Kaotik ortamın kaosa dönüşmeye başlaması, Yenikapı koalisyonunu bozuyor, tümüyle dağıtabilir de. O zaman, başka olasılıkların önü açılacaktır
Kaotik ortamın kaosa dönüşmeye başlaması, Yenikapı koalisyonunu bozuyor, tümüyle dağıtabilir de. O zaman, başka olasılıkların önü açılacaktır
Erdoğan’ın totalitarizmi, belli ana özelliklerden oluşan bir zeminde kök salıyor. Sonra da, köklerinden destek alarak yükselen sütunlarla, toplumsal ve siyasal alana yayılıp zenginleşiyor.
Özellikle “ustalık dönemim” dediği 2010 sonrasındaki 3. döneminde gittikçe artan bir hızla bu zemini açık ve inşa etti.
Kendisini zorlayan Gezi isyanı ve 17-25 Aralık operasyonlarından itibaren, iktidarda kalabilmek için artık her türlü “örtüyü” sıyırıp atmak zorunda kaldığını ve çıplak yüzle davranarak kendi bağımsız zeminini tümüyle açığa vurduğunu saptayabiliriz.
Bir kez bu zemine açıkça yerleşince de, sürecin doğası gereği, hem o zemin sürekli tahkim edilerek güçlendiriliyor hem de sürekli yayılarak kendisini her yere dayatıyor.
Geldiğimiz aşamada, toplumsal ve siyasal yaşamımızın artık neredeyse her alanına bu zeminin tartışılmaz-mutlak egemenliği dayatılıp, inşa ediliyor. Dinmeyen, dinmeyecek bir saldırı altındayız.
En başta, Erdoğan’ın kendisi, baş despot/diktatör olarak, diğer alanlardaki bütün totaliter egemenlikleri kendisine bağladığı bir oligarşik zirvede konumlanıyor. O zirvede/Saray’da inşa edilen güç alanı, yaşamın diğer alanlarına yerleşmeye çalışan uzantılarına güç sağlıyor, kendisini onlarla ete-kemiğe büründürüyor, yerelleştiriyor.
“Vakit geldi, şimdi ya da hiçbir zaman” diye düşünüyor olmalılar.
İşte, bu ana sütunlardan birisi erkek egemenliği ya da başka açıdan bakarsak kadın düşmanlığıdır.
Adamın biri bir gün arabasıyla işine giderken gözüne çarpan parktaki spor yapan kadını (dikkat, günlük gazetelerde çoğunlukla böyle yazılmıyor; “kadın” değil “hamile kadın” denerek aslında örtülü olarak “hamile olmayan kadınlar erkek saldırısı için uygun olabilir” ya da “madem hamile, niye evinde oturmuyor” denmiş oluyor) alçakça dövdü, kadın bağırınca da korkarak kaçtı.
Başkalarının yanı sıra, mesela tıpkı neo liberal çalışma koşullarının derinleştirilmesi ya da Suriye’deki bataklığa daha da batma gibi, kadın dövülmesi olayı da, tipik bir Erdoğanist tutumdur, bir bakış açısının eyleme dönmüş halidir.
Nasıl mı?
Erdoğanizmin oligarşik ve totaliter yapısı, toplumsal yaşamın diğer alanlarındaki gerçekleşmesine benzer biçimde, erkek ve kadın cinsi arasındaki ilişkide de, erkeğin sorgusuz-sualsiz oligarşik egemenliğine dayanır. Bu egemenlik, var olabilmek için, ürettiği değerler sisteminin totaliter bir tarzda- başka değer yargılarını ret edip düşman görerek yok etmesine, kadının tümüyle erkeğe bağımlı kılınmasına, emeğinin karşılıksız sömürülmesine ve sonra da aşağılanarak hiçleştirilmesine ihtiyaç duyar ve bunu gerçekleştirir.
