Artık sadece “Erdoğan kaotik ortamın olanaklarını kullanıyor-gerginliği yöneterek hedefine ilerliyor” demek, yeterli mi?
Artık sadece “Erdoğan kaotik ortamın olanaklarını kullanıyor-gerginliği yöneterek hedefine ilerliyor” demek, yeterli mi? Bakışımlı olarak ama tersinden akan bir süreç içinde, kaotik ortam da kaosa doğru sürüklendikçe Erdoğan’ı zorlayıp belirlemeye başlamadı mı?
15 Temmuz (15T) sonrasında açılan yeni dönemin “şaşkınlık”, “yeni denge-yeni üslup arayışı” ve “OHAL” biçimlerinde kendisini gösteren 3 farklı evresinden geçtik.
Her üçünün de bir arada var olduğu bir ara dönem bizi kuşattıktan sonra; şimdilerde, OHAL’den güç alarak ilerleyen Erdoğan odaklı bir diktatörlük inşasının gün be gün derinleştiği, ama farklı küresel, bölgesel ve yerel güçlerin de kendi hedefleri doğrultusunda hamleler yapma fırsatı bulduğu çok özel bir gerçekliğin içindeyiz.
Bir “geçiş” döneminde olduğumuz, bir yere gittiğimiz belli de; o yerin “neresi” olduğu henüz belli değil.
Hatta, diyebiliriz ki, şayet şimdi hareket halinde olan güçlerin hepsinin birden varlığı ve hareketi sürüp giderse, belki de aynı zamanda birkaç yerde/mekanda/siyasal alanda birden olacağımız- aynı coğrafyada birden çok iktidar alanının kendisini var edebildiği bir olağanüstü siyasal durum- belki de kaos biçimine bürünerek bizleri bekliyor olabilir.
İlk bakışta gördüklerimizle hüküm verirsek, darbeyle yediği “yumruktan” sonra aniden içine düştüğü şaşkınlığı hızla atlatan Erdoğan’ın, sistem içi güç odaklarını ve o arada muhaliflerini de, söylemindeki kimi yüzeysel farklılaşmalarla yumuşatıp -“milli mutabakat” söylemiyle uyuşturduktan sonra, “Yenikapı uzlaşmasında” kendi istediği zemine yerleştirdiğini görebiliriz.
Evet, Erdoğan, Yenikapı zeminini, tutunup yaslanabileceği bir “destek noktası” yaptı.
O, 15T sonrası aniden oluşan boşlukta gezinen anaforda denge kurabilmek için sırtını Yenikapı’ya dayadı ve Yenikapı sayesinde dengesini yeniden kurarak rahatlayıp kendisini toparlayabildi. O zeminde bir müddet yol aldıktan sonra da, ilan ettiği OHAL’den de ek destek alarak, alışılan-bilindik duruşunu üstelik içindeki diktatörlük ögesini öne çıkararak yeniden üretti.
Şimdilerde de hedefine doğru son adımlarını attığını saptayabiliriz.
Evet, sona doğru yaklaştıkça ileriye doğru her adım daha zor ve gergin koşulların içinde atılabiliyor ve üstüne yüklenen gerginliğin ve şiddetin sürekli daha yıkıcılaşan sarsıp-zorlamalarını aşmak zorunda kalıyor; ama, yine de ve aldığı bütün hasarlara rağmen bir biçimde hedefine doğru ilerleyebiliyor. Büyük finalin muhtemelen 5 ay sonra/Nisan’da olacağı anlaşılıyor. Tabii, eğer oraya kadar gidilebilinirse!
Öte yandan, Erdoğan’ın hedefine ulaşabilmek için bolca kullandığı kaotik ortamın, günümüzde ulaştığı haliyle artık kendisini kullananı da sıkıştırıp-boğabileceği şiddette bir kaosun sınırlarında gezindiği açık değil mi?
Üstelik, artık farklı güçlerin de aynı kaotik ortamı kendi hedeflerine ulaşabilmek için kullandığı ve oluşan karmaşanın da kaotik ortamla kaos arasındaki sınırları geçirgenleştiren “bulanık” ve sisli-puslu bir toplumsal-politik alan yarattığı görülüyor.
İçine sürüklendiğimiz kaosun havasını solumaya başladığımız şimdilerde o bulanıklığı hissetmeye başlamadık mı?
Ama, diyelim ki hedefe varıldı ve “Başkanlık” anayasal statü kazandı; “ya sonra” deyip de daha ileri bakarsak, ilk bakışın yüzeysellikle dolu yetersiz gözleminde bile, bir biçimde anayasal statü kazanmış “Başkanlık” sonrası daha da “bulanık” görünmüyor mu sizce?
Evet, kaosun belli belirsiz oluşan silüeti bile, zamanın akışını hızlandırıvererek ya da karmaşayı patlayacağı sınırlarına dek yükseltivererek veya zaten oldukça sert esen rüzgarları aniden kasırgaya doğru ittirivererek, tedirginlik, korku ve panik duygularını günlük toplumsal yaşamın omurgası yapmaya başlamadı mı?
Birkaç adım sonra, ülkede yaşayan herkesinin başlarının dönmeye, kulaklarının çınlamaya, uykularının kaçmaya başlayacağı açıkça görülmüyor mu?
Gelinen aşamada, Gezi sürecinden beri gittikçe güçlenerek sürüp gelen kaotik ortamın, artık özgün bir “kendi başınalık”/içindeki siyasal aktörlerden bağımsız bir var oluş kazanarak-bir kaos başlangıcı görünümüne bürünerek, “Başkanlık” (ya da onun öznesi Erdoğan) dahil, yaşanan bütün politik olguları da kendisinin iç ögelerinden birisine dönüştürmeye başladığını, oluşan sisli ortamın/bulanıklığın içinden belli belirsiz görmüyor muyuz?
Evet, sizce artık sadece “Erdoğan kaotik ortamın olanaklarını kullanıyor-gerginliği yöneterek hedefine ilerliyor” demek, yeterli mi? Bakışımlı olarak ama tersinden akan bir süreç içinde, kaotik ortam da kaosa doğru sürüklendikçe Erdoğan’ı zorlayıp belirlemeye başlamadı mı?
Sözgelimi, Rus büyükelçisinin öldürülmesi olayının da gösterdiği gibi, ülke coğrafyasının küresel güçlerin bilek güreşi arenası haline dönüşmesi, şayet kalıcılık kazanırsa, yerel iktidarın hükmü nereye kadar geçer?
Kendi coğrafyasını olası bir dünya savaşının mekanı-ön cephesi yapabilmek için çırpınan bir kifayetsiz muhterisler topluluğu, iktidar olsa neye yarar?
Kendi gücünün kat be kat aşan bir yükün altına ahmakça girerek, hem ABD hem de Rusya ile kapışıp-onları iterek Suriye-Irak coğrafyasında hegemonya kurabileceğini sanan, sonra da içine girdiği kaos coğrafyasında yediği yumruklarla ayakta kalma sorunu yaşayınca, söz konusu iki süper gücün “şamar oğlanı” ya da “oyun alanı” haline dönüşüveren bir güç, artık ne kadar yaşayabilir?
Evet, doğru değil mi, bu ülkenin zaten “her yerini” “kontrol” eden ABD o kadarını yetmez görmüş olacak ki, iç iktidar/Erdoğan kendisine biçilen bağımsız davranma alanını biraz zorlayınca gizli bir operasyonla zaten ele geçirmiş olduğu orduyu kullanarak darbe yapmadı mı? Ya da, Rus uçağının düşürülmesi sonrasında göğüslerini gerip gözlerini havaya dikerek “Düşürdük, gene düşürürüz” diye böbürlenenler, şimdilerde diz çöküp Putin’in elini öperek “biz ettik, sen etme!” demiyorlar mı?
Ama yine de, gittikçe gerçeklikten kopan bir dünyanın içinden şartları değerlendiren Erdoğan, yıkılmayıp ayakta kalmayı becerdiği darbeyi ve sonrasındaki ortamı “Allah’ın lütfu” olarak oldukça “iyimser” değerlendiriyor ve kendisini tümüyle söz konusu “lütfun” meyvelerini toplamaya vermiş durumda. 15T darbesinin devlete verdiği çok yönlü hasarları, yani bizzat kendisinin de üstünde konumlandığı zeminin yaşadığı sarsıntıyı görmezden gelerek, sadece kendisi açısından ortaya çıkan “fırsatlara” odaklanmış durumda.
Söz gelimi, Erdoğan 15T darbesinin açığa çıkarttığı devlet krizinin aşılmasını ve devletin yeniden bütünlüklü bir dokuya kavuşmasını sağlamaya odaklanabilirdi.
O, ayakta kalabilmiş olmanın verdiği üstünlüğe dayanarak, başarısız darbecilerin üst düzey görevlilerini cezalandırmakla yetinip Cemaat’in toplumsal tabanını rejime içermeyi hedefleyen uygun hamleler yapabilir, devlette oluşan asabiyet kaybını ve yaşanan bir dizi ağır travmayı aşmaya çalışabilirdi. Bu karmaşık süreçlerin en azından belli eşikleri aşabilecek kadar ilerleyebilmesi için gereken zamanı da, PKK ile (her zamanki gibi bir sonuç almayı değil zaman kazanmayı amaçlayan) ateşkes ya da “barış süreci” başlatarak kazanabilirdi.
Devletin temelindeki hasarların giderilmesi, üstüne yerleşip-içinde konumlandığı sütunların-kurumların yeniden örgütlenmesi gerekiyordu ve bütün bunlar ancak sistemin içindeki bütün toplumsal ve siyasal güçlerin meşruluğunun kabulü ve doğrudan katılımıyla yapılabilirdi. Devlet de iç bütünlüğü sağlayabildiği oranda, giderek öne çıkan bir güçlü çıkışın içinde konumlanarak ileri doğru yürüyüşünü sürdürebilirdi. Evet, Kürt sorunu bir biçimde çözülmedikçe bu tutum da kalıcı sonuç yaratamazdı, ama iktidarın ayakları şimdikinden muhtemelen daha sağlam bir zemine basardı.
