Kendiliğinden doğada yetişen, yerel halkın gereksinmelerini karşılayan ve paylaşılmış bilgilere dayanan bir ürüne nasıl mülkiyet hakkı verilebilir? Esas sorun da budur
Kendiliğinden doğada yetişen, yerel halkın gereksinmelerini karşılayan ve paylaşılmış bilgilere dayanan bir ürüne nasıl mülkiyet hakkı verilebilir? Esas sorun da budur
Robert Fortune 1812-1880 yılları arasında yaşamış bir İngiliz botanikçisidir. Botanik bahçelerinde çalıştıktan sonra 1842 yılında imzalanan Nankin Antlaşması (Birinci Afyon Savaşları’na son veren antlaşma) sonrası Çin’e gider, daha doğrusu yollanır. Kimin adına? İngilizlerin ünlü Doğu Hint Kumpanyaları adına yani sömürgeciliğin aracısı ya da efendisi adına. Amaç Çin’in yetiştirdiği çay ve türlerini alıp bunları Hindistan’da yetiştirmektir. Başarılı da olur. Yaptığı birçok seyahat sırasında kendini de güneyden gelen bir Çinli gibi tanıtarak çay bitkisini kimi Çinli işçileri de yanlarına alarak Hindistan’da Himalaya Dağı eteklerine 20.000 metre yüksekliğe diker. Daha önce Çinlilere afyon satarak karşılığında çay alan İngiltere, artık çay ve ticaretini eline geçirir ve ünlü darjeeling çayı buradan gelir. 120 kadar bitki türü de bulan ünlü botanikçi Robert Fortune sömürgeciliğe hizmet eder ve çay bitkisini “çalar”. İşte bugün buna biyokorsanlık adı verilmektedir.
Darwin ve birçok bilim adamı da dünyayı dolaşıp canlıları, türlerini incelemişlerdir ama insanlık ve bilim adına, korsanlık, yağmalama, açgözlülük adına değil.
Adından da anlaşılacağı gibi biyoloji alanında korsanlık yapmaktır. Korsanlık deniz taşıtlarına saldırıp yağmalayan ve ganimet elde etmeyi amaçlayan bir etkinlik olup bugün Afrika boynuzu taraflarında az da olsa rastlanmaktadır. Korsanlık bir hakkı izinsiz olarak da kullanmaktır.
Denizdekiler korsan, karalardakiler eşkıyalardır.
İşte biyokorsanlıkta bir ülkenin, topluluğun sahip olduğu biyolojik varlıkları yağmalamak, izinsiz kullanmaktır. Biyosömürgeciliktir, biyoçeşitliliğin pazarlanması, özelleştirilmesi, istismarıdır.
İlk kez çevreci mücadeleci ve RAFİ’nin (Rural Advancement Foundation İnternational) kurucusu Pot Roy Mooney tarafından 1993 yılında kullanılan biyokorsanlık deyimi, kısaca canlının metalaştırılmasıdır. Bir diğer anlatımla “Biyoçeşitlilik kaynakları ve buna bağlı yerel, yerli kişi ya da toplulukların sahip oldukları geleneksel bilgilerin (alışkanlıklar, yöntemler) yasadışı yollarla bir grup, şirket ya da devlet tarafından ele geçirilmesidir.” Ele geçirilen bilgiler bröve adı altında şirketlerin eline geçer ve bröveler karşılığında “yeni bulunan ürün” pazarlanır, satılır. Biyoçeşitlilik yaşamın dünyadaki zenginliğidir, çeşitliliğidir. Biyoçeşitlilik olmadan yaşam da olmaz. Ekosistemler, türler ve genlerin çeşitliliğidir. Bitkilerin, hayvanların, mikroorganizmaların çeşitliliği, bir arada yaşaması ve yaşamı sürdürmesidir. İşte ele geçirilen, yağmalanan ve sömürülen bu çeşitliliktir. Yerel halkın elinden bu ekosistemlerle, türlerle ve genlerle ilgili geleneksel bilgilerin çalınması ve kâr amacıyla kullanılmasıdır.
Kısaca “dünyanın ortak malının” yağmalanmasıdır.