Birçok kadın, “biz zaten bu tarzı iyi biliriz, alışığız da” diye düşünebilir; haklıdırlar da; ama, “beterin de beteri var” denildiği gibi; Erdoğanizm, bildiğimiz erkek egemenliğinin daha da derinleşerek gelişip güçlenebileceği uygun toplumsal ortamı yaratır.
Bu süreç, erkek egemenliğinin daha “içerden” normalleşmesi ve elbette kadın hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesiyle birlikte yaşanacaktır. Çok yakında feminizm “din düşmanı” ilan edilirse, kimse şaşırmamalıdır.
Yani, Erdoğanizm, kadınlar açısından, hiç de hafife alınmaması gereken özel bir yönelimdir.
Erdoğanizm, erkek-kadın ilişkisini böyle kurunca, kendi yapısını toplumsal yaşamın oldukça ağırlıklı bir alanında gerçekleştirmiş olur ve buradan aldığı güçle diğer alanlarda da gerçekleştirmeye çalışır.
Erkek-kadın yerine, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ve sermaye-emek ilişkisini koyarsanız; aynı yapının o alanlarda da özgün biçimlere bürünerek gerçekleştirilmeye çalışıldığını görebiliriz.
İşte, eğer sürece aşağıdan yukarıya doğru bakarsak, farklı alanlara yayılmış bu tarzdaki egemenlik ilişkilerinin, Saray’da buluşup ortaklaşarak özgün bir iktidar alanı/”Başkanlık sistemi” kurmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Erdoğanizm böyle bir iktidar alanının ideolojisidir. Dünyanın hiçbir coğrafyasında görülmeyen bir “Başkanlık sistemi” kurulmaya, aslında faşist bir diktatörlük anayasası zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor.
Bu ideolojinin/Erdoğanizmin totaliter egemenliği, her alanın “efendisine”, kendi alanının “kölelerine” her türlü dayatmayı yapma, onu hiçleştirme veya itiraz ederse şiddet kullanarak yok etme “hakkını” verir.
Örneğimizdeki gibi erkekse, arabasını durdurup dövebilir, metroda gülmesine sinirlenip saldırabilir, eteklik giymesinden tahrik olup tokatlayabilir, taciz ve tecavüz etmeyi veya “kızınca” öldürmeyi kendi hakkı olan “normal” bir davranış olarak görür.
Erdoğan’ın iktidar yıllarında kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerin inanılmaz bir hızda artması, kesinlikle rastlantı olmayıp, tümüyle inşa edilen yeni egemenlik sisteminin yapısal bir sonucudur. İnşa süreci ilerledikçe, sonuçlar daha yaygın ve daha yıkıcı bir yapıya bürünecektir.
Evet, biraz ürkütücü olsa da, şimdiye dek kadınların başına gelenler, şayet Erdoğan iktidarını sürdürebilirse, bundan sonrası açısından oldukça hafif kalacaktır.
Ama, aynı durum, Aleviler, Kürtler ve işçiler için de geçerlidir; ve, Erdoğanizm, bu seçilmiş-özel alanlarda gerçekleştikçe, toplumsal yaşamımızın bütününe doğru hızla yayılacak, nefes alınabilecek bir küçük boşluk bile bırakmamaya çalışacaktır.
Nitekim, yayılıyor da!
Muhalefet yapmak hatta farklı olmak bile, tümüyle haince ve düşmanca bir tutum olarak değerlendiriliyor. Bu türden suçlamalar sürekli alan kazanıp, sertleşecektir.
Artık insan hakları gibi kimi demokratik dengeler de, unutulacak ve biz “köleler” despotumuzun uygun görüp lütfederek “ihsan buyurduğu” kırıntılara sevinmekle yetineceğiz.
Şimdi önümüze koyulan “Anayasa” da, despotun/diktatörün yetkilerini ve güvencelerini arttırmak için yapıldı.