Erdoğan ve ittifak güçleri ise, ya böyle veya farklı ama kapsama-içerme-esneme tutumlarıyla desteklenen bir yeniden-inşa/re-organizasyon zorunluluğunu göremeyen-beceremeyen bir sığlıkla-darlıkla malüller; ya da, o kadar zayıf ve güçsüzler ki, esnedikleri anda yıkılıp gidivereceklerini-durdukları anda düşüvereceklerini hissediyor ve pek de günün sonunu düşünmeden panik ve telaşla davranıyorlar.
Hepsinin birden devrede olması ise, en güçlü olasılık.
Söz konusu “zayıflığı” örtüp gizleyen bir sürekli “efelenme-böbürlenme” tutumunun ve iktidarın zirvesinde uzun zamandır konumlanmanın yaratıp “şişirdiği” kendine güven halinin, şimdiki durum açısından tümüyle “kerameti kendinden menkul” bir hale dönüşüvermesini de özel bir hal olarak saptamalıyız.
Ek olarak, gerçekte yaşanan yetmezlik, güçsüzlük ve panik tarafından sürekli içi boşaltılan bu içi boş “kendine güvenin” ya da zayıfladıkça daha yüksek bir dozla tekrarlanan “efelenme ve böbürlenmelerin” , medya tarafından köpürtülerek topluma yayılmasının faşizme kitle tabanı yarattığını da görmeliyiz.
İçeriği olmayan- gerçeğe dayanmayan duygu patlamalarının iktidarın zirvesinden başlayarak bütün topluma doğru yayılmasının günlük yaşamı neredeyse belirler hale gelmesinin, toplumu yaşadığı gerçeklikten koparıp ırkçı-mezhepçi kanaldan zehirleyen sonuçlarını özellikle vurgulamalıyız.
İşte, Erdoğan, darbenin verdiği ağır hasarları giderme, oluşan devlet krizini uygun dengelerle çözme ve kendi hamlelerini yapan “düşmanlarına” karşı “savunma” yapmak gibi tutumları önemsemeyerek, her yöne ve her alana olağanüstü hızla hamleler yapıyor ve darbe öncesinde isteyip de yapamadığı her şeyi aynı anda hayata geçiriyor. Aslında, darbenin hemen öncesindeki Mayıs ayında olup bitenler, darbenin sonrasındaki aylarda, kısmen gözetilen bütün sakınımlar terk edilerek ve meşruiyet üretme süreçleri önemsenmeyerek, eskisinden çok daha geniş bir alanda ve daha sonuç alıcı bir derinlikte uygulanıverdi.
Kim bir gecede 40 bin kişiyi her türlü kazanılmış hakkını da gasp ederek yasalarla korunan işlerinden/çalışma ortamlarından koparabilir ki? Üstelik hemen öncesinde de 100 bin civarında insan aynı tekmeyi yemiş ve kamusal haklarının birçoğundan mahrum bırakılmıştı. Sadece henüz suçları hukuken saptanmamış bu kişiler değil, onların aileleri de “ortaçağ benzeri bir cezalandırma” pratiği ile ezilip yok edilmeye çalışılıyor. En son, “Bylock” şifresinin kırılmasıyla açığa çıktıkları iddia edilen on binlerce kişilik yeni bir tasfiye dalgası daha yürütülüyor.
O arada yolu Cemaat’le hiçbir zaman kesişmemiş ya da hatta ona düşman olan birçok kişi de yaşanan kargaşa arasında ezilmeye çalışıyor.
Kim olduğunuz, ne dediğiniz, neyi hedeflediğiniz artık pek de önemli değil; nasıl olursa olsun, Erdoğan’a karşı olma “suç” oldu ve “devlet gücü” şimdilerde en çok bu “suçu” ezmekle meşgul! 11 bin civarındaki ilerici-demokrat öğretmeni çalışma alanlarından işsizlik cehennemine doğru atıverdikten sonra gelen tepkileri kaldıramayarak geri adım atmak zorunda kalsalar da, art arda gelen dalgalar halinde yürütülen ve binleri bulan HDP’lilerin tutuklanması süreci genişleyerek devam ediyor.
En son Beşiktaş bombasından sonraki “Muhtarlar Toplantısında” ilan edilen “Seferberlik” ise, artık sola, demokratlara ve hatta “yola gelemeyen” CHP’lilere yayılacak bir yeni operasyon dalgasının başlayabileceğini gösteriyor. Ahmet Şık’ın adeta alay edercesine “FETÖ” destekçiliğinden tutuklanması ilk gösterge olabilir.
“Bu tarzda bir ‘Seferberlik İlanı’ yasalara uymuyor” derseniz, tümüyle haklı olursunuz; ama, şimdilerde “Ben yaptım, oldu-bitti!” devrinde olduğumuzu, yasalara uymanın “külfet” olarak görüldüğünü hatırlamalıyız.
Başkanlık sürecinin hedefine doğru ilerlemesi, OHAL koşulları üzerinden “yasal” bir korumaya alınmış görünüyordu. Anlaşılan, OHAL’in sağladığı olağanüstü imkanlar da yetmemiş olmalı ki, süreç “Seferberlik” aşamasına yükseltildi.
Re-organizasyonu “atlayıp-geçen” korku ve panik ya da sığlık ve darlık, önce OHAL üzerinden devletin zor araçlarını kullanarak ilerlemeyi hesaplamıştı, ama gerçeklik karşısında anlaşılan yetmemiş olacak ki, şimdi de toplumsal cinnet halini kışkırtacağı bir “Seferberlik” ilan edildi.
Bütün muhalefetin susturulduğu koşullarda/Nisan ayında bir “Halk Oylaması” yapılmasının planlandığı anlaşılıyor. Zaten yürürlükte olan “Başkanlık” için gerekli olan anayasal destek bu “oylamadan” sağlanacaktır.
Oylamanın yapılacağı zamanla günümüz arasındaki sürede hala muhalif olmakta ısrar edenleri pasifize etmek ve diktatörlüğün destekçisi kitlenin saflarını daha da sıklaştırmak için kaç bombanın patlayacağını, hangi toplumsal şiddet olaylarının kışkırtılacağını, Suriye’de ve Irak’ta hangi savaş hamlelerinin yapılacağını ve kendileri koruma ordusuyla gezinenlerin iktidar hırsı uğruna kaç yoksul gencin öleceğini ise, henüz bilmiyoruz!
Evet, 15T ile kesilen “Başkanlık” sürecinin, yeni koşullarda ve yeni imkanlardan faydalanarak eskisinden daha hızlı ve sert biçimde ilerletilmeye çalışıldığını görüyoruz.
OHAL uygulamasıyla her türlü yasal denetimden kurtulan “yürütme”, tümüyle biat eden “yargı” ve darbe sonrasında yaşanan kaos ortamında sanki her şey normalmiş gibi yıllık iznini kullanan ve tatil sonrasındaki ilk toplantısında kendisinin yetkilerini gasp eden OHAL’in uzatılmasını onaylayan “yasama”; bu halleriyle, aslında sadece “Reislerinin” önünü açıp ilerlemesini kolaylaştırıyor, hızını arttırmasına ve engelleri/pürüzleri mümkün olan en sert devlet şiddetiyle “temizlemesine” yardımcı oluyorlar.
İktidar alanındaki anayasal kurumların hepsinin, kendilerini var eden ve bağlı olmakla yükümlü oldukları anayasaya rağmen ve aslında ona karşı bir ortak tutum geliştirerek, kendilerini kendi iradeleriyle hiçleştirip biat ettiği özel bir siyasi irade Erdoğan’ın şahsında somutlaşıyor; diğerleri sönerken o parlıyor, ötekiler zayıflarken o güçleniyor, hepsi hiçleşirken o her şey oluyor!
Aslında kendi beceriksiz-çapsız politikalarının sonucu olan “düzenin kaosa doğru sürüklenmesi” tehlikesini ve “sistem içi muhalefetin şahsiyetsiz-zavallı halini” parmağıyla egemen sermaye güçlerine gösteren Erdoğan, ancak kendisinin ufukta gözüken kaostan/sistemik çöküşten bir çıkış bulabileceği umudunu yayarak hedefine doğru hamle yapıyor. Aslında yaptığı her hamleyle bu kaos tehlikesini büyütmesine rağmen, artık geri dönüş eşiklerini çoktan geçmiş olmanın baş döndüren cüretiyle yoluna devam ediyor.
Yapılıp edilenlerin hesabını verme korkusunun da içi boş cüretle iç içe olduğunu vurgulamalıyız.
O, sermaye sınıfının şahsiyetsizliğini, güçsüzlüğünü, kabızlığını, günlük olarak “cebine gireni” esas alan dar görüşlü ve korkak sinizmini fırsat bilerek, sistem içinde kendisine rakip olabilecek bir politik irade olmayışından ve sistem dışı devrimci-komünist muhalefetin güçsüzlüğünden (ve bu durumunu aşamamasını belirleyen kalıcı zaaflarından) faydalanarak yol alıyor.
O, kendisini herkesin ve her şeyin üstünde bir “kurtarıcı” halesiyle sarmalıyor, “Güç bende! Umut benim!” diyerek, anayasayı-yasaları “sollayıp geçerek”, sürekli yeni fiili durumlar yaratıp yeni “kazanımlar” elde ederek yol alıyor. O, bir Amok koşucusu, farkı sadece kendisini değil, kendisiyle beraber bütün bir ülkeyi de sürükleyebilecek bir askeri güce ve medya desteğine sahip olması.
İşte, “ilk bakışla” yetinmez ve toplumsal ve siyasal alanın tümünün iç dengelerini ve dip dalgalarını da görebilen “derin bakışla” olup bitenlere bakarak-ilk bakışta görünenin ötesine geçersek; Erdoğan, gerçekten yürüyüp ilerlese de, üstünde yürüyüp ilerlediği zemin yasalara dayanmayan ve büyük toplumsal-politik boşluklarla dolu zayıf bir zemin, fethedip kazandığını zannettiği toplumsal-politik alanlarda aslında kapsayamadığı çok geniş iç-alanlar var.
Evet, iktidar onun elinde, ama artık toplumsal meşruiyeti olan anayasal bir kurum-anayasal iktidar olmaktan çıktığı bir sürecin içinde, esas olarak polisiye güçle/şiddetle ve medyatik oyunlarla ayakta kalan bir iktidar olarak var olabiliyor. Yasalara uyan meşru bir iktidar olamadıkça da, “çeteleşme” sürecinde yol alıyor.
