Ufukta görünen Başkanlık referandumu öncesinde herkesin hatırlamasında fayda vardır ki, Türkiye, Tayyip Erdoğan’dan büyüktür!
Türkiye gibi bir ülkeyi kendi “paltosundan çıkartacak” en son özne, bugünkü İhvancı kast olabilir. Başkanlık referandumu öncesinde herkesin hatırlamasında fayda vardır ki, Türkiye Erdoğan’dan büyüktür!
HDP’nin seçim başarısı kazanan çizgisi hatırlansın; HDP Türkiye ile Erdoğan’ı (dolayısıyla AKP’yi) ayırıyor, Türkiye ile birleşme iradesi sergilerken, Erdoğan’ı hedefe yatırıyordu.
Yıllar önce Anti-Duhring adlı eserde karşılaşmıştım; eser yazarı Engels’e göre Duhring felsefesi, birlik kavrayışı ile analize başlasa da sorunsuz bir şekilde tekliğe geçtiği için idealistti. Birlikten – ki söz edilen çelişkili birlikti- tekliğe sıçramak felsefede idealizmle sonuçlanıyor olabilir, peki ya siyasette?
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yönetici kliği başta olmak üzere geniş bir çevre, 15 Temmuz Fethullahçı darbe girişiminden sonra memleketteki her olayı “birlik ve beraberliğe” gönderme yaparak değerlendiriyor. Buna göre, Eroğan’ı hedef alan her şey, içerden ve dışardan gelen birer fenalık olarak birliğimizi hedef alıyor. Açıklayıcı çerçeve sadeleşince çözüm de sadeleşiyor; birlik ve beraberliği koru, yeter!
Dört koldan yürütülen propogandanın varsayımlarındaki gevşeklik şimdilik sorun teşkil etmiyor görünüyor. Örneğin birlik ve beraberlik derken tesis edilmesi gerekenden mi, yoksa korunması gerekenden mi söz ediliyor, belli değil. Birliğin, aynı anlama gelecek şekilde politik toplum olarak vücut bulmanın ölçeği millet mi ümmet mi, o da belli değil. Oysa bunlar Erdoğan halesi altında toplanmış siyasal bloğun keskin kırılma hatlarına işaret ediyor. Yine de bloğu bir arada tutan önemli ögeler söz konusu; başta gelenlerden biri de tehdit tanımındaki konjonktürel ortaklaşma. Kürtlerin bölgesel bir aktör olarak ortaya çıkışları ve statü talepleri, Türkiye’de milli birliğe yönelmiş ve kesinlikle bertaraf edilmesi gereken bir tehdit olarak değerlendiriliyor.
İç farklılıkları olmakla birlikte mualefetin geniş bir kesimi, Erdoğan halesi altında “milli birlik” sloganı ile toplanan bloğu 3. MC (Milliyetçi Cephe) şeklinde nitelendirerek, diktatörlüğe karşı demokrasi için birlik çağrısı yapıyor. Kanımca mevcut bloğu koalisyon şeklinde adandırmak öncelikle Erdoğan’ın siyasi kişiliğine ve dahil olduğu İslamcı siyasal geleneğe haksızlık olur. Bu siyasal kültür, küçük ortak olarak her türlü koalisyona açıktır; iğne deliğini gösterin, geçerler. Ama büyük unsur olarak asla bir koalisyon teşkil etmezler; iman edene, biat edene, taktik desteklere tabi ki kapıları açıktır. Dolayısıyla koalisyon; Erdoğan iradesinin bir ürünü olarak değil, Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek’in bir sanısı olarak vardır; bir zamanlar benzer bir sanıya Fethullaçıların da sahip oldukları hatırlanarak.