Dünyanın hiçbir coğrafyasında görülmeyen bir “Başkanlık sistemi” kurulmaya, aslında anayasa kavramının içerdiği hiçbir kurumlaşmayı ve işleyişi içermeyen, ama sırf bir “asma yaprağı” olsun diye “anayasa” denen bir “tarihsel suç belgesi”, tartışarak onu meşrulaştıralım diye önümüze atılıyor. Patlatılan bombalar ve yürütülen iç ve dış savaş koşullarının baskısı altında, faşist bir diktatörlük belgesi, “alın size anayasa” denilerek, zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor.
Bu belgede, halk, halkın günlük yaşamı, bu yaşamın akıp giderken karşılaştığı sorunların çözümüne yönelik hangi kurumlaşmaların gerektiği tartışılmıyor.
Tersine, bir taş ya da çelik gibi var olan bir diktatörlük ve bu oligarşik-totaliter var oluşun kendisi gibi taştan-çelikten yapılmış toplumsal ve siyasal sütunları halka/bizlere dayatılıyor.
Halkın hiçbir değeri yok; o hiçleştiriliyor ve diktatörün keyfine göre belirlenen o sütunların içine yerleşebileceği uygun kalıplara girmeye zorlanıyor.
Evet, sorgusuz-sualsiz “biat” ve kullaşma dayatılıyor: “Padişahın hükmüne sual olmaz” dememiz isteniyor.
Hükmetmek ve sadece “ezerek” değil, dini kullanarak “kutsallaştırma” yoluyla kendisini içselleştirerek hükmetmek istiyor. Despota köle olup kullaşmak dinen gerekli bir yüksek mertebe gibi sunuluyor ve yerine getirilmesi gereken bir gönüllü-kutsal göreve dönüştürülüyor.
Bir şahıs etrafında devletleşme dayatılıyor.
Ama, aslında, söz konusu şahıs, aynı zamanda, bu yönelimini bir türlü hedefine ulaştıramamakta, gücü, birikimi ve becerisi yetmemekte, bir biçimde eline geçirip bir türlü tümüyle tasfiye edemediği Kemalist devlet cihazının eski egemenleriyle ittifak yapmakta.
O zaman da, yani yenisinin inşasını tümüyle bitiremedikçe, ister istemez, aynı zamanda “eskisine el koyan bir çete” konumuna da sürükleniyor.
Şayet Kemalizmin kendisini dönüştürerek günümüz koşullarına uyum gösterme yeteneği olsaydı, üstüne yapışan bu “iktidar girişimini” kolayca söküp atabilirdi.
Ama, o da kendisini tarihsel olarak totaliter bir yapılaşmayla var etmişti; şimdilerde ömrünün sonuna gelmiş durumda ve kendisini yeniden iktidar sahibi yapacak fetihçi bir asabiyete ve güce sahip değil. O zaman, zavallıca boyun eğiyor ve güncel temsilcileri eliyle kendi “katiline” yanaşmaya, bir kenarından tutunup iktidar ortağı olmaya çabalıyor. Kemalizmin ömrünün tükenmişliğinden üreyen söz konusu zayıflığı, Erdoğanizmin önünü açıyor.
Erdoğan’ın sürprizleri
Mehmet Ağar hapisteyken tıpkı Ferit Şahenk gibi özel uçağıyla onu ziyarete giden abisi Mustafa Koç’un açtığı yoldan ilerleyen Ali Koç da ” yanı başımızda olup bitenlere seyirci kalamayız” dediğine göre, ortada Erdoğan’a özgü bir “marazi saldırganlık” değil, sistemin ana güçlerinin ittifak halinde olduğu bir “savaşçı” yönelim var.
Evet, egemenlerimiz, hepsi birden Ortadoğu’da hegemon güç olmak istiyorlar, aralarındaki tartışma bu konuma hangi yoldan gidileceği üzerine yaşanıyor.
