Karşımızda, kendi değerlerini anayasal norm haline getirmek ve böylece yeni bir devlet kurmak için mevcut devlet erkini kullanan bir siyasi hareket vardır
Mesele, CHP kurmaylarının tespit ettiği gibi siyasi yelpazenin merkez sağındaki boşluktan ibaret değildir; zira karşımızda, kendi değerlerini anayasal norm haline getirmek ve böylece yeni bir devlet kurmak için mevcut devlet erkini kullanan bir siyasi hareket vardır. Egemenliğin kaynağı, biçimi ve gerçekleşme kanalları, siyasal mücadelenin konusu haline gelmiştir
16 Nisan Halkoylaması ve muhtemel etkilerini, siyasi partileri merkeze almadan değerlendirmek mümkün olmuyor. Partilerin odağına da kaçınılmaz olarak AKP ve CHP yerleşiyor. Siyasi parti kimliğinin seçmen davranışları üzerinde belirleyici olduğu Türkiye gibi bir ülke için, son derece anlaşılır bir durum. Ne var ki, anlaşılır olan, açıklayıcı olmayabiliyor.
Oy davranışını parti birimi temelinde değerlendirmek, genel-geçer bir doğru olarak görülmemelidir. Hiç kuşku yok ki bu, temsili demokrasilerle ilgili bir alışkanlıktır. Parlamenter demokrasilerde, oy davranışını belirleyen motifler ile siyasi temsilin yaslandığı motifler arasındaki uyum yüksektir. Seçimlerin gerçekleşeceği ve geçerli ilan edileceği siyasal ölçekte (modern ulus-devlette) egemenliğin; kaynağı, biçimi ve gerçekleşme kanalları siyasal mücadele konusu olmaktan çıkmıştır. Popüler ifade ile “oyunun kurallarında” uzlaşı tesis edilmiştir. Refah arzusu seçmen davranışını şekillendiren ana motif haline gelmiştir. Siyasi partiler de kaynakların yeniden tanzimi konusundaki görüşlerine göre sosyalistten liberale uzanan bir yelpaze içinde konumlanmıştır. Ortalama eğilimleri temsil eden “kitle partileri” yelpazenin merkezinde, “ideoloji” partileri ise marjinlerde yer almıştır vs.
Bu kaba özetteki şablon, yeşerdiği topraklarda (Batı demokrasileri) dahi tartışmalı hale gelmektedir ki bu gelişme, başlı başına ayrı bir tartışmayı fazlasıyla hak etmektedir. Buradaki değininin ana nedeni, oy tercihleri ile siyasal parti temsili arasındaki mütekabiliyeti verili kabul etmenin barındırdığı metodolojik zaafa dikkat çekmektir. Konu önemlidir, zira CHP örneğinde olduğu gibi bizzat siyasi parti liderlikleri de Halkoylamasını benzer zaafla değerlendirebilmektedir. Yazı bu zaafa düşmeden 16 Nisan Halkoylamasını ana hatlarıyla çözümlemek iddiasındadır. Konuya, siyasal yelpaze ve merkez parti konumları bakımından AKP’li yılların değerlendirilmesi ile başlanabilir.
AKP, İslamcı kadroların idaresinde “muhafazakâr demokrat” iddiasıyla merkeze yönelen bir parti olarak doğdu. Siyasi ömürleri trajik bir şekilde sonlanan geleneksel merkez sağ kadroların bıraktığı boşluğu doldurmak, AB uyum sürecine ivme kazandırmış İslamcı kadrolar için zor olmayacak gibiydi. Gerekçeleri yine ayrı bir çalışmayı hak edecek nedenlerle bu gerçekleşmedi. AKP Hükümeti, hükümet ile devlet arasındaki yasal-meşru mesafeyi “milletle-devlet arasındaki kopukluk” şeklinde kodladı ve bunu siyasallaştırdı. Devlet idaresi ile yetinmeyip devletle bütünleşmeye yöneldi. Çelişkili olan şu ki, bütünleşmek istedikleri devletle görülecek tarihsel bir hesapları da vardı. 2000’in ilk on yılındaki çevre koşulları, çelişki ve belirsizlik içeren bütünleşme arzusunu son derece canlı tuttu.