Üstelik, darbe sonrasında gözünü karartarak “ilerledikçe” kazandığı bütün mevzileri koruyabilmek için ek olarak gereken güç dengelerini ve kendisini rahatça konumlandırabileceği destek noktalarını da henüz kurabilmiş değil.
Öte yandan, öyle sık ve büyük hatalar yapılıyor ki, ulaşılan seviyedeki karmaşık sorunları çözebilmek için yeterli “beceri” sahibi olunamadığı da çok açıkça görülüyor. İktidar alanı, ülkedeki ve bölgedeki toplumsal ve siyasi gerçeklerden süreklileşmiş bir kopuş halinde ve yine süreklileşen bir afori içinde çırpınarak-gerçekleri görmeyip yok sayarak, kendi yarattığı ve kendisini aldattığı bir gerçeğin içinde konumlanmayı tercih ediyor.
Ayrıca, 15T sonrasının olağanüstü koşullarının tozu-bulutu arasında yangından mal kaçırır gibi kotarılıveren bir dizi hamlenin sonuçlarının zamanla belirginleşmesiyle beraber, Erdoğan’la iktidar alanında ortaklaşmak zorunda kaldığı ittifak güçleri arasında, bir dizi iç gerilim oluşup güçleniyor. Bizzat “Başkanlık” bile söz konusu ittifak güçlerinin bir kısmı tarafından kabullenilmiyor.
Nihayet, belki de en ağır darbeyi alacağı iki alanda da gerilim eksenleri-fay hatları güç biriktiriyor. İktidar alanı, bölge gerçekleriyle ve kendi gücüyle uyumlu olmayan hamlelerinin sonucunda giderek bölgesel ve küresel dengelerde kendisini konumlandırmakta ve meşruiyet oluşturmakta zorlanıyor, zorlandıkça da güçlü oyun-kurucuların “oyuncağı” haline geliyor.
Ve, ikinci olarak, olasılığı güçlenen ekonomik krizde yaşanacak bir yeni zorlanmanın yaklaşmakta olduğu, belki de son günlerde doğrudan böyle bir sürecin içinde olunduğu çok açık değil mi? Türkiye, emperyalist güçlere bağlı ajansların (sözgelimi, Merrill Lynch) yıl sonu değerlendirme raporlarında Brezilya ve Güney Afrika ile birlikte “kırılgan üçlü” olarak damgalanıyor.
Bu zaafların toplamı, oldukça kritik bir durum oluşturuyor; Erdoğan, evet iktidar alanını tümüyle fethediyor, ama aynı anda ve bakışımlı ilerleyen bir başka gerçeklik de kendisini var edip güçlendiriyor; hem iktidarın kendi ulus-devlet sınırları içindeki coğrafi, siyasi ve toplumsal “kapsama alanı” zayıflayıp daralıyor ve hem de iktidarı kabullenen coğrafi, siyasi ve toplumsal alanda da, onun iktidarının “dışına” çıkan iç-olgular oluşup güçleniyor.
Bu gerçeklik, Erdoğan’ı zorladıkça, anayasa ve yasaların dışında tutumlar hakim hale geliyor, bağlı olarak anayasal bir iktidar olmaktan çeteleşmeye geçiş süreci hız kazanıyor.
Dolayısıyla, belki görüntüsü parlak-içinde olup yaşamak ya da dışından seyretmesi heyecanlı oluyor olabilir, ama soğuk olan gerçeklik şu ki, onun “güçlenmesi” aynı zamanda “zayıflaması” anlamına da geliyor. Bu durumun da, süreç içinde kaotik koşulların olağanlaştığı ve hatta kaosun belli belirsiz oluşmaya başladığı bir coğrafyada farklı iktidar alanlarının aynı anda var olacağı bir ortamın önünü açan bir durum olduğu açık değil mi?
Koruyucu ve kurucu Erdoğan
Erdoğan’ın hedeflediği konum/Başkanlık, aslında mevcut oligarşik ve totaliter devletin yapısına uyumlu; orada zaten parlamento hiçbir zaman biçimsel olmaktan öte gidemedi ve gerçek bir güç olarak ağırlık kazanamadı.
TC devleti, neredeyse tümüyle merkezdeki bürokrasinin ideolojik/totaliter ve örgütsel/oligarşik doğrudan kontrolü altında olan, valilikler ve kaymakamlıklar üzerinden son derece dar bir alanda yerel ayaklarını oluşturan, hiçbir toplumsal girişime inisiyatif tanımayan ve kendi üstünde hiçbir toplumsal denetimi kabullenmeyen, halka hizmet ederek değil- sürekli iç ve dış düşmanlar üreterek kendi meşruiyetini oluşturan, kendisine tarihsel ya da güncel gerekçelerle uyum göstermeyen bütün toplumsal ve siyasal güçleri de hemen düşmanlaştırıp hiçbir kural tanımadan ezen bir yapı olarak kendisini var etti, ediyor. Onun içinde var olan kimi demokratik toplumsal ve siyasal yapılar, ya kendi tarihsel ve güncel gücünü dayatarak ona rağmen fiilen kendisini sürdürüyor ya da olağanüstü toplumsal zorlanma sonucunda ve ilk fırsatta geri almak üzere- hiçbir biçimde içselleştirmeden “vermek” zorunda kaldığı kimi “tavizlerdir.”
Evet, Erdoğan, aslında yepyeni bir şey yapmıyor!
Devlet, Bizans’tan ve Osmanlı’dan çıkıp gelen geçmişinin despotik köklerinin kapitalizmin gerçekleri tarafından “güncellenmiş”-dönüştürülüp uyumlulaştırılmış haliyle, her zaman her türlü denetimin dışında kalan ve bir kısmı “gizli” bir oligarşik azınlık tarafından üstelik totaliter bir zeminde egemenliğini gerçekleştirdi.
Devletin despotik yapısının üstünde ona hizmet etmek için şekillenen “rejimler” bile, bir türlü istikrar kazanamadı; o rejimlerin devletin üstünü örtüp “görünmez” yapması gerekirken; devlet hep “önde” oldu, hiçbir zaman “gerideki” gizli güç olamadı, her yerde-her zaman kendisini/kendi gücünü gösterdi, göstermek zorunda kaldı.
İşte, şimdiki olağanüstü koşullarda da, Erdoğan hem despotik devletin farklı yönlerden art arda gelen darbelerle çözülme yönünde zorlanan ana yapısını “korumak” istiyor; ama aynı zamanda, o yapının üstünde fiilen yeni bir siyasal rejim “kuruyor”. Ve, söz konusu “koruyucu” ve “kurucu” iki yönelim, üstelik kaosa doğru sürüklenen kaotik bir ortamda yürütülmek zorunda!
OHAL ilanı, başka “faydalarının” yanı sıra, devlet şiddetinin farklı biçimlere dağılıp zenginleşerek “rahatça” ve bolca uygulanması imkanını sağladı. Şimdi, bu özel OHAL şiddetinin, “koruyucu” ve “kurucu” yönde çift yönlü işleyerek kurulmak istenen yeni rejime ön açıp-yol yaptığı özel siyasal durum içindeyiz.
Yetmemiş olacak ki, ne olduğu henüz tam anlaşılmasa da onunla birlikte bir toplumsal cinnet durumunun yaratılmak istendiğini tahmin edebileceğimiz “Seferberlik” hali de, OHAL’e ekleniverdi. Telaş ve paniğin iktidarın zirvelerinde bolca bulunduğu, soğukkanlılık, mesafe ve denge gibi tutumların ise tümüyle yok olduğu anlaşılıyor.
Açık değil mi, “Başkanlık” sürecinin güç, kapasite, beceri, destek ve meşruiyet eksikliğini, OHAL-Seferberlik üzerinden devlet şiddetini denetimsiz, hızlı, açık ve yaygın olarak kullanarak ve kitlesel kışkırtmalarla gidermek istiyorlar.
Yeni rejimin “doğumu” için, sadece devletin şiddetinin yetmediği ve toplumsal alandan desteğe ihtiyaç duyulduğu anlaşılıyor. Şiddet “ebesi”, devlet ve toplumsallık kertelerinde ayrı ya da ortaklaşa çalışacak, ama sürekli devrede olacaktır.
“Şimdiki gerçeklik, güç dengeleri ve toplumsal meşruiyet gibi ana ögeleriyle Erdoğan’ın önünü tıkıyorsa, biz şiddet yoluyla o gerçekliği dağıtıp yeni bir gerçeklik kurarız” diye düşünüyor olmalıdırlar.
Eh, her şeyi “ayarlamış” görünüyorsunuz! Ama, biz “köleleriniz” olarak siz “efendilerimizin” biraz rahatınızı kaçıracak olsak da, yine de bazı sorular soralım!
İlkin, şiddetin kurucu kimliğini öne çıkarırken, kendi karşıtlarınızın da öyle davranmasının önünü açtığınızın ve böylece kaosa doğru sürüklenen bir süreci kendi ellerinizle körüklediğinizin acaba farkında mısınız?
Söz gelimi, siz sınırları “dışarı” doğru geçip giderseniz ve hatta büyük bir cüretle sınırların varlığını tartışmaya açarsanız, başkalarının da “içeriye” doğru geçip gelmeyi isteyebileceğini ve kendi açısından var olan sınırları tartışacağını; ya da, siz bombalar patlatarak yol alırsanız başkalarının da aynı şeyi kendi açısından yapmayı isteyebileceğini hesaplıyor musunuz?
Öte yandan, sırf günümüzle sınırlı ve yüzeyden bakarsak, yol almada “başarılı” oluyorsunuz da; ama bu kadar yıkım ve düşmanla nasıl iktidar olacaksınız? Devlet şiddetini daha da sert, hızlı ve yaygın uygulayarak mı; peki, ya sonra?
Üstelik, her şiddet dalgasının iktidarın toplumsal ve siyasal alanlardaki “kapsama alanında” yeni bir daralma, bu alanın “dışına” çıkmada yeni bir dalga oluşturduğunu görmüyor musunuz? İktidar tarafından ezilip-yok edilecekleri ilan edilen toplumsal ve siyasal güçlerin de, söz gelimi Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, kadınların… da, kendi açılarından “yeni bir gerçeklik” ya da farklı iktidar alanları aramaya-keşfetmeye ve yaratmaya çalıştıkları-çalışacakları açık değil mi?
