“Bak hayır demezsen…” diye başlayan cümlelerin Şerif’e bir faydası yok. Görebileceği en ağır şeyleri fazlasıyla yaşamış çünkü. “Bu Kürtler de…” diye başlayan cümlelerin de bir yararı yok
“Bak hayır demezsen…” diye başlayan cümlelerin Şerif’e bir faydası yok. Görebileceği en ağır şeyleri fazlasıyla yaşamış çünkü. “Bu Kürtler de…” diye başlayan cümlelerin de bir yararı yok
“Bizim mahalleden geriye bir toz yığını kaldı abe, bizim ailenin 6 evi yerle bir oldu. Canlar gitti, malın ne hükmü var? Çocuğum kanser, onun peşine düşmüşüz. Köksüz kalmış bir ağaç gibi kuruyor, suluyoruz ama bir faydası yok. Oğlumun sağlığından daha önemli bir şey yok şimdi gözümde. Varımız yoğumuzla, elimizde avucumuzda ne kaldıysa, Ramazan’a bağlamışız. Nicedir yüzümüze bakmayan Allah oğlumuzdan sebep yüzümüze bakar mı acep?”
Susuyorum, ne desem. Yerle bir olmuş kentler, toz yığınına dönüşmüş mahalleler, tank-top ateşiyle yıkılmış, mitralyözlerle delik deşik edilmiş evler; diri diri yakılmış, sokak ortasında kurşunlanmış ve öylece bırakılmış insanlar… Toledo’dan söz ediyorlar. Aklımızda Guernica. O tablodan çıkmış gibi Şerif, içine girmeden asla anlayamayacağımız o tablodan…
Bir ara referandum, diyecek oluyorum, diyemiyor susuyorum sonra. Kimse bir şey sormadı Şerif’e yıllardır. Evini başına yıkarlarken de soran olmadı. Bu yüzden “Bak hayır demezsen…” diye başlayan cümlelerin Şerif’e bir faydası yok. Görebileceği en ağır şeyleri fazlasıyla yaşamış çünkü. “Bu Kürtler de…” diye başlayan cümlelerin de bir yararı yok.
“Barış Süreci”nin akameti, öncesi ve sonrası sindirme politikalarıyla işlevsiz kılınan 7 Haziran seçimleri, giderek tırmanan gerilim, patlamalar, katliamlar… Selefi İslam’ın en gerici ve barbar yorumunu pratiğe döken IŞİD’in, bölge ükelerinden de büyük destekler alarak, başta Kürtler olmak üzere, kontrol dışı kalan ve biat etmeyen tüm halklara, dinlere, mezheplere yönelen saldırıları, büyük katliamları… Büyüyen savaş ve göç dalgası… Kürtlerin gösterdikleri hesap dışı direnişle, Irak’tan sonra Suriye’de de bir statüye kavuşma ihtimallerinin çoğalması… İstikrar vaadiyle girdiği ama kendisi için ummadığı bir darbe olan 7 Haziran yenilgisini, 1 Kasım’da ülkeyi adeta bir korku tüneline sokarak yamayan ve “referandum” öncesi korku pompalamaya devam eden iktidar söylemi… 15 Temmuz darbesi ve iktidarın “darbeyi bastırma” darbesi, bir zamanlar OHAL’i kaldırmakla övünenlerin OHAL’siz referandum bile yapılamayacağını söyler hale gelmeleri… Yaygın hak ihlalleri, yaygın ihraçlar, tutuklamalar… Dinin hemen her alana sirayet eder ve her alanı belirler hale gelmesi, bütün bunlar, mevcut sürecin karmaşıklığını anlamak için farklı renklere boyanmış birer anahtar gibi duruyor.
