İhtiyatlı olalım, elbette toplumsal hareketlerin patlaması meteorolojinin hava tahmini gibi bir kesinlik oranıyla dahi tahmin edilemez
İhtiyatlı olalım, elbette toplumsal hareketlerin patlaması meteorolojinin hava tahmini gibi bir kesinlik oranıyla dahi tahmin edilemez. Ama en azından, hazırlanmamız gereken yeni bir olayın ufkuna hazırlıksız yakalanmak kadar kötü bir şey de düşünülemez
Şüphesiz başlıkta hoş bir kelime oyunu yapmaya çalışmıyorum. Aksine. 300 yıllık eleştirel düşünce geleneğinde kritik olan, kriz ve kritik (eleştiri) arasında ciddi ilişkiler birçok veçhesiyle tartışılmıştır (bu konuyu derin bir şekilde tartışan Koselleck’in kitabına bakılabilir: Reinhardt Koselleck, Kritik ve Kriz, Otonom yay., Çev: Eylem Yolsal Murteza, 2012). Peki burada bahsettiğimiz kriz (kritik eşik) nedir ve kritiğimizin zafiyeti derken neyden bahsediyoruz?
Doğrusu bir krizi tanımlamak hiç de kolay bir iş değildir. Zira onlarca farklı nedensellik zinciri, etki, özne, süreç ve çatışma birçok farklı biçimde birbiriyle eklemlenir. Daha da ötesinde, bizzat kritik süreçler yeni öznellik biçimlerinin yaratılması veyahut yaratılamamasıyla da derinden ilişkilidir. Türkiye’nin tam da böyle bir krizin içinden geçtiğini düşünmek için sayısız gösterge var. Üstelik krizin salt Türkiye’ye özgü bir kriz değil ama entegre dünya kapitalizminin bütün kurumlarının içinden geçtiği daha büyük bir krizin parçası olduğu da açık olmalı. Eğitim kurumları, aile yapıları, bürokrasi, teknokrasi, finans vs. tamamen aynı krizin içinde salınıp durmaktadır. Bu dizginsizce yayılmış kapitalist işin ve işin dayatılmasının bir biçimi olan borçlandırmanın yarattığı yeni toplumsal koşullara tepki veren yeni bir gücün (çokluk deyin, gayrimaddi emek deyin, bilişsel işçi deyin, ne derseniz deyin) ürettiği bir kriz. Daha doğrusu bu gücün, kendi öznelliğini arayışının krizi. Güvencesizleşmiş, esnekleşmiş, daimi harekete mahkum edilmiş kolektif elbirliği biçimimiz, toplumsal alanı daimi bir yıkım ve içsavaş halinde tutuyor. Bu gücün toplumsal harekete dönüştüğü her noktada açığa çıkan mutlak demokrasi talebine cevap veremeyen küresel iktidar oluşumları, mecburen yapabileceği tek şeyi yapıp her noktada sert bastırma harekatlarına girişiyor. Dolayısıyla entegre dünya kapitalizminin yönetimsel kurumları da gericileşiyor: Ulus-devletler monarşileşiyor, uluslar arası kurumlar (BM, AB gibileri) aristokratikleşiyor, parlamenter demokrasi ortadan kalkarken nüfusun yönetimi mutlak olarak polisiyeleşiyor.
Bu genel göstergelerin Türkiye’de aynen görüldüğünü söylemeye gerek yok. Gezi’nin, sömürgecilik karşıtı mücadelelerin, kadınların ve LGBTİ bireylerin mücadelelerinin, bunların görünür olduğu büyük toplumsal patlamalar kadar, hatta daha çok bizzat kendi yaşamlarının kontrolünü ellerine alma mücadelelerinin tetiklediği bir krizin içinden geçiyoruz. Bu tabloya, ekolojik yıkım, kentlerin militarizasyonu, kentsel alanların soylulaşması ve buna karşı verilen mücadeleler de gelip ekleniyor. Alttan alta süren incelikli despotluk biçimlerine ek olarak, ulus-devlet yapısının giderek mutlak bir despotizme evrilmesiyle birlikte tablo karanlıklaşıyor.
Fakat bir adım geri çekilip bakarsak, bunun mücadele döngülerinde belli anlamda kaçınılmaz uğraklardan da biri olduğunu görürüz. Zira bir toplumsal hareket asla sadece patlama anlarıyla tanımlanamaz. Aksine. Patlamalar, görünür olmayan hazırlık, kurulum, yeni ilişkilerin yaratılması süreçlerinden sonra gelirler ve bir toplumsal hareketin görünürlük kazandığı ilk anda nasıl hareket edeceğini öğrenmesi zaman alır. Şiddet erki ile karşılaşmaları da çoğunlukla geri çekiliş dönemleri izler. Bunlar kısa veya uzun dönemli olsa da, bir kere egemen iktidarın kırılganlığının deneyimi kazanıldıktan sonra gelen şiddetin yaratacağı korku ilelebet sürmez. Şimdi adım adım bu eşiğin içinden geçiyoruz. Korku, evet korkuyoruz. Ama egemen iktidar verdiği gerici tepkiyi arttırdıkça asıl olarak insanları gerçekten kapitalizme bağlayan konforlarını (işlerini, statülerini, alışkanlıklarının sürdürülebilirliğinin hakiki koşullarını) ortadan kaldırıyor ve insanlara giderek korkması için daha az gerekçe bırakıyor. Bir şekilde küresel ve yerel çapta, mücadele döngüsünde yeni bir toplumsal patlama anına yaklaşıyor olabiliriz. İhtiyatlı olalım, elbette toplumsal hareketlerin patlaması meteorolojinin hava tahmini gibi bir kesinlik oranıyla dahi tahmin edilemez. Ama en azından, hazırlanmamız gereken yeni bir olayın ufkuna hazırlıksız yakalanmak kadar kötü bir şey de düşünülemez. Peki bunu yapabiliyor muyuz?