Ve, son olarak, üstelik bunca gürültüye rağmen sizin önünüzü açacak “yeni bir gerçeklik” de yaratamadığınızı, bu çapta bir güce ve beceriye sahip olmadığınızı göremiyor musunuz?
İşte, Erdoğan odaklı iktidar gücü, mevcut gerçekliği aşacak düzeyde bir güce, meşruiyete ve beceriye sahip olmadığı için, sadece günü kurtaracak kadar yol alabiliyor; ama, kendi iktidarlarını kurabilecekleri “yeni bir gerçeklik yaratma” kritik eşiğini aşamıyor ve kendilerini gittikçe daha fazla içine çeken ve sıkıştırıp zorlayan mevcut gerçekliğin içinde çırpınıyor.
Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışırken sinirlenip daha da hızlı ve öfkeli biçimde kendi etrafında dönen, kendini sürekli yoran, şiddetini sürekli arttıran, o arada düşmanlarının da hem sayısını hem de öfkesini sürekli arttıran bir iktidar!
Evet, nereye kadar ve ne kadar yıkımdan sonra “geçiş” dönemi bitecek; bitince “neye” geçmiş olacağız, Erdoğan’ın başkanlığı ile onun karşıtlarının hedefi olan demokratik bir cumhuriyet arasında geniş bir alana yayılan olasılıklar arasından hangi durum egemen olacak? Yoksa “geçiş süreci” bitmeyip-bitemeyip de yıkım gücü sürekli artarak sürecek mi? Son olasılığın gerçekleştiği durumda, küresel egemenlerin “ameliyat masasına” mı yatırılacağız?
Mevcut durum sürdükçe gücü artan bir olasılık olarak, bir iç savaşa ya da kaosa mı sürükleniyoruz?
Biraz geriden, darbe sonrasındaki ilk sersemliğin kısmen aşıldığı Eylül ayından itibaren olup bitenlere göz atarak günümüze ilerleyelim, sonra güncellikte yoğunlaşarak geleceğe dair olasılıkları keşfedip anlamaya çalışalım.
Ölüm sarhoşluğu mu?
Hindenburg’un 1934 yılının Ağustos ayında ölümüyle iktidara “Führer/Lider” ( bizde de, özendiklerinden olacak ki, “Reis” deniliyor) olarak yerleşen Hitler de, Berlin Opera binasında yargıçları toplamıştı. Hep birlikte Nazi selamı vererek kendisine biat eden yargıçlar, artık “anayasaya” değil, “Hitler’e” bağlılık andı içmeye başlamışlardı. Ancak, o yeni antlarını sadece 10 sene uygulayabildiler; o arada olup bitenler ve Almanya’nın yaşadığı yıkım herkes tarafından biliniyor olmalıdır.
O yargıçların başını çeken kişi, savaşın son aylarında müttefiklerin bombalarıyla yıkılan mahkeme salonunun içinde öldü.
Bizde ise, Mayıs ayında yargı kurumlarının başındaki kişilerin Erdoğan’la birlikte “çay toplama” gösterisiyle başlayan sürecin son adımı yeni adli yılın açılışında atıldı.
Saray’da toplanan yargıçlar, yolu açan başkanları gibi bir biat gösterisi yaptılar. Erdoğan’da göğsünü gerip hepsinin gözlerinin içine bakarak ve tıpkı “L’etat c’est moi!”/”Devlet benim!” diyen zamanın Fransa kralı 14. Luis ya da benzer tarzda konuşan Alman Şansölyesi Hitler gibi “Ben yargının da başıyım!” dedi.
Eh, yalan da söylemiyor değil mi, hakikaten fiilen öyle.
Her ne kadar Erdoğan’ı ayakta alkışlayan yargıçların korumakla görevli olduğu yürürlükteki anayasa tersini yazsa da, fiilen öyle!
Yine de, kitap okumaktan hoşlanmadığını bildiğimiz Erdoğan’a önerelim; bir bilene sorun, sizden öncekilerin iktidar olmanın-devlet gücünü elinde tutmanın sarhoşluğuyla kolayca söyleyiverdikleri bu türden lafların sonrasında acaba neler olup bitti, günün sonunda ne oldu?
Ve, ek bir soru daha, şayet siz yasalara değil kendinize bağlı bir yargı inşa ederseniz, onun hiçbir toplumsal meşruiyetinin olmayacağını ya da ancak devletin her an uygulamak zorunda kalacağı şiddetinin gücü oranında hükmü olacağını; daha da ötesinde, başka toplumsal ve siyasal güçlerin de sizin gibi davranıp kendisine bağlı yargı sistemi kurmasının önünü açtığınızın farkında mısınız?
Üstelik, sadece “yargı” değil, “yürütme” organı hükümet de, gittikçe artan sıklıkta ve aslında her önemli durumda, toplantılarını Saray’da yapmaya başladı. Söylediklerinin daha sert bir savaş, daha fazla ölüm ve kan olduğunu pek hesaplamadığından ya da aynı iktidar sarhoşluğunun etkisiyle “çözüm mözüm yok!” diye “posta atarak” konuşan B. Yıldırım ise, başbakan olduğundan itibaren zaten neredeyse her gün Saray’da!
“Tatilde” olduğu için zaten uzun süre fiilen “olmayan” ve aslında tam da kendi “işi” olan devletin yeniden örgütlenmesini seyretmekle yetinen “yasama” ise, hiçleştirilerek itildiği “önemsizlik” batağında geviş getiriyor!
Umarız ki “tatilleri” kötü geçmiştir; ama doğrusu, yeni yıl açılışlarını Saray’da yapsalardı kendi gerçek durumlarına daha uygun davranmış olurlardı. Yine de önermiş olalım, bir sonraki OHAL uzatılması toplantısı neden Saray’da yapılmasın?
OHAL koşullarında çıkarılan KHK’lerle artık yerel yönetimlere de kayyum atandığına göre, Valilik ve Kaymakamlık makamlarından sonra Belediye Başkanlarının da doğrudan Saray’dan yönetilmesi başka bir hamle olarak sırada olmalıdır. Nitekim, Kürt belediyelerinden başlayarak söz konusu hamle de hayata geçirilmeye başlandı. Halk için en iyisini “Başkan” bilir, öyle fazla dolambaçlı yollara ne gerek var, değil mi? Muhtarlar toplantılarına ek olarak bir de belediye başkanları toplantıları düzenlenir, o sorunda bu şekilde çözülmüş olur, vesselam!
Ama, yasama, yürütme, yargı ve yerel yönetimler yetmiyor olmalı ki; “gizli” gündem, yeni siyasal düzenin meşruluk aracı olarak ve Erdoğan odaklı iktidar alanının çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılan bir “Erdoğanist-İslam” üzerinden ısıtılıyor. Saray, şayet dini bir otorite de kazanabilirse, padişahlık halifelikle taçlanmış olacaktır!
“Ben öyle Hans’ın-Georg’un ne dediğine bakmam, Allah’ın ne dediğine bakarım” diyerek, devletin işlerini “Haş-a huzur” Allah’la irtibat halinde sürdürdüğünü ima ettiğine göre, elbette İslam dinini de kendi istediği yönde eğip-bükerek yeni bir yoruma kavuşturabileceğini düşünüyor olmalıdır.
Evet, “inanılmaz”, ama gerçek!
İşte, Saray’da doğrudan Erdoğan’ın ezan okuduğu bir sabah namazı bize gösterildikten sonra bir de “zikir töreni” izlettirildi; o arada “devletin merkezinde yapıyoruz” diye övünmek de ihmal edilmedi!
“Zikir” olayının ayrılmaz parçası tevazu ve içe kapanma imiş, ne gam; bizde işler şimdilerde böyle yürüyor ey dervişan!
Zikir, maldan mülkten vazgeçen ve dünya yaşamına sırtını dönen dervişlerin sıradan günlük yaşamın gerilimlerinden kopuşarak Allah’ı anlama ve onunla mümkün olduğunca bütünleşme çabasına yardımcı olan bir ritüeldi; kapitalizm öncesi koşullarda, bir yönüyle sisteme muhalif kesimlere/özellikle küçük esnaflara bir toplanma alanı olurken, öte yandan akıp giden toplumsal yaşama “anlam” kazandırma ve onu “derin köklere” sahip kılarak bir arada tutma gibi kimi “ihtiyaçları” karşılıyordu. Aynı dervişler, gün yüzü görmedikleri “çile hücrelerine” kapanıp kuru ekmek suyla günlerini geçirerek “tefekkür” edip, düşüncelerini derinleştirmeye ve yaşayan gerçek bir insan olarak işlemeden edemedikleri “günahlarından” kurtulmaya da çalışırlardı.
Peki, gözlerinden dolar fışkıran, iktidara yapışan, güç ve gösteriş peşinde koşturmakla ömür tüketenlerin “zikirle” ne alakası olabilir ki?
Olsun, ar dünyası değil de kar dünyasında yaşadığımıza göre, olup biten onca haksızlığın yanında Zikir de dönüştürülüp daha fazla para kazanarak daha çok tüketim yapma ve iktidarı tümüyle ve sonsuza dek ele geçirme aracına çevrilebilir! “Her şeyi yaptığımıza göre onu da yaparız, kim bizi tutabilir ki” diye düşünmüş olmalılar.
En başta, güçlü manevi anlamlarla yüklü zikir ritüelini, kendilerinin tarihsel geçmişleri olan tefeci-bezirgan soygun şebekelerinin izinden giderek, iktidar, güç ve gösteriş aracına çevirenlere bir koca “yuh!” diyelim; ama hemen biz ölümlülerin gerçek dünyasına dönüp soralım, size dünyevi iktidar yetmedi de, şimdi de dini iktidarı mı hedefliyorsunuz?