Koç’un “yanı başına” yönelik “hegemonik pazar-ucuz işgücü” iştahını anlıyoruz da, o “pazar” arayışı, kapitalist rasyonaliteyi eğip-büken despotik devlet refleksleri tarafından “Kürt” saplantısı üzerinden yürütülünce bataklığa dönüştü. Bu durum, “bölgesel hegemonik güç olma” arayışını boşluğa itiyor, tersine eldeki kazanımlar da kaybediliyor ve “yerel rakip güç” olan İran’ın önü açılıyor.
O arada, aslına bakarsanız, Erdoğan “dünya çapında ” bir “şey” yaptı: ABD’nin, Suriye’nin talan edilmesi hedefiyle yürüttüğü “terör yoluyla işgal” politikasının bataklığa saplanmasına epey bir katkıda bulundu.
Erdoğan, bunu “ABD yenilsin de Rusya’nın önü açılsın” istediği için değil, ABD’nin kendisi için ayırdığı “taşeron ücretini” arttırabilmek için yaptı. Ama, “evdeki hesap çarşıya uymadı!”
Suriye’nin hegemon gücü şimdi Rusya!
Sadece bu da değil, Suriye’de yaşananlar, dünyada ABD’nin tek hegemon güç olduğu düzenden çok kutuplu bir yeni düzene geçilmesinde de etkileyici oldu.
Gerçi, bölgedeki kaos “her an her şeyin olabileceği” bir sürekli akış halinde yaşanıyor. IŞİD maşası üzerinden, onun örgütsel varoluşunu batı-Suriye ye kaydırarak, kaosun derinleşmesini isteyenlerin olduğu açık. ABD ve Rusya’nın birbirlerini rahat bırakmayacağı anlaşılıyor.
Ama, sırf günümüzdeki güç dengeleri üzerinden bakarsak, güçlü olan Rusya’nın önünü açan önemli bir olgu da, ABD’nin bölgedeki “adamı” Erdoğan’ın hataları oldu.
O da yetmedi, Erdoğan önderliğindeki Türkiye, “boyundan büyük işler yapmaya” devam edip şimdi de “eksen değiştirme oyunu” oynuyor ve ABD’yi aşağı itme Rusya’yı ise yükseltme “işine” ya da “ahmaklığına” devam ediyor.
Peki, neden? Erdoğan ve TC egemenleri Rusya’yı çok mu seviyor? Elbette, hayır.
Pek de ne yaptığının farkında olmayan egemen oligarşi, aslında tam tersini yapmak isterken bu noktaya sürüklendi. Günümüzdeki kaos ortamının karmaşık ve sert fırtınaları ve sürekli inip çıkan dalgaları, başta Erdoğan’ın kapasitesini zorlayıp aştı ve onu “acemi şoför” durumuna düşürüverdi.
O arada, önüne çıkan “fırsatı” gören “usta şoför” ya da “soğuk güç” diyebileceğimiz Putin ise, iyi bildiği “oyunu” keyifle oynuyor!
Kılıçdaroğlu ne yapıyor?
Kılıçdaroğlu sahici birisi mi yoksa aslında olmayan ama varmış gibi görünen bir hologram mıdır, anlaşılmıyor. Kim bilir, belki de bir yerlerinden kendisini “kuranların” istediği gibi hareket eden bir “kukla” da olabilir. Dokunup, gerçekten var mı diye yoklamak isteği uyandırıyor.
O, evet, Erdoğan’ın her adımına karşı çıkıyor, ama öyle yapıyor ki, esasında desteklemiş oluyor!
Nasıl mı?
Kılıçdaroğlu’nun bir işi sonuna dek götürdüğünü gördünüz mü, ya da bir sonuç aldığını, öylesine ve boş konuşmaktan başka ne yapıyor?
O, Erdoğan’ın kürsülerden bağırıp çağıracağı adam “ihtiyacını” karşılıyor ve sonra ortadan kayboluveriyor. Eh, Erdoğan başka ne ister?