Nobel İktisat ödüllü Elmor Ostrom “Ortak malların Yönetişimi” adlı eserinde ya da Garrett Hardin “Ortak Malların Trajedisi” adlı eserinde nedense biyoçeşitlilik gibi “evrensel ortak mal” dan söz etmezler. Otlaktan, avlanan balıktan, sulamadan, ormandan söz ederken bunların temelinde olan biyoçeşitliliği atlarlar.
Oysa biyokorsanlık; atalarımızın bize bıraktığı bilgi, alışkanlık, yöntemlerin piyasa tarafından metaya dönüştürülmesidir.
İlk önce araştırma yapılır; yerli halkların yaşadığı ekosistemlere gidilir. Genelde ilaç, kozmetik ve gıda sanayinde çalışan ve özellikle lobi etkinlikleriyle her yere burnunu sokup demokrasiyi kendi amaçları doğrultusunda kullanıp demokrasi diye pazarlayan çokuluslu şirketler bu konunun uzmanıdırlar. Yine tohum, kimya, biyoteknoloji alanında da korsanlık çalışmaları vardır. Burada tohumlar ve GDO’lara yer vermeyeceğiz. Bu konuda zaten çok sayıda yazı bulunmaktadır.
İlk önce yerel toplulukların yaşadığı alanlara turizm, yardım, bağış, gönüllülük adı altında gidilir ve tarama yapılır. Hangi ürün, nasıl, ne için kullanılmaktadır? Bitki, tür, canlı, gen bulunduktan sonra “eve” getirilir. Laboratuvarlarda “etken madde” araştırılır ve bulunur. Araştırmacılar da işe ortak olurlar. Bu etken maddenin yüzyıllar önce bulunmuş olması ve kullanılması önemli değildir. Yeni ürün artık bulunmuştur. Yeni bir ilaçtır, kozmetik üründür, olağanüstü özelliklere sahip “yeni” bir gıdadır. Arkasından “bröve” alınır. Artık bitkinin kullanımı yasadışı ilan edilir. Sonra pazarlanır, satılır. Artık başkası üretemez. Herkes satın almalıdır, yerli halk bile.
ABD, Avrupa ve Japonya’nın aldıkları brövelerin %90’ı geleneksel bitkilerle ilgilidir. Oysa biyoçeşitliliğinin %90’ı güney ülkelerindedir. Hem ahlaki, hem iktisadi haksızlık ya da hırsızlık söz konusudur.
Birkaç örnek verelim. Ancak bunlar bilinen örneklerdir. Bilinmeyen gizli saklı yürütülen çalışmalarda vardır. Bitkisel bir ürünün, ilacın kökenini saklamak çok da zor değildir.
Kendiliğinden doğada yetişen, yerel halkın gereksinmelerini karşılayan ve paylaşılmış bilgilere dayanan bir ürüne nasıl mülkiyet hakkı verilebilir? Esas sorun da budur.
Kuzeyin zengin ülkeleri biyoçeşitlilik ile yeni bir kâr kapısı bulmaktan memnundurlar. Yüzyılların birikimi olan yerli halkın bilgilerini karşılıksız gasp etmektedirler. Nasıl kıvırmaktadırlar? Bu alanda hukuki boşluklardan yararlanmaktadırlar. Bröve, yenilik, fikri mülkiyet ve sözleşmelerdeki hukuki boşluklardan yararlanmaktadırlar ya da sadece gasp etmektedirler. Uluslararası sözleşmeler yeterince koruma sağlamamaktadır. Onay, izin, paylaşım olmadan ellerinden alınan bu kaynaklara karşı yerel halk nasıl mücadele edecektir? Ellerindeki kanıtlar atalarından kalan sözel bilgilerdir.
Önce uluslararası sözleşmelere bakalım. Biyokorsanlık alanında açık bir sözleşme yoktur. Ancak 1992 yılında Rio’da kabul edilen biyoçeşitlilik sözleşmesi genel olarak biyoçeşitliliğin ve kaynaklarının korunması ve adil paylaşımını önerir. Biyokorsanlıktan söz edilmez.
2010 yılında Japonya’nın Nagoya kentinde kabul edilen sözleşme-protokol, biyoçeşitliliğe konu alan kaynakların -bitki, hayvan,bakteri ve diğer organizmalar- ticari, araştırma ve diğer amaçla kullanımıyla ortaya çıkacak yararların doğru ve adil bir paylaşımını içerir.