Allah, yeryüzündeki bir devletin işlerine neden karışsın, ya da karışmayı uygun görürse, Erdoğan gibi düşünüp-davranacağını nereden biliyorsunuz; ve aslında, bir şekilde böyle düşünmeye başlayınca, her gücün hatta her bireyin Allah’ın kendisi gibi düşündüğünü-kendisinin Allah’ın sözcüsü olduğunu iddia edip-davranma hakkı olmaz mı; sözgelimi, “tekfirci” IŞİD de böyle yapmıyor mu, siz de sizden olmayanları “tekfir” mi edeceksiniz? Peki, ya IŞİD’de sizi “tekfir” ederse, o zaman ne olacak? “Kimin gücü kime yeterse” diyorsanız, o duruma kaos dendiğini ve kimin gücü kime yeterse yetsin, kaosun gücünün herkese yeteceğini bilmiyor musunuz?
Evet, siyasi ve dini iktidarın bütünleşmesi ve bu bütünleşmenin Saray’daki şahsın “ulvi kişiliğinde” somutlaşması mı hedefleniyor; ona mı alıştırılıyoruz?
Bu durumda, eleştiri hakkımızı kullandığımız zaman sadece vatan haini olmayıp aynı zamanda din düşmanı da mı olacağız; ve aslında, siz iktidarınızı sadece siyasi dokunulmazlıkla değil, aynı zamanda dini kutsallıkla da kaplayarak “mutlak” bir dokunulmazlığa ve kalıcılığa kavuşturmak, yapıp ettiklerinizi de sorgulanamaz ve eleştirilemez mi yapmak istiyorsunuz?
Mutlak iktidar peşinde koşmanızı anlıyoruz da, kendi dünyevi hırslarınıza Allah’ı bulaştırmaktan, bu toplumda yaşayan on milyonlarca insanın, “şu kalpsiz dünyada” kendi yaşamlarına bir anlam yüklemek ya da çektikleri acılara bir teselli bulmak için en temiz duygularla inanıp-bağlandıkları Allah’ı kullanmaktan utanmıyor musunuz?
Üstelik, bu yönde attığınız her adımın günümüzün koşulları içinde doğup büyüdüğünüz bu coğrafyayı ağır bir yıkıma uğratacak bir iç savaşı körüklemek olduğunu göremeyecek kadar kör mü oldunuz?
Böylesi bir yönelimin, sizinle aynı inancı-mezhebi paylaşmayanlar ya da siyaset gibi dünyevi işlerle inançlarını ayrı tutan laiklere karşı “düşmanca” bir yönelim yaratacağını, (tıpkı kadınlara olduğu gibi) siyasi ve toplumsal “ötekileştirme”den şiddetle yok etmeye kadar uzanan çeşitli tutumların önünü açacağını; ve nihayet, böylesi bir yönelimle kendi can güvenliklerinin devlet tarafından tehdit edildiğini düşünen bu kişilerin kendi güvenliklerini sağlamanın farklı yollarını arayacağını görmüyor musunuz?
Yoksa, “olsun, bizim elimizde devlet gücü var, ezer geçeriz” mi diyorsunuz; eğer böyle düşünmekle yetinmeyip de uygulamaya geçerseniz, devleti ele geçiren bir çete olmaktan öte gidemeyeceğinizin, sürekli daha fazla çeteleşerek zaten var olan meşruiyet krizinizi sürekli derinleştireceğinizin ve iktidar olduğunuz coğrafyayı rekabet ettiğiniz küresel ve bölgesel devletlerin “elverişli oyun alanı” haline getireceğinizin farkında değil misiniz?
Sonsuz iktidar isteğinizi anlıyoruz, hadi onu kutsallaştırmak için dini kullanmanızı da anlayalım; ama, görmüyor musunuz, her şey bir yana, gücünüz-beceriniz de yetmiyor ve destekleriniz de zayıf; siz güçlendikçe yapıp ettiklerinizle düşmanlarınızı da çoğaltıp güçlendirdiğinizi, hedefinize ulaşsanız bile-ki, mümkündür, bu coğrafyanın ağır bir yıkıma uğramış olacağını ve üstelik iktidarınızın ilk gününden itibaren o yıkımın daha da ağırlaşacağı bir yeni yıkım sürecinin/kaosun başlayacağını göremiyor musunuz?
Üstelik, bu aymazlıklar da yetmiyor!
Suriye’nin içlerine doğru yapılan askeri hamle ve işgal bölgesinin Rakka’ya dek uzatılacağı söylemleriyle birlikte Musul ve Telafer üzerinde hak iddia etme ve Kürt gerillalarla sürekli daha şiddetli bir seviyeye yükseltilen savaş gerçeklikleri de, zaten derin bir kriz içinde olan devletin adeta bir “adrenalin bağımlısı” gibi ya da “panik atak” geçirir gibi davrandığını, “her yere-herkese sürekli saldırı” konumuna yerleşerek krizini aşmaya çalıştığını gösteriyor.
Peki, bu tutuma “büyük kumar” diyenler, abartmış mı oluyorlar?
“Büyük kumarı” oynayanların “ya tutarsa” diye düşündükleri, devleti artık ancak böyle “ip üstünde yürüyerek” yönetebildikleri anlaşılıyor. Uyarmış olalım, gerçek durum şu ki, şayet bu yolda ilerlemeye devam ederlerse, “tutsa da yıkım-tutmasa da yıkım” açmazına girmiş durumdalar.
Kendileri de kendi elleriyle çoğaltıp güçlendirdikleri risklerin farkında olmalılar ki, “Ergenekon davası” sanıklarıyla ittifakın gittikçe derinleşmesinden başlayan bir süreçte, S.Soylu üzerinden “çete kurmaktan” yargılanan M.Ağar’a inisiyatif verilmesi, Osmanlı Ocaklarının hızla askeri temelde örgütlenmesi ve SADAT isimli profesyonel savaş örgütünün liderini Saray danışmanı olarak resmi kadroya alınarak TC ordusunun Erdoğanist temelde yeniden örgütlenmesi girişimi art arda devreye sokuldu.
Öte yandan, günlük basında yazdığına göre, Süleymancılar ve İsmailağa çevresinden sonra Adıyaman merkezli Menzil örgütlenmesi de devletin kritik noktalarına yerleştiriliyor.
Devletin zirvesi neredeyse çeteler ve “tarikatlar” koalisyonu halinde! Geri kalan herkes de, artık “muhalif” değil “düşman!”
Ki, bu “tarikatlar” da, artık tümüyle dünyevi mal-mülk ve makam işleriyle uğraşan ve aslında halkın dini inançlarını kendilerinin dünyevi hırslarının önünü açmak için kullanan menfaat şebekelerine dönüşerek, özel bazı sermaye güçlerinin, gergin rekabet koşulları tarafından zorlandıkları piyasa cangılı içinde daha hızlı ve ayrıcalıklı hareket edebilmesinin aracı-örgütü olmuş durumdalar.
İşte, devletin zirvesinin bu hali, artık gizlenemeyen bir düzeye ulaşmış olan bir “baş dönmesini” gösteriyor.
Zirvedeki hakim ruh halinin “bakalım ne olacak” benzeri bir ikircikli tutumdan “hep kazandık, gene kazanırız” tutumunun kerameti kendinden menkul ve içi boş kendine güvenine uzanan bir alana yayıldığını, bütün geri dönüş eşiklerinin aşıldığı bir aşamadan sonra “nereye kadar giderse” tutumunun geliştiğini, eller panikten titrerken başların devlet gücünü-iktidarı elinde tutmanın sarhoşluğu içinde döndüğünü, gözlerini Gül’e dikmiş kimilerinin de yaşanacak ilk “tökezlemede” Gül’le ya da başka biçimde “gemiyi terk etmek” için hazırlık yaptığını tahmin edebiliriz.
Yine de, tümüyle devlet şiddetine dayanarak bütün alanlara yönelen böylesi bir kararlılık, aynı zamanda açık bir iç savaş beklentisi ve hazırlığı olarak anlaşılmalıdır.
Yaşanan ağır devlet krizinin bu biçimdeki hamlelerle aşılamayacağı, tam tersine artan oranda şiddet üreterek ağırlaşacağı açık değil mi? İşte, iktidar güçlerinin de durumun farkında olduklarını belirtsek ve her türden irili-ufaklı çetelerle el ele vererek önlem alıyor ya da hatta hazırlık yapıyorlar dersek, abartmış olur muyuz?
Öte yandan, atılan bu keyfi ve hukuk dışı adımlardan, 15T sonrasında oluşan boşluğun isteyenin istediğini yapabileceği bir boşluk olarak görüldüğünü anlıyoruz.
Erdoğan odaklı iktidar alanı, oluşan “boşluğu” gerçekten de/basit anlamıyla da “boş” zannediyor; istediği yönde istediği hızda yol alabileceğini sanarak ve polis-milis gücüne ve şiddet kullanma tekelinin kendi ellerinde olmasına güvenerek, masallardaki gibi bütün kaleleri aynı anda fetheden bir “kahraman” olmak istiyor.
Bu istek, meşrebiniz hangisine uygunsa onu seçebilirsiniz, ama oldukça çocuksu ve saf ya da bilgisiz, sarhoş, ahmak ve basiretsiz bir bilincin içinden çıkıp geliyor olmalıdır.
Evet, devlet krizinin yarattığı bir boşluk var, ama her tarafı ilk bakışta görülemeyen derin uçurumlarla, kayalarla ve yıkım gücü yüksek mayınlarla dolu! O boşlukta atılan her adımın olağanüstü dikkatle ve bin bir hesapla atılması gerekiyor!
Öyle gözüküyor ki, sanki bizim bilmediğimiz bir “gizli merkez” var; bu merkez kendisini bu iktidarın en kritik noktasına yerleştirmiş ve onun kendisini ve kendisiyle beraber bütün bir coğrafyayı yıkıma ve çözülüp dağılmaya sürükleyen kararlar almasını sağlıyor.
Bu gizli merkez, sakın, zayıf Anadolu burjuvazisi, antika dünyanın gerici egemeni olan tefeci-bezirganlar ve modern dünyanın gerici egemeni finans kapitalin birleşip ortaklaşmasından peydahlanan ve Osmanlı askeri bürokrasisi/seyfiyenin “ebeliğinde-öncülüğünde” dünyaya gelen oligarşik egemenlik olmasın?
