İbn Haldun’a göre siyasal gücün toplumsal tabanının çözülüşü, kendi paralı ordusuna dayanan tek adam iktidarıyla sonuçlanır
İbn Haldun’a göre siyasal gücün toplumsal tabanının çözülüşü, kendi paralı ordusuna dayanan tek adam iktidarıyla sonuçlanır
Son olarak, Siyasal ve DTCF’deki sol görüşlü-demokrat akademisyenlerin ağırlıkta olduğu atılanlar listesini içeren KHK’nın yayınlanmasının ardından, Cem Küçük gibi yandaşlar bunun provokasyon olduğunu buyurmuşlar. Yarın bir gün “Aslında bu KHK’larda da birçok isim FETÖ’cü artıkları veya başka Erdoğan karşıtı odaklar yüzünden ihraç edildi” diye bir şeyler “açığa çıkarılırsa” şaşırmayalım. Bu muhtemel durum, AKP’nin iktidarının düzenli aralıklarla başvurduğu, kendi yönetim krizlerini dış düşman algısı üreterek ve onun karşısında güç tazeleyerek aşmaya çalışan oyununun son perdesi olurdu. Malum, başlangıçta yargıdaki Kemalistlerdi AKP’nin iktidarına karşı komplo içinde yer alan. Yargıda kadrolaşma tamamlanınca hedef Ergenekoncular oldu, o da yetmedi Fethullahçılar oldu. İktidarın son yancısının eskinin Ergenekoncusu Perinçek olması, ilginç bir şekilde, güç odakları arasındaki görüş ayrılıklarının adeta tali duruma düştüğü ve sirkülasyonun taktiksel yanının ön plana çıktığı bir durum olarak kendini gösteriyor.
Peki, kliklerin ekonomik ve siyasi çıkarlarının tek belirleyici olduğu salt taktiksel hamlelerin yapıldığını mı söylemeliyiz? İktidar ortakları arasındaki kayıkçı kavgası üretilmiş bahanelerle mi karşı karşıyayız? Elbette durum böyle değil, aksi halde yargıdaki Kemalist unsurlarla AKP’nin arasında hiçbir ideolojik karşıtlık olmadığı, Ergenekon davasında yargılananlar arasında hiç kontracı bulunmadığı, 17-25 aralıkta sızdırılan yolsuzluk kayıtlarının sahte olduğu ve son olarak da darbe girişiminin bir kurgu olduğu sonucu çıkardı ki bunların hepsi de döneminde iddia edilmiş fakat gerçeği olmayan şeyler.
Daha çok şöyle bir durumdan söz edilebilir: Devlette etkin olmaya yönelik siyasi çatışmalarda, cumhuriyet değerleri, Kürt sorunu, kontra yapılanmalar ve yolsuzluk gibi çok önemli toplumsal meseleler, halk nezdinde asıl çözümü aranan konularmış gibi gösterilirken, aslında bu meseleler kliklerin birbirine karşı kullandığı araçlara dönüşüyor ve gerçek siyasi çözüm seçeneği kadük hale geliyor. Örneğin, AKP yargıyı Kemalistlerden arındırırken ve ordunun siyasal gücünü eleştirirken, asıl amaç iddia edildiği gibi 12 Eylülcü zihniyetle mücadele değildi. Öyle olsa öncelikle AKP’nin MGK’yı tasfiye etmesi ve 12 Eylül’ün en büyük mirası siyasi partiler kanununu değiştirmesi gerekirdi. Liberallerden aldığı destek ve kendi tabanının genişliği düşünülürse bunu pek zorlanmadan gerçekleştirebilirdi.
Aynı şekilde, Ergenekon davasında kontracıların suçlarının tamamıyla aydınlatılması gibi bir amaç zaten hiç yoktu. Öyle olsa dava her türlü muhalifin iddianameye doldurulduğu, polisin asıl inisiyatifi aldığı ve nihayetinde davanın kendi savcılarının bile hedef haline geldiği bir operasyonlar silsilesi şeklinde gerçekleştirilmezdi.
Fethullahçıların da aynı şekilde, ülkenin yolsuzluğa battığına 17-25 Aralık sürecinde birdenbire uyanmasını, elbette kendilerinin ortağı olduğu bir düzen karşısında tövbe etmelerine değil, siyasi yelpazesi daralan iktidar bloğuna karşı bir darbe planı içerisinde olmalarına yormak gerekiyor. Kürt sorununda çözüm girişimini baltalamaya çalışmaları ve Hakan Fidan’ı tutuklama girişiminde bulunmalarından itibaren, Fethullahçıların asıl stratejisi iktidar ortağı AKP’nin elini zayıflatarak kendi konumunu sağlamlaştırmak ve gerektiğinde hükümeti değiştirebilecek güce ulaşmaktı.