“Komşularla sıfır sorun”la başlayıp eski müstemlekeler üzerine beslenen ve “Oralar bizden sorulur” havasıyla ve Osmanlı üstenciliğiyle, neredeyse bütün komşuları sıfırlayan, ama süreç içinde daha büyük güçler arasında sarkaç gibi sallanan ve sırayla efelendiği herkesle, -Rusya’dan İsrail’e, İran’dan AB’ye, Irak ve Suriye rejimlerine, Esad’a, İbadi’ye- “bizi yanlış anladınız, öyle demek istememiştik” edasında, önce söylenmişi unutan, tekrar ilişki ve anlayış talep eden bir dış politika… “Suriye’de herkes bizim dediğimize geldi sonuçta” dedi Başbakan geçen gün. Doğru lafa ne demeli. Birbirinin zıddı olan o kadar çok şey o kadar farklı biçim ve içerikte söylendi ki olmakta olan’ın birine denk gelmesi şaşırtmıyor kimseyi. Sonuçta gelinen nokta, ve herkesin geldiği var sayılan, ya da gelinmesi istenen nokta şu: Kürdün hiçbir yerde hakkı hukuku olmasın, buna olur verildikten sonra da, kim ne yaparsa yapsın, ne halt ederse etsin…
Nisan başında yapılması planlanan, TBMM’den 330 üzeri oyla onay alan “Anayasa değişiklik paketinin halkoyuna sunulması” gibi masum bir ifadeyle “referandum” olarak ilan edilen sürecin kavramları hakkında doğru bilgiye sahip miyiz? Her ne kadar kavram olarak referandum kullanılsa da planlanan oylamanın bir plebisit olduğu açıktır.
Referandum tanımında, halkoyuna başvurulması istenen konuda, gerek parlamento ve gerekse halk nezdinde tüm tarafların, serbestçe ve eşit bir biçimde tartışabilmesi, katılım sağlayıp örgütlenebilmesi ve propaganda yapabilmesi kadar, söz konusu ülkenin genel demokratik normlar ve özgürlükler konusunda da sorunsuz olduğu düşünülür.
Plebisit ise kimi farklılıklarına rağmen yukarıdaki normlardan yoksundur. Kemal Gözler’in “Halkoylamasının Değeri” adlı önemli makalesi[1], Referandumdan plebisite uzanan biçimleriyle, “halkoylaması”nın dünya ve Türkiye’deki uygulanmış örnekleri üzerinden, demokratik külliyatın belli başlı duayenlerini de dahil ettiği bir tartışma yürütür:
“1982 halkoylamasını bir “halkoylaması” olarak kabul etmemek gerekir. Çünkü, bir kere, bu oylamada “hayır” oylarının çok çıkması halinde ne yapılacağı belirtilmemiş, yani vatandaşlar, 1982 Anayasası ile bir “kaos” arasında tercih yapmak zorunda bırakılmışlardır. Diğer yandan, partiler kapatılmış, “evet” oyu için devlet propagandası yapılmış; ama “hayır” oyu için ise propaganda yasaklanmıştır. Nihayet, halkoylaması, Cumhurbaşkanlığı makamı için yapılan bir “plebisit” ile birleştirilmiştir” (Kemal Gözler, a.g. makale)
“Ülke bir darbe anayasasıyla yönetilemiyor artık” deyip, 12 Eylül’ün darbe metnini bile mumla aratır hale gelen bir süreç yaşanmakta. Halk katılımının sağlanmadığı, tarafların serbest ve eşit bir biçimde konumlanmadığı, tartışamadığı; muhalifler üzerinde ağır baskılar uygulandığı, OHAL kararnameleriyle bütün temel hakların askıya alındığı, “evet” dememenin çok ağır sonuçlarının olacağı, “hayır” demenin istikrara ağır darbeler indireceği biçimindeki muktedir yaklaşımın, kontrol altına alınmış medya vb. kurumlar tarafından yeniden üretilen ve yaygınlaştırılan “milli zaruret” havası, yeni bir plebisitin tüm gereklerini ortaya koymaktadır.