Bu satırların yazıldığı sıralarda Başbakan Yıldırım tarafından kabinede MHP’li bakanların olabileceği şeklindeki bir kulis bilgisi, yeniden AKP-MHP koalisyonu şeklindeki haber-analizlere yol vermiş görünüyor, üstelik gene 1970’lerin ikinci yarısından sonraki MC koalisyonlarına atıfla. Ne mevcut fiili hükümet sisteminde ne de fiili durumu anayasal güvenceye kavuşturmayı amaçlayan Erdoğan tipi başkanlık rejiminde, koalisyona yer bulunmuyor. Eğer koalisyonu, farklı siyasal programlara sahip tarafların güçleri oranında siyasal yönetim erkini paylaştıkları bir hükümet etme biçimi olarak anlıyorsak, Türkiye bu olasılığı AKP’nin 2011 seçim başarısından sonra tümüyle devre dışı bırakmış görünüyor. Erdoğan ve ekibi, AKP’yi kurucu parti formunda tutarak bütün bir idareyi şahsileşmiş güç kullanımına transfer etmeye başlamış, kendisi bir koalisyon ürünü olan AKP, bedelini Türkiye’nin ödediği karşılıklı kılıç çekmelerle iç tasfiyelere yönelmiştir. Laf buraya gelmişken bir parantez açıp FETÖ davasını sürdüren savcılara G. Fuller’in 2008 tarihli “Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör” başlıklı çeviri kitabı önerilerilebilir. O kitaptan rastgele bir alıntı: “Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır. İki taraf arasındaki bağların bu şekilde iyileşmesi,bu defa koyu Kemalistler arasında daha karanlık kuşkuların yükselmesine sebep olmuştur. (a.b.ç)”
AKP şu sıralar, siyasi parti vasfına en uzak noktadaki bir örgüt görünümüne sahiptir. 2013 Gezi / Haziran İsyanı’yla karşılaştıktan sonra adeta refleksif olarak hızla strateji değiştiren ve kendi siyasi kaderini koskoca bir ülkeyle özdeşleştirmeye yönelen karizmatik bir liderin -kendileri reis der- pençesi altında; algıda cesur, kararlı, hedefe kilitlenmiş, olguda devlet ve para garantisi olmadan adım atamayanlar toplamı bir örgüt söz konusudur.
İşte bu hal ve şart altında Aydınlık yazarı ve gazeteci Rafet Ballı “stratejik bakışlı” İslamcıya “sık sık” sormaktadır: “Tayyip Bey, Kemalistlerle ittifak imkanını niçin geri çeviriyor?” Aldığı yanıt şöyledir: “İslamcılıkta cephe anlayışı yoktur.” 19 Ocak 2017 tarihli makalesinde Rafet Ballı’nın aldığı yanıttan ikna olmadığını anlıyoruz. Böyle bir soruyu sık sık sormasının ve aldığı yanıttan ikna olmamasının arkaplanında şöyle bir tespit yatıyor: Bir bütün olarak Türkiye’yi hedef alan emperyalistler ve yerli işbirlikçileri bu amaçlarını Erdoğan karşıtlığı ardına gizliyorlar! Tesbite bakar mısınız? Niyet okumuyorum; bizzat Doğu Perinçek’in yazılarında bu yönde çok sayıda değerlendirme mevcuttur. Siz Erdoğan’ın yerinde olsanız bu yöndeki değerlendirmeleri şöyle okumaz mısınız: Türkiye’yi hedef alanlar tabii ki beni hedef alıyorlar; çünkü ben Türkiye’yim!