“Yenikapı” da bütün temsilcileriyle kendisini gösteren bu “gizli merkez”-oligarşik egemenlik, kendini yenileyip dönüştürerek zenginleştirmeyeceği denli hapsolup zincirlendiği devletin despotik zemininde çürüyüp tükenmiş bilinciyle, artık ölüme yaklaşanlardakine benzer bir gerçeklikten kopuş, gerçeklikle bulanık ilişkilenme içine mi girdi?
Oligarşi, bütün iç fraksiyonlarıyla, acaba bir çeşit “ölüm sarhoşluğu” mu yaşıyor?
Evet, sorun sadece Erdoğan ve çevresindeki iktidar alanı değil ki, oligarşik-totaliter egemenliğin başka güçlerinin farklı seçenekleri savunup güçlendirmeye çalıştığını gören var mı; hepsi de Yenikapı’da toplanmadı mı?
Sözgelimi, New York’ta bir serginin açılışında konuşan Ali Koç ve Güler Sabancı ve onların şahsında temsil olunan aileleri de, artık suflör kullanmadan doğrudan konuşarak Yenikapı’nın arkasında durduklarına göre, hatta orada da duramayıp Erdoğan’dan yana Ortadoğu’ya dönük “savaşçı” bir konumu açık ettiklerine göre, “hepsi” derken abartmış olmadığımız açıktır.
Geçenlerde açıklanan bir gizli yazışmadan öğrendik ki, Sabancı ailesinin omurgası olan Akbank’ın yöneticisi Suzan Sabancı, hanımefendi görünümünün altında gizlediği bir sermaye birikimi öncüsü kimliğiyle konuşunca, “İşte, lider!” diye methettiği Erdoğan’ın Gezi ahalisine karşı tutumunun gizli destekçisiymiş. Suzan Sabancı’nın Gezi’de ayaklanan milyonların “gazlanmasını” ya da sevgili Ali İsmail gibi gençlerin sokak ortasında dövülerek öldürülmesini “liderlik” olarak gördüğü anlaşılıyor.
İşte bu bayların ve bayanların dıştaki modern görünümlerinin altındaki iç yüzleri böyledir ve darbe sonrasının oldukça “puslu” koşullarında risk alarak Taksim’de toplanan ve “Özgürlük!” diye haykıran yüz binlere ihanet eden Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı’da Erdoğan karşısında zavallıca ezilmesini “arkadaki reji odasında” kararlaştıranlar da aynı kişilerdir. Gönderildiği yere tıpış tıpış giden Kılıçdaroğlu’na tepkimiz, acımayla karışık bir yüz buruşturmadan öte gitmese de olur, ama ya karar verenler, onlar neyi hak ediyor?
Günümüze dek oligarşik-totaliter egemenlik sistemini bir biçimde sürdüren devletin despotik yapısı ve onun içinde doğup büyüyen sermayenin en büyükleri/finans kapitalistler, şimdi koşulların onları her alanda ama özellikle de Kürt sorununda “ya da” geriliminde “dönüşmeye” zorladığı bir tarihsel momentte, bu “dönüşümü engelleyerek” hem kendilerini hem de aynı devletin içinde konumlanan bütün güçleri uçuruma doğru mu sürüklüyor?
Yaşadıkları tükenişi sadece şiddetin ön açıcı-kurucu gücüne dayanarak bir biçimde yeniden doğuş yapabilecekleri bir çıkış yoluna/bir yeni gerçekliğe doğru götürmek isteyen egemenler başarabilecekler mi?
Kendi yasalarını bile tümüyle hiçe sayarak, ancak ve sadece devlet şiddetiyle içte/ülkede ve dışta/bölgede yıkım gücünü gittikçe arttırarak kendisini sürdürebilen despotik oligarşi, şimdiden sonra da kendisini sürdürebilecek mi?
Özgürlüğün güneşi bu coğrafyanın üstünde hiç parlamayacak mı?
Direnç odakları
Anayasanın fiilen askıya alındığı, aslında fiilen anayasa-dışılığın ve hatta anayasanın zıttı bir zeminde derinleşmenin meşrulaştırıldığı, zaten öncesinde de yürütülen bu sürecin 15T sonrası koşullar bir “fırsat” olarak görülerek daha da derinleştirilip ilerletildiği, anayasanın değil onun zıddı yönde uygulamaların önünü açan OHAL’in ve en son “Seferberliğin” devrede olduğu bir dönemdeyiz.
Yargıdan sonra üniversitelerin yeni yılının da açılışının yapıldığı Külliye/Saray, öyle anlaşılıyor ki, Tek Adam/Erdoğan merkezli bir devletin “merkezi” olarak inşa edilmiş ve “fazla mesainin” de ötesinde 7/24 yoğunlukta bir tempoyla çalışarak, bütün toplumsal ve siyasal süreçleri kendisinin merkez olacağı bir tarzın içinde yeniden yapılandırıyor.
Törenlerde bulunan kaç yargıç ve rektör aynı binada yapılan “Zikir” töreninde de bulunmuştu, bilemeyiz; ama, Erdoğan’ın hayalindeki yeni yıl açılışında aynı törenin mutlaka olduğunu, yargıçların ve rektörlerin topluca “Zikir” yaparak yeni adli ve eğitim yılına başlamalarının iyi olacağını düşündüğünü tahmin edebiliriz.
Darbe gecesi “güçsüzlüğünü ya da gücünün sınırlarını” gören ve sonrasında “manevra” yaparak “milli mutabakat” söylemini öne çıkaran Erdoğan, sonradan tam da kendisinden bekleneni yaparak o “mutabakatı” kendi başkanlığını destekleme anlamıyla zenginleştiriverdi(!) ve bu hızlı dönüşü eleştiren kimi CHP’li parlamenterleri “sözlerinden dönmekle” eleştirirken de yüzü hiç kızarmadı!
Burjuva hukuku biçimsel de olsa “yasaların varlığı” ve onların meşrulaştırdığı “kurumların yasal işleyişi” üzerinden kendisini var edebilir; oysa şimdi, tıpkı bir zamanlar Almanya’da Hitler ya da İtalya’da Mussolini’nin yaptığı gibi, yasalar ve kurumların öngörülebilir-resmi işleyişi ile değil, Erdoğan’ın şahsi-keyfi kararları ve inançları üzerinden yönetiliyoruz.
Bahçeli ve özellikle de Kılıçdaroğlu’da bu yeni yönetim tarzının ilk adımlarının atılmasında doğrudan yardımcı oldular. Bahçeli, sonradan bir hamleyle öne geçti, Erdoğan’ın hemen yanı başına yerleşiverdi. Devlet krizi koşulları, Kürt gerillalarıyla yükselen savaş ve en çok da kaybetmek üzere olduğu parti içi iktidarın Bahçeli’yi zorladığını ve sermaye güçlerinin de ittirmesiyle böylesi bir tutumu ürettiğini tahmin edebiliriz.
AKP ve MHP’nin, despotik devletin güncel çıkarları temelinde birbirlerine dönüşerek ortaklaşma sürecine girdikleri anlaşılıyor. Bu sürecin kaderinin ne olduğu henüz belli değil, ama özellikle MHP’de bu gidişe muhalif olanların çoğunluk kazanabileceklerini ve şimdilik seslerini çıkaramıyor olsalar da AKP içinde de epey muhalif güç olabileceğini, söz konusu iki gücün de ABD odaklı bir güç alanına dayanarak kendilerini var edebileceklerini tahmin edebiliriz.
Süreç ilerledikçe, OHAL önlemleri mevcut kaosa karşı “koruyucu” bir önlem olmaktan çok yeni bir siyasal rejimin “kuruculuğu” için kullanılıyor.
Zaten, yeni anayasa taslağından öğrendiğimize göre, olağanüstü hal artık olağan anayasal rejim haline dönüşüyor, despotik yapının içine halkın zorlamasıyla giren kimi demokratik haklar tümüyle gasp ediliyor ve böylece kapitalizmin küresel krizi tarafından zorlanan sermayenin somut-tarihsel hareketine destek olmak için pürüzsüz bir toplumsal ve siyasal zemin hazırlanıyor.
15T’nin hemen sonrasından şimdiye dek, OHAL ve yürütücüsü KHK’lar devredeydi. Yani, yasalar tarafından denetlenip sınırlandırılamayan bir devlet gücü/şiddeti yoluyla, Erdoğan’ın merkezinde olduğu yeni rejimin kuruluşunun önündeki engelleri temizleme, hedeflenip inşa edilmeye çalışılan bir “yeni gerçeklik” içinde yeni-uygun güç dengelerini ve ilerleyen sürecin destek noktalarını oluşturulmaya çalışılmıştı.
Şimdi ise, “Seferberlik!” koşullarında, yani süreklileşen devlet şiddetiyle ve medya operasyonlarıyla “eğitilerek” harekete geçirilen, muhalif güçlere/özellikle de Kürtlere, kadınlara ve Alevilere saldırtılarak çürütülen-daha da çürütülecek, o arada yeni anayasayı da uysalca kabullenecek bir halk yaratılmak isteniyor.
Başarılı olabilirler mi; evet, olabilirler, ama bu “başarı”, özellikle tekrar vurgulayalım, kendisiyle bakışımlı ilerleyen bir “başarısızlıkla” birlikte var olmaya mahkum!
Şüphesiz, şiddet/devlet şiddeti, tıkanan siyasal ve toplumsal süreçlerin önünü açma kapasitesine sahiptir; ama bu genel bir doğrudur ve her özel durumda aynı sonucu üretemez.
Şiddetin başarılı olabilmesi için, uygun güç dengeleri ve toplumsal meşruiyet başta olmak üzere bir dizi başka siyasal ve toplumsal olguyla desteklenmesi ve oldukça hassas bir beceriyle uygulanması gerekir. Şayet tek başına şiddet çözüm gücü olabilseydi, 90’lı yıllarda başlayıp neredeyse 10 yıllık bir olağanüstü şiddetle desteklenen ABD’nin “İmparatorluk” hamlesi başarılı olurdu!
OHAL-Seferberlik destekli şimdiki devlet şiddeti de, en iyi ihtimalle ancak kısmi ve geçici bir başarı kazanabilir ve kendisini de sürekli sarsıp zorlayacak olan bir kaosu üretip güçlendirerek sürebilir; ama bu kadarı da Erdoğan için yeterli olabilir. Günümüz dünya koşullarında hangi burjuva iktidarı on yıl sürecek bir “istikrar” vaat edebilir ki, Erdoğan etsin; sözgelimi, 2-3 yıllık bir iktidar bile yeterlidir, sonrası sonra düşünülür!
