siyaset izlenmediği sürece olumlu yanıt vermek maalesef mümkün değildir.
Buradan kuşatma dışındakilere çıkan ders ise kuşatma altında girilen işbirliklerini değerlendirirken söz edilen ilkeler doğrultusunda, Ortadoğu halklarının direnişlerini anti-emperyalist tutumu elden bırakmadan desteklemek ve kendi siyasi mücadele alanlarında emperyalizme ve işbirlikçi politikalara karşı mücadeleyi yükseltmektir.
* Halkın Devrimci Yolu dergisinin Bahar 2017 sayısında yayımlanan bu makale, internet ortamında ilk olarak Sendika.Org’da yayımlanmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.