Başlangıçtaki meseleye dönecek olursak, ‘iktidardaki mağdur’ açıklanması gereken bir toplumsal çatışma dinamiği olarak karşımızda duruyor. Elbette bu söylemin asıl işlevleri, AKP’nin bir sermaye iktidarı olarak yönetebilme koşullarını sağlayan hegemonyanın sürdürülmesi, sermayenin genel bir siyasi söylem içerisinde göreceli istikrarının sağlanması ve cızırtı çıkarabilecek kesimlerin hizaya getirilmesidir. Bu durum sendika.org’ta yazan iktisatçılar tarafından da daha önce dile getirildi. Fakat bu işlevselliğin de ötesinde, iktidardaki mağdur söylemi aynı zamanda, Türkiye’nin tarihsel dinamiklerinin bir sonucu olan, kriz halinde ve krizi sürdürerek yönetme anlayışını yansıtıyor. İyi bilindiği gibi, Türkiye geçmişten beri toplumu ortak bir yasal zeminde birleştiren ve toplumsal talepleri reformizmle sınırlandıracak şekilde kurumsal dönüşümleri sağlayabilen bir siyasi anlayıştan çok uzak şekilde yönetiliyor. Yönetici sınıf, sivil toplumun aracı rolü, devlet mekanizmasındaki denetim aygıtları, devlet aygıtının sermaye yönetiminde araçsallaşması gibi, Batılı kapitalist ülkelerin sahip olduğu hegemonya araçları açısından geri bir durumda. Bir başka deyişle, Türkiye’de devlet otokratik bir yapı olarak daha çıplak bir şekilde güce başvurmak zorunda. Bu durum hegemonyayı yaratan toplumsal değerlerin iyice bölündüğü bir ortamı yaratıyor. Böylece siyasi klikler kendi tabanlarını daha keskin ideolojik ayrımlarla örgütleyebiliyorlar. Örneğin, bir Kürt’ün, bir İslamcı’nın, bir Kemalistin siyasi tahayyülü derin bir şekilde farklılaşabilir ve bunun da ötesinde, tahayyül sosyal etkileşim ağları içerisinde bir toplumsal doku olarak somutlaşabilir.
İktidardaki mağdur söylemi de, liberallerin kimi zaman kutuplaşma diye ifade ettiği bu ayrışmadan besleniyor. Fakat liberallerin yöneticilere yönelttiği, ‘toplumu kutuplaştırmayın’ serzenişinin aksine yöneticiler daha çok, genelde kutuplaşmayı kontrol altında tutup (çünkü gerçek ideolojik gündemlerini ortaya koyarlarsa çıkacak çatışmada yönetemez hale gelirler) gerektiğinde siyasi rakiplerine karşı bir kart olarak kullanmayı tercih ediyorlar. Bugün geldiğimiz noktada ise Erdoğan bu kartı sonuna kadar kullanmış durumda. Hatta öyle ki ‘milletinden’ başka kimsenin onu anlamadığını söylüyor. Çünkü kendi parti yöneticileri ve bürokratları ideolojik tahayyüldeki gerçeküstülükle yönetmenin pragmatik zorunluluklarını uyumlu hale getirme konusunda fazlasıyla yıpranmış veya absürt bir çizgiye savrulmuş durumdalar. Ali Babacan’ın yerini Yiğit Bulut’un alması, Merkez Bankası’yla olan atışmalar, dolar yakma gösterileri gibi olaylar bu absürtlüğün somut yansımaları.
İktidar bloğu her düşmanını alt ettiğinde neden daha da kırılganlaşıyor? AKP’nin ‘cumhuriyete’ karşı zaferi, laikliğin zaten sınırlı ve formel olan meşruiyetinin eritilmesi gibi, toplumsal dönüşüm anlamında kendi perspektifinden kazanımlar elde etse de, devlet kademelerinde nasıl bir Pirus zaferine dönüştü? Sorulması gereken sorular bunlardır. Güncel duruma dair analizlerin tarihsel temelde anlam bulması açısından, İbn Haldun’un asabiyet kuramı bu sorunlara ışık tutabilir. Modern sosyal bilimin öncüsü İbn Haldun 14. Yüzyılda kaleme aldığı Mukaddime’de iktidarı ele geçiren soyun nasıl gittikçe hiyerarşik bir yapıya evrildiğini ve tek adam yönetimine doğru daralan iktidarın nasıl kendi içine çöktüğünü analiz ediyordu.