Siz Kılıçdaroğlu olmadan Erdoğan’ın bu kadar başarılı olup-olamayacağını hiç düşündünüz mü? Peki, sakın esas görevi de bu olmasın, o bir “gölgeleme” görevlisi olmasın?
Erdoğan’ın görevi faşist bir diktatörlük kurmaksa, Kılıçdaroğlu’na düşen içi boş kuru gürültüyle bunu gizlemek olmasın?
Nasıl mı?
İlkin, ditatörlüğe karşı oluşan tepkileri “umut yaratarak” kendisine bağlıyor, sonra da kuru gürültünün ötesine asla geçmeyerek peşine düşen “umutları” çürütüp yok ediyor ve Erdoğan’ın önünü açıyor.
İkincisi, O, bolca parlak laf ederek esip gürlüyor da, hiçbir zaman “esasa” dair tartışmıyor ve “teknik ayrıntılarda” kuru gürültü çıkarıyor. Çıkan kuru gürültü de Erdoğan’a daha fazla kuru gürültü çıkarma imkanı veriyor.
Bolca çıkan kuru gürültü arasında Erdoğan’ın gemisi hedefine doğru ilerliyor!
Hepimiz yaşayarak görmedik mi, tartışılan her konu her neyse birden yok oluveriyor, ama her seferinde Erdoğan’ın istediğini elde etmesinden sonra. Tam da o sırada başka bir kuru gürültü daha yaşandığı için, her şey unutuluyor zaten.
Son olarak, bize, “pazartesi meclisi dinleyin” demişti; anayasa tartışmalarında neler neler söyleceklermiş; yahu, “Atı alan Üsküdar’ı aşmış”, siz hala kürsü konuşmasıyla bu gidişi engelleyeceğinizi mi sanıyorsunuz? İşte, Deniz Baykal her zamanki hitabet gücüyle konuştu, peki hangi maddi sonucu yarattı, o sözler meclis salonlarında bir seda olmaktan ileri gidebildi mi?
Şayet, gerçekten engellemek isteseydiniz, 15 Temmuz’un sonrasındaki Taksim mitinginde adım atmanız yeterliydi, ama siz Yenikapı’da teslim olup diz çökmeyi tercih etmediniz mi?
İşte o zaman yüzüstü bırakarak Yenikapı’ya sıvıştığınız yüz binlerce kişi bu “anayasa” adı verilen diktatörlük belgesine tamamen karşı; sözgelimi, meydanlarda meşru protesto haklarını kullanmalarına yardımcı olmayı düşünüyor musunuz?
Yoksa, her zamanki gibi, Meclis’te kuru gürültü çıkararak Erdoğan’ın önünü mü açacaksınız?
Sermaye güçleri ve devletin “gizli” odaklarından bu yönde davranmanız yönünde aldığınız “emri” bilinçlice uyguladığınız anlaşılıyor.
“Yeni bir emre kadar, mesaiye devam” edeceksiniz, değil mi?
Gene de, biz “gizlice” kulağınıza söylemiş olalım; o hiç istemediğiniz hükümet olma birden “kucağınıza” atılabilir; tıpkı “başkan” seçilmenizde olduğu gibi, “armut piş, ağzıma düş” cinsinden bir “sürpriz” sizi bekliyor olabilir.
Bazı olasılıklar
Kaotik ortamın kaosa dönüşmeye başlaması, Yenikapı koalisyonunu bozuyor, tümüyle dağıtabilir de. O zaman, başka olasılıkların önü açılacaktır.
“Kaostan önce son çıkış” gibi gözüken “Büyük Koalisyon”/AKP- CHP koalisyonu devreye sokulabilir.
Aralık ayında başlayan “kaosa sürüklenme” süreci devam ederse, bir çıkış göremeyen Yenikapı koalisyonunun kimi unsurları/özellikle de TÜSİAD-YİK, elbette ABD-AB güdümünde olarak ve tabii her zaman ki gibi korkup sinmezse, böyle bir yeni koalisyonun inşasını gündemleştirebilir.