Bu halkoylamasının kolaylıkla “plebisit”e dönüştürülebilmesi ihtimalidir. Halkoylaması bir ‘kuvvetli adam’ heveslisinin elinde, kolayca amacından saptırılabilir. Bu durumda, halk, bir metni onayladığını sanarken; gerçekte, bir adama sınırsız iktidar verir. Plebisit, bir kuvvetli adam heveslisinin, kendisine karşı çıkabilecek hiçbir muhalifi olmadan, rakiplerine propaganda özgürlüğü tanımadan, kendi iktidarını halka onaylatmasıdır. Plebisit, muhalefetsiz seçim; rakipsiz yarıştır. Bu yola, çoğunlukla, kendi sınırsız iktidarlarına meşruluk kazandırmak isteyen diktatörlerin başvurduğu görülmektedir” (Kemal Gözler, Münci Kapani ve Jaques Cadart’a atıfla, “Halkoylamasının Değeri”).
Celal Doğan’ın deyimiyle, kalecinin kale direğine bağlandığı boş kaleye, “istikrar ve güçlü irade” adına, barajsız serbest vuruşlar yapılmakta, atılan her golün inceliği ve şıklığı üzerine de ekranlardan kelli felli yorumlar fışkırmaktadır. Gidişat pek çok bakımdan sancılıdır. Ekonomi şarampole yuvarlanmış haldedir. İşsizlik ve yoksulluk gün be gün artmaktadır. 33 yıldır devam eden, arada “Bu sorun -Kürt Sorunu- askeri yöntemlerle çözülemiyor artık” çıkışlarına da bolca tanık olan bilindik savaş halinin bilançosu gitgide ağırlaşıyor. Suriye cephesinde de durum sanıldığından kötü. El Bab’da çakılıp kalan “hızlı” ilerleme, “daha ileri gitmemizin anlamı yok” biçiminde revize edilirken, İdlip’e sürülen, TC desteği almış, irili ufaklı, kimilerine göre sayıları 30 bini aşan, El Bab’da TC adına savaşmayı da reddeden ve soluğu Türkiye’de alacakları günü beklemekte olan onlarca grubun mensubu cihat savaşçılarının ürkütücü belirsizlikleri, altı çizili bir diğer önemli problem olamaya devam ediyor.
Nusaybinli Şerif’in baktığı yerden net bir tavır geliştirmek çok zor. Evet-hayır ikileminin hayati önemde olduğuna, hayır çıkması halinde pek çok şeyin düzeleceğine, dair vurguların da abartılı olduğunu söylemek gerekiyor. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ın hayır çıkması halinde sonucu kabulleneceğini açıklaması gerektiğine dair kaygısı da bunun işareti. Bu oylama Hayır’a göre kurgulanmış bir oylama değil. Hayır çıkması halinde, OHAL yetkilerinin çok daha fazlasını kullanmış KHK tarzı, yeniden devreye girecek, işaret edilen “kaos” gerekçe gösterilerek iktidar yeniden tahkim edilecektir. Milletin bu “kaos”u yeterince anlamamış olması hali, muhtemel ataklarla pekiştirilecek ve halk ikna edilinceye kadar, egsoz borusu açık bırakılacaktır.
Bu anlamda, kendisine yönelen ağır baskılara güçlü bir Hayır’la cevap verecek Kürt kadar, “Bize ne bu oyundan” diye düşünecek Kürdü de anlamak gerek. Ağır ithamlardan, ihanet vb. söylemlerden kaçınmak da önemli.
Bencileyin, olası bir “Hayır” fazlalığı, mevcut iktidarın şahsında yol alan, bölgesel çapta gerici ve köleleştiririci bir dizayn ediciliğe de soyunan “tek adam, tek devlet, tek bayrak” koalisyonunun, zaten çok tartışmalı olan uluslararası meşruiyetinin daha da sarsılması anlamını taşıyacak ve demokrasi ve özgürlükler başta olmak üzere haklar mücadelesinin yükselmesine katkı sunacaktır. Şerif’e gelince, ne yapacağına kendisinin karar vermesi doğru ve tartışılmaz olandır.
[1] Kemal Gözler, “Halkoylamasının Değeri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt XL, 1988, Sayı 1-4, s.97-113. (www.anayasa.gen.tr/halkoylamasi.htm. Konuluş Tarihi: 4 Aralık 2005).
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.