Elbette İbn Haldun’un kuramsal öngörüsü anakronizme düşmeden ele alınmalı; ulus-devlet, emperyalizm, sınıflar mücadelesi gibi günümüzün kendine özgü olguları birçok açıdan 14. yüzyılla karşılaştırılamaz. Fakat Türkiye gibi toplumlarda geleneksel aidiyet ilişkilerinin kapitalizmle iç içe geçerek varlığını sürdürdüğü, örneğin mikro-milliyetçiliğin hâlâ fazlasıyla geçerli olduğu göz önünde bulundurulursa, paralelliklerin tarihsel izlere dayandığı öne sürülebilir.
İbn Haldun’un temel aldığı kan bağına dayalı asabiyet yerine, aynı siyasi değerleri paylaşan bir kliğin iktidarını ele alalım. AKP örneğinde bu, siyasal İslamcılık elbette. Bu toplumsal kesim, ideolojik ortaklığın ötesinde birbiriyle nepotizmle de bağlı ve gerçekten de birbirini kollayan sosyal yapıların, özellikle de sosyal devletin yetersiz kaldığı siyasal ortamda birey olarak hareket eden kesimler karşısında kolaylıkla üstünlük sağlayabildiğini görürüz. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler gibi birçok İslamcı hareketin sosyal yardımlar aracılığıyla taban elde etmesi ve hatta Batı’ya göç eden Türk ve Kürt topluluklarının, örneğin, kolektif aidiyeti çözülmüş siyah ezilenlere nazaran ekonomik ağlara sahip bir göçmenlik biçimi oluşturması da karşılıklı çıkar ağlarının farklı ortamlardaki tezahürü olarak düşünülebilir.
AKP iktidarında yatay bir dayanışmadan çok, iktidarın merkezine yakın olmanın verdiği nimetlenmeyi görürüz tabii. Milli Görüş çizgisinden gelen AKP kurucularının, ‘davaya ihanet’ ve ‘zenginlikle gelen yozlaşma’ içerikli eleştirilerini hatırlayalım. Oysa aslında gerçekleşen şey ilkelerde bir değişim değil, sadece başlangıçta dayanışmacıymış gibi gözüken nepotizmin, güce sahip olan öznenin daralmasıyla birlikte göze batar hale gelmesiydi. Türkiye’de özel mülkiyeti koruyan bir anayasal düzen yok, dolayısıyla siyasi kapışmalar ekonomik açıdan varlık yokluk meselesidir de. Büyük burjuvazi açısından, siyasi muhalifler ya Aydın Doğan ve Koç grubu örneğinde olduğu gibi, ara sıra şikayet eden, kimi zaman fırsat kollayan fakat genel anlamda korkak bir yarı-muhalif çizgiye hapsedilir ya da Putin Rusya’sında olduğu gibi vergi cezaları, ekonomik yaptırımlarla karşı karşıya kalır. O da olmadı, son dönemde olduğu gibi doğrudan mülkiyete el koyma, kayyım devreye girer. Bunun daha aşağılardaki yansıması, siyasi olarak kaybeden taraftaysan ihale alamazsın, işletme ruhsatında sorun çıkar, o da olmadı çocuğunu işe sokamazsın vs’dir.
15 Temmuz’un ipuçları da siyasal gücün dönüşümünü anlamamıza yardımcı oluyor. Birçok kimsede oluşan şüphe şu oldu: Bu kadar büyük bir kalkışma sadece bir cemaatin komplosuyla açıklanabilir mi? Daha ziyade, darbe girişiminin muhtemel aktif, pasif destekler veya pragmatik davranan ara unsurlarla şekillenen, MİT, ordu ve siyasetteki birçok aktörün arasındaki gizli ittifakların ayyuka çıkmasıyla gelen, olgunlaşmamış bir hamle olduğu, Hakan Fidan gibi kilit unsurların ikircikli tavrından belli oluyor. Yöneticinin siyasi manevralarla gücü elinde geçirmesinin ve ara mekanizmaların bertaraf edilmesinin sonucu olarak ortaya çıkan handikaplar biliniyor oysa ki. Danışmanların ufkuyla sınırlanmış tek kişinin iradesi karşısında, pratik alanda doğan boşluk ve bu boşluğun bürokrasinin siyasallaşmasıyla doldurulmasıyla karşı karşıyayız. Nedense 15 Temmuz darbesine götüren bir eğilim olarak pek kimse bu durumu sorgulamıyor.