Bir tahmin olmaktan öte gitmeyen üstteki yönelimin herhangi bir belirtisi yok, en azından biz “alttakiler” bilmiyoruz; tam tersine, Erdoğan’ın borusunun sesi gittikçe daha yüksek perdeden ötmeye devam ediyor.
Ancak, Bahçeli’nin son “erken seçim” söylemi, şayet gerçek bir duruma dönüşürse, “büyük koalisyon” için şartlar oluşabilir. Böylesi bir süreç, bugünkü gerçekliğin bir sonucu olarak, AKP ve esas olarak da MHP’de kopuşlar ya da bölünmeler yaratabilir, seçim süreci başka birçok sürprize de gebe olacaktır.
Öte yandan, başka bir olasılık da, gene herhangi bir bilgi sahibi olmasak da, NATO karargahlarında muhtemelen çoktan planlanmaya başlanmış olmalıdır.
Bab’da şimdi yaşanan tıkanma Başika’da olduğu gibi “geri çekilme güvencesi isteme” durumuna evrilirse ya da Nusra çetesiyle şimdi yaşanan gerilim silahlı çatışma düzeyine yükselir ve tıpkı İŞİD’le olduğu gibi Türkiye sınırları içine de sıçrar-ülke sınırları içinde çok sayıda taraftarı olduğu bilinen Nusra’da kendi iktidar alanını inşa edeceği eylemler başlatırsa, IŞİD’de Reina “eylemiyle” başlattığı yerelleşme ve iktidar gücü olma girişimini sürdürürse; “kendi coğrafyasında kontrolünü kaybetmiş” olan bir üyesine karşı NATO’nun müdahalesi gündemleşebilir.
Yaşanacak bir ekonomik deprem ya da baharla birlikte artacağını tahmin edebileceğimiz PKK’nin eylemleri de, böylesi müdahalenin önünü açabilir.
Saydıklarımın gerçek durumlara dayandığını ve üstelik “hepsinin birden aynı anda” gerçekleşme olasılığının çok küçük olmadığını, herkes biliyor olmalıdır. O zaman nasıl bir Türkiye gerçeği oluşacağını düşünür müsünüz? Bir “kurtarıcı” ihtiyacı duyulacağı kesin değil mi?
“Kurtarıcı” müdahalenin biçimi günün şartları tarafından belirlenecektir.
Başta Genelkurmay’da olmak üzere, böyle bir müdahaleyle işbirliği yapacak oldukça güçlü bir odağın devletin tüm birimlerindeki yerlerinde “emir” beklediklerinden emin olabiliriz.
AKP ve MHP içinde mevzilenen ve ABD-AB emperyalist güç alanıyla doğrudan bağlantılı muhalif güçler başta olmak üzere, birçok sivil politikacı da hemen yeni duruma adapte olacaklardır.
Bu olasılığın gerçekleşmesi anında şimdi iyi örgütlendikleri görülen Erdoğan yanlısı güçlerin bir kısmının sokaklarda direneceğini, böylesi bir kargaşanın başta Kürtler olmak üzere bütün politik güçlerin önünü açacağını ve darbenin başarısının/istikrarın garanti olmadığını belirtmeliyiz.
En iyi olasılıksa, emek ve demokrasi güçlerinin “Anayasa görüşmelerini” baskı altına almak için başlattıkları meşru direnişin yayılarak bir halk hareketine dönüşmesidir ki, yeni bir “Gezi” sürecinin işaret fişeği olacak olan bu halkçı-demokratik hareket, muazzam ölçüde sonuçlar yaratacak, fiili bir demokratik cumhuriyet konumuna sıçrayabilecektir.
Halk hareketinin sadece “Hayır” oyunu yüksek çıkarması bile, bambaşka süreçlerin önünü açacaktır.