Yeri gelmişken bir parantez de Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek için açmalı. Sosyalist solda zaman zaman alevlenen kimi ithamlarla ilgilenmeyeceğim. Bunun analize faydası bulunmuyor. Hatta Sendika.Org okurlarını kızdırmak pahasına, Perinçek’in son derece isabetli siyasal strateji analizleri yapabilen az sayıda isimden biri olduğunu da vurgulamak isterim. İlginç olan husus şudur: Çoğu durumda mücadele halkasını isabetli bir şekilde tanımlayan Perinçek, iş siyaset önermeye gelince, Türkiye devrimi ve Türkiye halkı için en zararlı siyaset ne ise onu önerebilmektedir! Doğru halkada yanlış siyaset izlemek yerine, birçok sol çevrede olduğu gibi yanlış halkada doğru şeyler yapmaya çalışsaydı acaba Türkiye devrimine daha mı az verirdi, diye düşünmeden edemiyor insan. Perinçek bugün de yakalanması gereken mücadele halkasını “Türkiye’de birliği tesis etmek” şeklinde tanımlamakla son derece doğru bir hattı işaret etmektedir; ancak önerdiği siyaset bu birliği baştan imkansız kılacak bir adrese kayıtlıdır; Erdoğan’ın Türkiyesi…
Erdoğan’ın Türkiyesi tanımlamasını ısrarla kullanan ve yaygınlaşmasına katkı sağlayan ismin Michael Rubin olması şaşırtıcı mı geldi? Rubin 2006’lı yıllardan başlayarak, Graham Fuller ve arkadaşlarının Türkiye’ye biçtikleri donun keskin bir muhalifi olarak kaleme aldığı yazılarda Türkiye’den artık “Erdoğan’ın Türkiyesi” olarak söz eder; bir bakıma Fuller’lerin çizdiği Yeni Türkiye portresi, Rubin için de verilidir. Fuller’e göre Gülen Hareketi ve AKP ortaklığı henüz 2008’de Kemalist Türkiye’yi dönüştürmüş, piyasa ve Batılı değerlerle barışık bu “canlı İslamcı camianın yükselişi… bir adım ötesinde, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ve daha genelde İslam dünyasıyla ilişkileri üzerinde önemli etkilere sahip bir” ülke haline gelmesinin yolunu açmıştır. İşte o tarihlerde Rubin, Türkiye’yi dönüştüren siyasal İslamcı kadrolara güven olmayacağını ileri süren yazılar yazmaktaydı. Tam bir “fitneus ficirus” kafaya sahip bulunan Michael Rubin şimdilerde kalemini Türk Ordusu ile Kürt silahlı güçlerini Ortadoğu zemininde karşı karşıya getiren senaryolar üzerinde konuşturuyor.
Gezi/ Haziran direnişi ile, kendi değerlerini norm kabul eden bir Türkiye’yi -Erdoğan’ın Türkiye’sini- kuramayacağını sezen (anlayan değil) Erdoğan, Türk Bayrağını adeta kendi özel simgesi gibi kullanarak hızla Türkiye ile özdeşleşme -Türkiye’nin Erdoğanı- stratejisine yönelmiştir. Erdoğan’ın yetiştiği sokaklarda buna “arkaya dolanarak puan alma” denir ki, bu stratejide 2015 Haziran seçimlerinden sonraki hemen her şey lehine işlemiştir. HDP’nin seçim başarısı kazanan çizgisi hatırlansın; HDP Türkiye ile Erdoğan’ı (dolayısıyla AKP’yi) ayırıyor, Türkiye ile birleşme iradesi sergilerken, Erdoğan’ı hedefe yatırıyordu. Temmuz 2015’le birlikte gündeme gelen hendekler ve öz savunma eylemleri ise ardında bıraktığı trajedilerin yanı sıra Erdoğan ve Türkiye özdeşliğini güçlendiren etkisiyle de değerlendirilmelidir. PKK sistematik bir şekilde bu özdeşliği güçlendirecek bir çizgi izledi; izlemeye de devam edecek görünüyor. Nedeni çok açık; Türkiye Erdoğan’la ne kadar özdeşleşirse, PKK bölgede o kadar geniş bir siyasi manevra esnekliği kazanıyor. Ne var ki özdeşlik güçlendikçe Türkiye kırılganlaşıyor!
Taktik esneklikle gidilecek yer, Rubin gibilerin üzerinde çalıştıkları patikalara benzeyecek ise, İhvancı yönetici kastın zaten başka çıkışı yok; ırkçı payandalarını da peşlerine takarak böyle bir olasılığa doğru koşturacakları çok açık. Şimdilik bu noktada Erdoğan’ın Türkiyesi özdeşliğine fazla bel bağlanmaması gerektiğini belirtmek isterim. Türkiye gibi bir ülkeyi kendi “paltosundan çıkartacak” en son özne, bugünkü İhvancı kast olabilir. Başkanlık referandumu öncesinde herkesin hatırlamasında fayda vardır ki, Türkiye Erdoğan’dan büyüktür!