Paylaşım nasıl yapılacaktır? Güzel sözler yerel halkın gasbını engellemez ve karnını doyurmaz. Hatta karnını doyurduğu bitki elinden alınır.
Nagoya Sözleşmesi 2000 yılında biyoteknolojik riskler ve biyogüvenlikle ilgili olarak imzalanan Cartegana Sözleşmesi’nin devamı sayılabilir. Tüm sözleşmelerde olduğu gibi imzalayan ülkelerin sayısı ve uygulamalarına bağlı olarak az çok koruma sağlamaktadır ve boşluklar bulunmaktadır (örneğin ABD imzalamamıştır). Yaptırımlar zor görünmektedir. Fikri mülkiyet, bröveler içerikleriyle kaynağın farklı olduğu, aynısı olmadığı iddia edilir. İlgili biyolojik kaynağın çok önceden yani sözleşmelerden önce toplandığı iddia edilir.
TİRPAA (Traité İnternational sur les ressources phytogenetique pour l’alimentaton et l’agriculture-Gıda ve Tarım için Fitogenetik Kaynaklarla İlgili Sözleşme) ekimi yapılan biyoçeşitlilik kaynaklarını korumayı amaçlar.
Sonuçta tüm biyokorsanlık olaylarının ele alınıp yerli halkın kaynaklarını, bilgi ve geleneklerini ve biyoçeşitlilği gerçekten korumak için bröve, fikri mülkiyet, uluslararası sözleşmeler alanında boşluklar doldurulmalıdır.
Bu sözleşmeler dışında iki taraflı antlaşmalar da vardır. İki ülke arasında yapıldığı gibi bir firma ile yerli halk arasında yapılır. Merck firması dünyadaki biyoçeşitliliğin %5’ine sahip Kosta Rika ile biyoçeşitliliği korumak için çalışmaktadır. ABD kökenli Cognis firması argan yağı ile ilgili olarak yerli halkla çalışarak hem bitkinin korunması sağlanmakta, hemde çiftçilere destek olarak ekim alanını genişletmektedirler.
Biyokorsanlığın önlenmesinde en önemli adımlardan ilkinin yerel halkın örgütlenmesi olacaktır. Kuracakları kooperatifler ile bilgi ve geleneklerini koruyacaklar ve kendileri kazanacaklardır. Örneğin Mali’de sorgo bitkisi ve tohumunu korumak amacıyla yapılan işbirliği sonucu 10-15 tür tohum koruma altına alınmış ve bilgiler veritabanında toplanmıştır.
Biyoçeşitliliğin önemli bölümü güney ülkelerinde olduğundan bu ülkelerin biyoçeşitlilik ve biyokorsanlık konusunda işbirliği yapmaları kaçınılmazdır. Kimi ülkeler (Brezilya) biyoçeşitlilik alanında uzmanlaşmış polis birlikleri kurmuşlardır.
1995 yılında Endonezya’nın Cakarta kentinde biyokorsanlığa karşı kimi STÖ (sivil toplum örgütleri) koalisyon kurmuşlardır. RAFİ, AGETC (Action Group on Erosion, Technology and Concentration), Vandana Shiva’nın Third World Network adlı kuruluşu bu alanda çalışmaktadırlar ve kimi kez de önemli sonuçlar elde etmektedirler.
Biyoçeşitlilik konusunda zengin olan ve türlerin çoğunluğuna sahip olan ülkeler (megadivers-aşırıçeşitli) 2002 yılında kurdukları bağımsız bir örgütle (Like Minded Megadiverse Countries) çalışmalar yürütmektedirler.
Karadeniz ya da Toros’lardaki biyoçeşitliliğimizi korumak için ülkemizinde gerekli önlemleri alması şarttır. Öncelikle bu çeşitliliğin yörede yaşayan insanlarla birlikte ortaya çıkarılması ve veritabanı yaratılması gerekir. Sonrada yine yöre halkın yararlanması amacıyla biyoçeşitliliğin korunması ve sürdürülmesi için gerekli önlemlerin alınmasında yarar vardır.
Bir-iki kitap:
Kaynaklar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.