Öte yandan, Meclis’te her şey Erdoğan’ın istediği gibi gitse, referandumdan da “evet” oyu çıksa bile; o noktaya gidene kadar yaşanacaklar, sonrasında belirleyici önem kazanacaktır. O süreçte, sonrasını da belirleyecek bambaşka gelişmeler yaşanabilir.
Kendi hükümeti tarafından bile isteye kaosun sınırlarında gezdirilen bir ülkenin geleceği, önceden görülemeyecek birçok olasılığı içinde barındırır, sürecin herhangi bir anında aniden doğurabilir de. Asabiyetini böylesi fırtınalara göre ayarlayan bir politik güç alanı, kendi inisiyatifini hızla güçlendirebilir.
Bu noktada, gerek Halkevleri başkanı Oya Ersoy’un gerekse HTKP başkanı Erkan Baş’ın yaptığı öneriler önemlidir, ortaklaştırılmalı ve vakit geçirmeden mutlaka hayata geçirilmelidir. Farklı duruşların varlığı bellidir, ama acil bir dayanışma için yeterli ortaklaşma alanı çok daha fazladır.
Şimdi, ne kadar zayıf olursa olsun, devrimci hareketin olağanüstü rol oynayabileceği bir tarihsel momentin içindeyiz. Bu rol, hak ettiği sorumluluk ve ciddiyetle ele alınıp yerine getirilirse, muazzam sonuçlar yaratabilir.
Bu coğrafyanın devrimcilere ihtiyacı var! Kaostan önceki gerçek “son çıkış”, tam da burada kendisini gerçekleştirebilir.
Referandum süreci önemli, o sürece gereken yoğunlaşmayla yaklaşan, ama kendisini ona sıkıştırmayan bir halklaşmanın inşa edilmesi gerekiyor.
AKP’nin sadece gücünü değil zaaflarını ve sınırlarını da saptayabilen, coğrafyamızın yüksek gerilim taşıyan ve hareket halindeki toplumsal ve siyasal fay hatlarını gören, o fay hatlarına uygun bir tarzla yerleşen, dayatılan etnik ve inanç farklılıklarına dayalı iç savaşı/kaosu ve onun üzerinden parçalanmayı, planlayanların yüzüne çarpan ve o süreç içinde kendi bağımsız-halkçı duruşunu fiilen toplumsallaştıran-iktidarlaşan bir duruş gerekiyor.
Pek muhterem zenginlerimiz!
“Şaka” gibi, ama onlar hala para sahibi-zengin olma halini bir türlü aşamıyorlar. Bu kaos içinde bile “ne kadar çok paramız var” diye sevinmekle meşgul olmalılar. Arta kalan zamanlarında da hem o paracıklarını arttırmak hem de gezip eğlenmek istediklerini tahmin edebiliriz.
Hazır yiyici, korkak ve alıklar.
TÜSİAD-YİK’de yoğunlaşan bilinçleri ve davranma yetenekleri, ancak burnunun ucunu görebilen derecede ufuksuz ve küçük parmaklarının dahi yıpranmasını göze alamayacak denli pısırık.
Onlar, işçileri görünce çakallaşacak kadar saldırganlaşır ve zayıfları ezme söz konusu olduğunda olağanüstü “cesur” olurlarken; ezip-sömürdükleri ülkenin sorunlarına çözüm gücü olmaya sıra gelince birden pısırıklaşıp alıklaşıyor, adeta “burası neresi, biz kimiz” ya da “of, sıkıldım ama” havasına giriveriyorlar!
TC’nin kuruluşunda, kendileri büyüsün diye özellikle çıkarılan yasalar ve tanınan ayrıcalıklarla büyüdüklerinden, zor zamanlarda sesleri çıkmayıveriyor. İşçilerin ve halkın baskılarından korundukları, adeta sterilize edilmiş fideliklerde boy attıkları için, savaşmayı, savaşarak kazanmayı bilmiyorlar.