Doğrusunu isterseniz, pek başarılı değiliz. Üniversite sorununu ele alalım. Ve öncelikle, diğer sorunlardan kopuk bir üniversite sorunu varsayımının kendisinin bizzat kritik bir sorun olduğunu vurgulayalım. Aslına bakılırsa, Avrupa’da, Amerika’da, Türkiye’de vb. üniversiteler uzun süredir büyük bir dönüşüm ve kriz halindeler. Fakat üniversitedeki muhalefet (ister muhalif akademisyenler olsun, ister sol partiler, anarşistler vb. olsun) bu dönüşüme hazırlıksız yakalandılar, krizde özneleşemedikleri gibi, sahayı kritik bir analizden de geçiremediler. Düşünce, kendini bilgi üretimi alanında şirket modeline bırakırken muhalefet de büyük oranda eski düşüncelerin “ajitprop” bir tekrarına terk edildi. “Neoliberal dönüşüm” içi boş bir terime dönüştü ve hakiki işleyişinin analizi yerine, ithal teorilerin marka değerine göre benimsenmesi tercih edildi. Saha araştırmacıları kendi iş ve üretim koşullarındaki dönüşüme dair saha araştırması yapmadı, felsefeciler kavram üretmedi vd.. Tabii herkes böyle yapmadı ama en azından genel eğilim bu yönde gerçekleşti.
KHK ile gerçekleştirilen işten çıkarmalar ve ilk KHK’da gerçekleştirilen güvencesizleştirme (bütün araştırma görevlerinin sözleşmeli hale getirilmesi) korkunç bir içsavaş stratejisi. Ama nihayetinde dönüp kendini vurabilecek kadar da sağlıksız ve öngörüsüz bir hareket. Fakat bu vurulma, kritiğimizin gücüyle, düşüncemizin eleştirel gücüyle belirlenecektir. Hâlâ ajitprop düşüncelerle, kötü soyutlamalarla, ideal akademi güzellemesiyle hareket etmek, faşizm koşullarında karşılayamayacağımız bir ağırlaşmayla neticelenebilir. Bugün akademik üretim ile kapitalist işin dayatılmasının diğer sektörleri ve biçimleri arasındaki ayrımlar büyük oranda silinmişken, Kantçı üniversitenin otonomisi ilkesi kulağa gülünç gelmiyorsa, bizi ağır bir yenilgi bekliyor demektir.
Örnekler farklı alanlarda farklı şekillerde çoğaltılabilir. Biz altta yatan nedene odaklanalım. Bizce bütün bu çatışma alanlarında muhalif düşüncenin içine düştüğü zayıflık, mevcut muhalefetin, kurumsallaştığı refah devleti kurumlarıyla ve bunları yaratan mücadelelerle olan tarihsel bağı. Fakat bugün için bu bağ (bu mücadelelerin özneleşme biçimleri ortadan kalkıp yeni özneleşme tarzları ortaya çıktığı oranda) gerçekte olmadığı halde düşüncesi yaşamaya devam ediyor. Bu da hiç olmaması gereken bir anda, şaşkınlığa, kafa karışıklığına ve zayıf düşünce ile pratiklere yol açıyor.
Kriz, düşüncedeki kriz ve kritik (eleştirel) düşüncenin doğumuyla tanımlanır. Daha da ötesinde, eğer ki teori ile pratik sırası geldiğinde birbirlerinin aktarım kayışlarıysalar[1] bizzat düşüncenin de, analitik bir pratik olarak kriz yaratıcı bir yanı vardır. Burada analitik bir pratik derken, nötrleştirici ve nicelleştirici sözde-bilimsel bir analizden değil, fakat kriz yaratacak ya da verili krizi yaratıcı bir pratiğe sevk edebilecek üretken ve devrimci bir analizden bahsediyorum. Adorno’nun Negatif Diyalektik‘ine hakkını verirsek, özdeşleşemez olanı özdeşmişçesine sunan senteze karşı, düşünceye özdeşleşmezliği ve antagonizmayı veren analiz. Pratiğin (uzman militanlar tarafından gerçekleştirilen) bir anı ile teorinin (uzman teorisyenler tarafından gerçekleştirilen) başka bir anı yoktur. Fakat bizzat analiz ile müdahale bir mütekabil varsayım halinde var olur ve biz şimdi, bütün amatör militanlar, bu gerçekle yüzleşmek ve bu bir-arada-olma gerçeğinden hareketle düşünmek zorundayız. Bu hem kendi pratiklerimize ve muhalif varoluşumuza karşı sorumluluğumuz, hem de yeni pratikler ve varoluş tarzları yaratmanın da yegane yoludur.
Dipnot:
[1] Bu fikri, Deleuze ve Foucault’nun söyleşisinden alıyorum. Orada ikili, teoriyi doğrudan belli pratiklerin kavramsallaştırılması ve başka sahalara aktarılması pratiği olarak tanımlarken, pratiği de teorilerin belli alanlara aktarılması ve bu sayede bu alanların sorunsallaştırılması olarak tanımlarlar. Bknz: Gilles Deleuze & Michel Foucault, “Entelektüeller ve İktidar”, Entelektüelin Siyasi İşlevi içinde, Ayrıntı Yayınları, Çev: Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ferda Keskin, 2011, sf: 29-41.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.