Ancak, bu “en iyi” ihtimal bile, tekrar vurgulayalım ki, ancak oldukça derin yıkıntılarla birlikte olabilir, hiçbir zaman istikrar kazanamaz ve yüksek olasılıkla inip çıkan, sertleşip yumuşayan ama sürüp giden iç savaş ya da kaos koşullarında kendisini var edebilir.
Peki, neden böyle olacaktır, hangi “aşılamayan” engeller var ki, “istikrar” ve Erdoğan hiç bir araya gelemiyor?
Direnç odakları
Erdoğan odaklı iktidar alanı ileri doğru her adımında, toplumsal gerçekliğin bu ilerleyişi reddeden bir dizi direnç odağıyla yüzleşiyor ve sürekli bir itiş-kakış yaşanıyor.
Bu itiş-kakış henüz kalıcı bir sonuç yaratabilmiş değil; Erdoğan direnç odaklarını yok edemiyor ve kendisinin hedefine doğru ilerliyor olması bir gerçeklik olsa da, gerçekliğin bakışımlı ilerleyen başka yüzlerinde söz konusu direnç odakları da varlığını sürdürüyor. Hatta, onların içindeki bazıları da kendi etki alanlarını pekiştirip güçlendiriyor.
Zıt süreçlerin aynı anda güçleniyor olması ise, hem bu “ilerleme” sürecinin kendisini/günümüzdeki gelişmeleri gittikçe artan bir şiddet ortamına dönüştürüyor hem de “karar anı” geciktikçe sürüp giden sonuçsuz çatışmalarda biriken enerji büyüyor ve yaratacağı yıkımın gücü artıyor. Çokça konuşulup yazılan kaos olasılığı gün be gün belirginleşiyor, hatta onun içine doğru ilk adımlar atılmaya başlanıyor.
Şimdi, çok farklı alanlarda toplanan direnç odaklarına değinmeliyiz.
A-Biriken gerilimler, tepkiler
İlkin, hemen belirtilmeli ki, aslında Erdoğan’ı “günah keçisi” yapmamak gerekiyor.
Evet, onu da var eden devletin despotik yapısının Kürt sorununu çözme konusundaki yeteneksizliğinin yarattığı tıkanma, Erdoğan ya da başka biçimde bir egemenlik biçiminin “istikrar” kazanmasını engelliyor, engellemeye de devam edecektir.
Bu tıkanıklıkla doğrudan bağlı olarak ama aynı zamanda farklı bir direnç alanı da bölgedeki (Suriye-Irak) kaos ortamının zorlamalarından oluşuyor.
Kaynayan bölgedeki gelişmeler, Erdoğan’ın nispeten kalıcı bir başarı kazanmasını engelliyor, gelecekte de engelleyecek! Kürt sorunu konusundaki despotik yaklaşımın bölgeye yansımaları ve küresel güç dengelerini “okuma” konusundaki zaaflar, bölgedeki hamlelerin rasyonalitesini bozuyor ve devlet kendi kendisini açmaza alıyor.
Suriye ve Irak’ta gerilimin hızla yükselmesi, özellikle de Musul, Telafer, Rakka, Halep ve İdlip üzerinde yoğunlaşan güç ilişkileri üzerinden önümüzdeki 1-2 ay içinde daha da serleşip hızlanacağı anlaşılan savaş dinamiğindeki hareketlenme ve bütün bu yıkım gücü yüksek askeri süreçlerde oluşan Rusya-ABD gerilimi, savaşın zaten yüksek olan kaos üretme kapasitesini daha da güçlendirecektir.
Erdoğan’ın “dost azaltıp-düşman çoğaltan” söylemi ve “gücünü aşan” düzeyde askeri müdahale girişimleri ise, tam ters yönde biriken enerjiyi harekete geçirmiş gözüküyor.
Evet, askeri müdahale Türkiye’ye bir inisiyatif kazandırdı, ama aynı zamanda üstüne yerleştiği zeminin gerginliğini de olağanüstü arttırdı ve her geçen gün daha da arttırıyor.
Öyle oldu ki, artık yapılacak bir “hata” bile bölgedeki kaosu ve ürettiği yıkımı hızla Türkiye’ye sıçratabilir, ki hep birlikte yaşayıp görüyoruz, sıçratmaya başladı bile. Sınırlar bir kez geçilince, karşıdan gelişlerin de önü açıldı ve böyle bir heves taşıdıklarını herkesin bildiği farklı bölgesel ve küresel güçler de harekete geçtiler.
Suriye devletinin “sınırlarımız içine giren uçağınızı düşürürüz” tehdidi ve Irak devletinin “resmi bir çağrıları ya da yardım talepleri olmadığını ve Türk askeri varlığının ülkelerinin sınırları dışına çıkmasını istedikleri” açıklamasından sonra, Irak’ta güçlü bir siyasal figür olan Mukteda Sadr da oldukça sert bir açıklamada bulunup “şerefinizle geri çekilin” derken ima ettikleri ve hiçbir diplomatik hassaslık taşımayan üslubuyla, aynı zamanda Türkiye açısından yeni bir dönemin açıldığı, epey önceden belli olmuştu.
O arada, hızlı akan bir süreç içinde art arda yaşanan oldukça dramatik gelişmelere şahit olduk.
Erdoğan yanlısı medya ve artık resmi görevlilerin söylemleri de 15T’nin arkasında ABD’nin olduğunu açıkça yazıp söylerken ve Türkiye’nin bütün muhalefetine rağmen süren ABD-PYD/YPG ilişkisi Rakka’ya doğru ilerleyerek derinleşirken; Erdoğan odaklı iktidar alanı bir “tepki” olarak, önce Rusya’dan “Özür” ile başlayan bir tutum geliştirmiş, sonra Halep’teki desteklediği güçlerden desteğini çekerek Esad güçlerine “örtülü” destek olmuştu.
Bu oldukça sert ve hızlı “U dönüşü”, Rusya elçilikleri önünde düzenlenen gösterilerle gizlenmeye çalışılırken, Rus büyükelçisinin henüz kim tarafından motive edildiği kesinleşmeyen bir Türk polisi tarafından öldürülmesiyle daha belirgin biçimde görünür hale geliverdi.
Moskova’da yapılan ve önümüzdeki ay da Astana’da yapılacağı açıklanan toplantılarda, TC’nin kimi analistler tarafından “eksen değiştirme” olarak yorumlanan “yeni” bir konuma doğru sürüklendiği görülüyor. Eskiden beri var olan ama ciddi bir etkinliği olmayan ABD ile mesafeli ve “maceracı”- “Avrasyacı” devlet fraksiyonunun etkinliğinin arttığını ve 17-25 Aralık süreci sonrasından başlayan iktidar ortağı konumlarını güçlendirdiklerini saptayabiliriz.
Süreç “eksen değiştirme” ile neticelenir mi, oldukça zor; ama, en azından şunu vurgulayabiliriz ki, ABD ile yoğun işbirliği halinde başlayan Suriye macerasında, şimdi Rusya’nın müttefiki olma konumuna doğru bir sürüklenme yaşandığı açıktır. Bu, bir “tercih” olarak değil, “sürüklenme” olarak yaşanıyor.
Saray merkezli yorumcular olup-biteni “dinamik denge” (TC.’nin çıkarlarını esas alarak, tek taraflı olmayan ve karşılıklı çıkarları gözeten, aynı zamanda tek yanlı ABD bağımlılığının yarattığı tehlikelere karşı Rusya ile de denge kuran) politikaları yürütüldüğü söylemiyle savunsa da; tam tersine, büyük güçlerin/ABD ve Rusya’nın kurup-bozduğu ve yüksek gerilim taşıyan güç dengelerinin içine hadsiz-hesapsız biçimde giren ve günün sonunda söz konusu dengelerin her değişimiyle yaşanan fırtınaların önünde sürüklenen bir Türkiye gerçekliği söz konusudur.
Yürütülen yanlış bölge politikasının “faturaları” ödenmektedir.
Artık, bölgedeki yıkıcı kaosun bir parçası olmak üzereyiz. Hiç unutmamak gerekiyor, bölgeye doğru atılan her adım karşılığında Türkiye’ye doğru atılacak bir adımın da önünü açıyor ve yeni adımlar da yeni karşı-adımların önünü açacaktır.
Öte yandan, kapitalizmin küresel krizinin “zayıf” bir konumda yakaladığı Türkiye’ye her an yapabileceği “sürprizler” de bir “Azrail” gibi Erdoğan iktidarının üstünde geziniyor. Erdoğan’ın “marazi” politikaları, bu “sürprizin” kapıyı çalma olasılığını güçlendiriyor.
Aslında, Moddys’in “not düşürmesi”, olası “sürprizler serisinin” ilki olarak görülebilir.
Ekonomik kadar siyasi gerekçelere de dayandığı anlaşılan kararla elindeki “küresel güç sopasını ” kullanan ABD-AB emperyalist bloğu, Erdoğan’ı “terbiye etmeye” çalışıyor. Merrill Lynch’in 2017’nin Türkiye için yüksek risk taşıdığını açıklamasından sonra, sırada Fitsch’in kararı olmalıdır.
Bu değerlendirmeler, kapitalist sistemin “iç işleyişi” açısından belli gerçekleri işaret ederek yatırımcıları yönlendirse de, daha fazlasıyla küresel emperyalist hiyerarşinin yeniden üretilmesinde bir “sopa” olarak kullanılmak üzere yapılıyor.
Döviz piyasası ve Borsa, o “sopanın” kolay kullanılacağı alanlar olarak güvensiz ve istikrarsız bir görünüm içinde. Yine de, şimdiye dek yaşanan piyasa iniş-çıkışlarının Erdoğan’ın iddia ettiği cinsten özel bir “operasyon” olmaktan çok piyasanın kendi iç ilişkilerinin doğal hareketleri olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, “kapitalist dünya düzeninin güncel işleyişinde piyasanın “doğal” akışı da emperyalist metropollerden yana bir sopa değil mi?” derseniz, doğrudur; yine de, o “sopanın” gerektiğinde “güç ilişkileri” üzerinden “özellikle” ve “seçici” olarak kullanılabilme gibi bir ek yeteneği de olduğunu belirtmeliyiz.