“Çaktırmadan cebe atmak, ortam kızışınca sıvışıvermek” onların ana yönelimleri.
Sadece kuruluş zamanlarında değil, TC tarihi boyunca hep Ordu’nun himayesi altında semirdiler; Ordu kontrolündeki devletin zirvelerinde rahatça dolaşıp, istediklerini kolayca almaya alıştılar. Birikim süreçleri, hep Ordu şemsiyesi altındaki “steril ortamlarda” oldu. Yağmur, kar, tipi, fırtına bilmiyorlar.
Ama, şimdilerde, hem dünyada hem de ülkede işler değişti, daha da tehlikeli mecralara doğru sürekli de değişecek, üç maymunları oynayıp sıvışıvermek kolay olsa da, artık çözüm olmayabilir. Birden gasp ettikleri zenginlikleri kaybedebilirler.
Umarız da öyle olur ve en iyi olasılık gerçekleşerek, halktan çaldıkları halka döner!
Öylesine ahmakça davranıyorlar ki, kendilerini sadece zengin zannedip, birikip ellerinde toplanan “şeyin” sadece para değil, esas olarak bir “toplumsal ilişki alanı” olduğunun farkında değil gibiler.
O “toplumsal ilişki alanını” içinde barındıran coğrafya, olağanüstü gerginlikle yükleniyor-her an parçalanabileceği yükseklikte basınç altında, ama onlar “bu sefer kimin şemsiyesi altına girsek” arayışıyla yetiniyor, kendi birikimlerini korumak için gereken sorumluluğu bile almıyor.
Evet, sayın sermaye güçleri, sermaye birikimi artık “aslanın ağzında”, gösterin bakalım kendinizi!
Erdoğan’ı maşa olarak kullanarak, ortağınız ve “efendiniz” Orduyu oligarşinin zirvesinden geriye itecek ve zirvenin mutlak sahibi olacaktınız; olmadı, süreci yürütemediniz ve “elinizde patladı”, şimdi de “yavuz hırsız ev sahibini bastırmış gözüküyor!”
ABD’nin “taşeronu” olarak, yerel rakibiniz İran’a diz çöktürüp Orta-Doğu’yu kendi pazarınız yapacaktınız; o da olmadı! Böyle giderse, bırakın hegemon güç olmak, o pazarlara ucundan girmeniz bile epey zor olacak!
Üstelik, sizin desteklediğiniz Erdoğan, her şeyinizle bağlı olduğunuz Batılı emperyalistlerle “eksen değiştirme oyunu” oynuyor; “iki arada bir derede” kalıverdiniz, değil mi?
Batının, şimdiye dek sizin önünüzü açan emperyalist kurumları da, şimdi, sıcak para oyunlarıyla, sömürü alanınızı/ulusal pazarınızı sopalayıp sarsıyor.
Biraz rahatınız bozulabilir, ama ufak bir sorumuz var, paracıklarınızı saymaya ara verip cevaplarsanız seviniriz: Türk lirası çöpe dönerken, 300 milyar dolara yaklaşan borcunuzu nasıl ödeyeceksiniz; yoksa, borçlarınıza karşılık şirketlerinizi devredip, paraları da Amerika’da yemeyi mi düşünüyorsunuz? İçinizden bazıları yapmaya başladı da, oradan aklımıza geldi?
Ama, doğrusu size yakışır; ne de olsa zenginsiniz, gezip-eğlenmek varken, risk almanın, savaşıp kazanmanın ne lüzumu var değil mi; ucuzluk, basitlik, bayağılık ne güne kalmış?
Sefil, alçak ve zavallısınız; muhtemelen “böcek” gibi gördüğünüz bu halkın yapıp ettiklerinizin bedelini size ödettireceğini hiç unutmayın!
Şu “böcek” konusuna gelince, aynaya bakmanız yeterlidir!
12.01.2017
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.