İslamcıların ‘davasından’, Erdoğan’ın tek adamlığına giden dönüşümün tarihsel karakterine dönecek olursak, İbn Haldun’a göre iktidara gelen asabiyetin mülkün getirdiği yozlaşmayla çözülmesi kaçınılmazdır. İbn Haldun’un materyalist yaklaşıma benzerlik gösteren çözümlemesinde ‘zenginlik yozlaştırır’ gibi bayağı bir ahlakçı eleştiriden öte, dayanışmacılıkla mülkiyet birikimi arasındaki onulmaz karşıtlık vurgulanır. Günümüz Türkiye’siyle tarihçinin dönemi arasındaki bir başka paralel unsur da, Mukaddime’de ele alınan mülk sahibi kesimin henüz değişim sermayesinin üretim sermayesine dönüşmediği, ticaretle zenginleşen bir sınıf olmasıdır. Benzerlik çarpıcı değil mi? Özelleştirme, rant ve ucuz emek gibi yağmacı öğelere dayanan, toplumsal zenginliğin gerçek temelleri olan nitelikli işgücü, bilim ve teknoloji, kamusal yatırımlar konusunda uzun vadede gerilemeyi getiren bir iktidardan söz ediyoruz. Dolayısıyla, kimin zenginleşeceği konusunda gittikçe daralan makasın en sonunda eski suç ortaklarının hedef alınmasını getirmesi kaçınılmaz olacaktır.
İbn Haldun’un incelediği toplumsal durum soya dayalı asabiyetin getirdiği güç sirkülasyonu asıl olarak bir kısırdöngüye, pre-kapitalist bir karşıtlığa, insani dayanışma-mülkiyet birikimi çatışmasına dayanıyor. İslam coğrafyasındaki sermaye birikiminin dinamikleri ve İbn Haldun’un tezlerinin kapitalizm sonrası koşullara nasıl uyarlanacağı çok tartışmalı, bu yazının sınırlarını aşan konular. Üstelik, asabiyet asıl anlamıyla eşitlikçi öğelere sahip kabile toplumunun dayanışma birliğini ifade eden bir kavram. Bu yazıda yalnızca kendi elitizm-karşıtı, mağdur söylemini yaratan ve yozlaşmaya son derece açık bir nepotizmle karakterize olan siyasal İslamcı yapının, belli açılardan asabiyet-mülk dönüşümüne denk düşen bir gelişimi sergileyebileceği varsayımı üzerinde durmaya çalıştım. İbn Haldun’a göre siyasal gücün toplumsal tabanının çözülüşü, kendi paralı ordusuna dayanan tek adam iktidarıyla sonuçlanır. Bugün de kendi Saray’ına çekilmiş, kendi silahlı gücünü inşa eden ve şimdi de devlet kurumlarını Varlık Fonu’na devrederek kendi bütçesini düzenleyen bir tek adam iktidarıyla karşı karşıyayız. İlginçtir ki, günümüz yönetim aygıtına iyi kötü esneklik kazandıran bir sistemden de bir uzaklaşma bu yaşananlar. Devlet mekanizması doğrudan kendi sistematiğinin altını oyuyor.
Anakronizm tehlikesinden söz etmiştim ve günümüz toplumunun kendi özelinde farklılaşan koşullarına bakıldığında, siyasal gücün yukarıdan aşağı örgütlenmesini sağlayan kitlesel aygıtları iktidarın ömrünü uzatan bir etmen olarak işin içine katmak gerekiyor. Eğitim sisteminin egemen ideolojiyi koşulsuz destekleyen kuşaklar yetiştirmek üzere düzenlenmesi, siyasi anketlerle halkın nabzını tutarak geliştirilen söylemler, medyanın tek bir elde toplanması ve diğer manipülasyon yöntemleri modern çağın otoriteryanizme sunduğu nimetler arasında yer alıyor ve bilindiği gibi AKP bu yöntemlerin hepsine başvuruyor. Dolayısıyla, daralmanın getirdiği toplumsal barış imkansızlığının ve yoğun propagandanın kitlelerin toplumsal bilinç düzeyinde yarattığı bir tahribatla karşı karşıyayız. Uzun dönemde, gerçekleştirilen tahribatın telafisi zor olabilir çünkü İbn Haldun’un çağını belirleyen toplumsal dinamiklerin aksine, daralan siyasal güç öznesinin yeni bir asabiyetin istilasıyla ortadan kaldırılması gibi bir döngüsellik bugün söz konusu değil. Tek seçenek olarak, Siyasal İslamın din kardeşliğinin içine yuvarlandığı ölümüne çıkar çatışmasının alternatifi olarak, dil, din ve ırk ayrımı gözetmeyen bir dayanışma ruhunun egemenliği kalıyor. Elbette bunu zaman gösterecek. KHK’larla atılan ilerici hocalarımız da böylesi bir kuşağın yetiştirilmesine hizmet ediyorlardı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.