Bunlardan ilki meşruiyetle ilgiliydi. Gerek AB uyum süreci gerekse de küresel ekonomi ile “derin entegrasyonun” gerektirdiği “reformlar”, Türkiye Cumhuriyetinin temel sütunlarında girişilen revizyonla ele ele yürüdü. Rejim revizyonu meşruiyetini ele geçirmiş İslamcı kadroların, hazır el atmışken rejimi de değiştirmeye kalkışmaları önündeki tek çekince, devlet aygıtı ile ilgili olabilirdi, ki bunun anahtarını da, bugün terör örgütü olarak yargılanan Fethullahçılar sundular. Böylece Türk devlet kapasitesinin rejim değişikliği yönünde araçsallaştırılması mümkün hale geldi. Bu husus hakkında AKP ve Gülen çevresini yakından inceleyen Graham Fuller’in şu sözleri bugünler açısından anlamlıdır: “Gülen Cemaatinin birçok üyesi, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil, ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (1). ‘Devlette kadrolaşma’ eleştirisiyle karşılanan bu bütünleşme, fazlasını içeriyor, devlet idaresinde paralel bir bürokrasi doğuyordu. Abdullah Gül’ün 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesi ise bütün bu “nimetlerin” üstüne konan bir devlet garantisi oldu.
Sonuç olarak AKP liderliği, merkez sağ boşluğu doldurmak yerine, devletle bütünleşmeye ve o araçla da toplumu dönüştürmeye yöneldi. Yönelim teorize de edildi: “Sessiz Devrim”. Artık AKP, anayasal rejimine sadakat göstermediği bir ülkenin iktidar partisiydi. Parti programı, seçim bildirileri, kampanya dili ve iki binli hedefleri merkez sağ partisi gibi konuşan, gerçekte ise egemenliğin kaynağını (halk’tan ümmete) ve biçimini (parlamentodan sultan idaresine) değiştirmek üzere “kurucu irade örgütü” gibi çalışan bir iktidar partisi… Buradaki parti sıfatı, 20. yüzyılın modern siyasi partilerini değil, 18. ve 19. yüzyılın kategorik toplum tasarımlarına sahip partilerini daha fazla çağrıştırmaktadır. Bir an için İngiltere’de -ki siyasi partilerin ilk örnekleri orada doğmuştur- Muhafazakar Parti liderliğinin ‘kralın mutlak iradesini’ parlamentoya yeğlediği Tory’ci köklerine dönmek yönünde faaliyet sürdürdüğünü düşünün… Hipotetik tasarımı bile absürt kaçan böyle bir ortamda; istihdam, refah ve güvenlik başlıklarındaki politika önerileriyle farklılaşan bir siyasal yelpazeden söz edilebilir mi?
AKP’nin retorikte merkez sağ, gerçekte ise kurucu irade örgütü olarak faaliyet sürdürüyor olması, çok partili hayat boyunca yerleşiklik kazanmış olan merkez siyaset alanını tarumar etmiştir; Türkiye 2010’lu yılları merkez siyaset alanı tahrip olmuş bir ülke olarak yaşamaktadır. Mesele, CHP kurmaylarının tespit ettiği gibi siyasi yelpazenin merkez sağındaki boşluktan ibaret değildir; zira karşımızda, kendi değerlerini anayasal norm haline getirmek ve böylece yeni bir devlet kurmak için mevcut devlet erkini kullanan bir siyasi hareket vardır. Egemenliğin kaynağı, biçimi ve gerçekleşme kanalları, siyasal mücadelenin konusu haline gelmiştir.
Bu koşullarda, yerleşik siyasal yelpazeden ve yelpazedeki parti konumlarından söz etmek, ancak alışkanlıkla açıklanabilir. Böyle bir alışkanlığa sahip bulunmayan yabancı gözlemcilerin parlamentodaki dört siyasi partiyi belli bir süredir hangi ölçütlerle sınıflandırdığı biliniyor olmalıdır. Etnik ve mezhebi temeldeki sınıflandırmanın yaygın bir şekilde yapılıyor olması, başlı başına büyük bir uyarıcıdır.
Devam edecek…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.