Evet, ya “sopa” henüz fiilen kullanılmadı, ama kullanılması için koşullar oluşturuluyor ya da belki de zamana yayılan bir “Çin işkencesi” biçiminde kullanılıyor.
Esas tehlikeli olan ise, ekonominin temel dengelerindeki istikrarsızlık ve bozulma.
Herhangi bir küresel dengesizlikten en fazla etkilenecek ülke olarak (Güney Afrika ve Brezilya ile birlikte) Türkiye gösteriliyor. Şimdi bozulan dengelere “aspirin” tedavisi olarak kullanılan Arap petro-dolarlarının piyasalara girişi, kendi gücünü aşan bir dalgalanmada yetersiz kalacaktır. Zaten bu girişin en kolay olduğu yerlerden olan konut piyasası “tıkanma” işaretleri veriyor. Konutta olası bir “balon patlaması”, kendisiyle birlikte başka birçok gelişmeyi de tetikleyecektir.
Kapitalizmin dünya çapındaki krizinin son aylarda çok işaret edilen ikinci bir dip yapma olasılığının güçlenmesi ise, şayet bir biçimde gerçekleşirse, Türkiye açısından yıkıcı sonuçlar yaratacaktır.
Birden çok alanda yürütülen savaş politikalarının büyük boyutlu harcamaları da, yeni bir istikrarsızlık ögesi olarak ekonomik alanda güç biriktiriyor.
Öncesinde hamle yaparken kimi hassasiyetleri gözeten iktidar, 15T sonrasında neo-liberal soygun politikalarını sanki “zincirlerinden kurtulmuşcasına” derinleştiriyor ve hala ulaşamadığı bütün alanlara aynı anda, aniden ve hızla yayıyor. Bütün toplumsal güçlerde ve o arada işçi sınıfında da olağanüstü koşulların zorlamasıyla oluşan “baş dönmesi ve şaşkınlık” halinin fırsat olarak görüldüğü anlaşılıyor.
Kamu emekçilerinin “güvenceli iş” hakkının gaspı ve bütün çalışanların kıdem tazminatlarının tasfiyesi hazırlıkları, sermayeye sunulan daha hızlı ve daha yoğun birikim yapma olanaklarıyla (yeni özelleştirmelerle kalan bütün kamu zenginliğinin de yağmalanması, sermayeye aktarılacak yeni “para havuzlarının” oluşturulması ve ekolojik yıkımın önündeki bütün yasal engellerin KHK’lerle kaldırılması…vd.) birlikte, büyük bir cüretle ve fütursuzca ardı ardına devreye alınıyor.
İşsizlik, enflasyon, ücretlerin düşürülmesi ve iş saatlerinin arttırılmasının patronların keyfine bırakılması, hala gasp edilememiş bütün sosyal hakların tasfiyesi vd., hepsi aynı soygunu zenginleştirip hızlandıran farklı saldırı kanalları olarak halkın içinde yıkıcı-düşman güçler olarak geziniyorlar.
İşçi sınıfı içindeki güçlü AKP ve MHP taraftarlığının direnişçi bir tutumu engelleyeceği, oluşabilecek tepkilerin de sendika ağaları tarafından soğutulup ehlileştirileceği düşünülüyor olmalıdır.
Ancak, hız kazanan yoksullaşmanın, söz konusu taraftarlığı ve engellemeleri parçalayıp geçecek bir tepkiyi biriktirdiği gözle görünür bir gerçeklik. Fabrikalardan ya da yaşam alanlarından patlayacak “yoksullaşma öfkesi” kimse için sürpriz olmamalıdır.
İktidarın şimdiki “suskunluk” üzerinden belki de kendisine en fazla güvendiği bu toplumsal direnç alanı, sözgelimi işçi sınıfının herhangi bir kıvılcımdan etkilenmesiyle, belki de toplu sözleşme görüşmelerinde yaşanan tıkanıklıkla başlayan metal işçilerinin direniş ve grevlerinin öncülüğünde, bir anda en ağır darbeyi alacağı bir “yangın yerine” dönüşebilir.
Özel olarak öne çıkan bir direnç alanı da, laiklik üzerinden oluşuyor.
Erdoğan’ın dünyevi iktidarına İslam dinini kullanarak dünya dışı-uhrevi bir yapı kazandırma ve böylece edineceği mutlak dokunulmazlık zırhıyla iktidarını sonsuza dek koruma amacıyla yürüttüğü var olan burjuva-despotik laikliğin tasfiyesi süreci, farklı tepkilerle karşılaşıyor.
Bir yönde (devlet içindeki Avrasyacı kanattan beslenerek) despotik laikliğin savunusu biçiminde, ama daha önemlisi başka bir yönde halkçı-demokratik bir laikliğin kurucu iradesinin oluşup güçlenmesi biçiminde aslında birbirini dışlayan iki süreç, henüz birbirinden tam ayrışamamış olsa da güçleniyor.
Erdoğan kendi hedefine doğru ilerledikçe, laiklik üzerinden üretilen tepkilerin de sertleşeceğini ve hatta yeni bir iç savaş dinamiğine bile dönüşebileceğini saptamalıyız.
Aleviler, tarihsel derinliğin içinden çıkıp gelen bir demokratik-halkçı ve laik toplumsal güç olarak, Erdoğan’ın diktatörlük inşasından en ağır hasarı almaya adaylar ve diktatörlüğün inşasına en güçlü dirençlerden birisi oluyorlar. Sürecin akışı, bu direncin alanını tüm Alevilere doğru yayma, derinleştirme ve sertleştirme potansiyelini taşıyor.
Alevilerin şimdiye dek bağlı oldukları Kemalist paradigmanın “sol” yorumundan kopuşma eğilimleri ve özellikle de Kürtlerle dayanışma yönündeki kimi yönelimleri, direnç alanının kalıcılaşıp güçlendiğinin göstergesi olarak görülebilir.
Kadınlar, diktatörlüğün kuruluş süreci kendi hedefine doğru ilerledikçe artan oranda erkek saldırganlığıyla yüzleşiyorlar. İktidarın kadınları aşağılayan söyleminden aldığı cesaretle üstündeki örtüleri atıp en çıplak haline sıçrayarak, hadsiz, aleni, bayağı ve saldırgan bir şiddet yapısına bürünen “erkekliğin”/erkek egemenliğinin, Gezi isyanında kendi gücünü gören kadınlarda büyük bir öfkeyi mayalayıp beslediğini tahmin edebiliriz.
Diktatörlükte kendisini nelerin beklediğini, neler yaşayabileceğini daha bugünden gören kadınların güçlü ve kalıcı bir toplumsal direnç alanı olarak direniş ağındaki kendi özgün yerini aldığı-alacağı kesindir. O alanda biriken “enerjinin” oluşturduğu “toplumsal fay hatlarının”, ne zaman olacağı belli olmayan ama bir biçimde olacağı belli olan “kırılma anı”, yaratacağı sonuçlarla, sadece iktidara değil, bir bütün olarak erkek egemenliğine de ağır hasar verecektir.
Zaten kadın-erkek bütün kişilerin bireyselleşmesinin despotik devlet tarafından baskı altına alındığı, kötürümleştirilip dumura uğratılarak sakatlandığı ve bir yarım kalmışlığın-olmamışlığın/olamamışlığın bütün bireylere damgasını vurduğu bir toplumun, en ezileni-en dipteki olmanın birikmiş öfkesiyle ve kaybedecek bir şeyleri olmayanların cüretiyle hamle yapmak, toplumsal gerçekliğimizin kadın cinsine yüklediği bir güncel potansiyel ve bu potansiyel tarih-yapıcı bir güç taşıyor.
Erkek egemenliğinin en saldırganlaşmış, bayağılaşmış ve adeta kendinden geçmiş haline, kadın özgürleşmesinin ancak en sınırsız ve cüretli duruşuyla cevap verilebilir; asla “savunma”, ya da “yanlış anlaşılma” vb. korkusu olmadan, kadın cinsinin bütün potansiyellerinin hayata geçirilmesidir ki, erkek saldırganlığının zirveleşmiş halinin önünü kesebilir.
Tarih, kadınları, ayakta kalıp yaşayabilmeyi bile ancak en sınırsız biçimde kendisini gerçekleştirerek sağlayabileceği olağanüstü özgürleştirici bir yola doğru itiyor. “Efendi-köle diyalektiği”, Hegel’in çetrefilli söylemlerinden fırlayıp çıkarak bu alanda ete-kemiğe bürünüveriyor!
Evet, devlet gücünün ana merkezlerini ele geçirmiş görünen, MHP’yi içeren ve CHP’yi etkisizleştirip “koltuk değneği” yapan Erdoğan, iktidarda kalma süresini “sistem içi muhalefetsizlik” ve devlet gücü olanaklarını kullanarak bir müddet daha uzatabilir. Ancak, bu “müddet” uzadıkça yarattığı yıkım artacak, toplumsal direnç alanları öyle ya da böyle hareketlenecek, kapsama alanı daralan iktidarın “dışında” kalanlarla yaşaması kaçınılmaz olan itiş-kakışın boyutları büyüyecek, çeşitlenip sertleşecektir.
Şimdi, kimi direnç alanlarına daha dikkatli bakalım.
Kürtler
Kendisinde biriken ve artık bir savaş boyutuna bürünen olağanüstü gerginlik, direnç alanı olarak vurguladığımız ilk kritik noktaya dönmeyi gerektiriyor.
İktidar, Kürt sorununu sistem içinde çözebilmesi için yapması zorunlu olan dönüşümleri bırakın “yapmak” tam tersi bir yolda yürüyor.
“Yok sayma-görmeme”, “asimilasyon” ve bunlar yetmeyince de “Çözümsüzlük” politikaları, sadece Erdoğan değil, kendilerini ancak devletin despotik zeminini kabullenerek var edebilen bütün iktidarların Kürt sorunundaki şaşmaz yönelimleri oldu. “Çözüm” söylemleri ise, bilinen ana yönelimi sürdürmenin “örtüsü”-oyalama aracı olmaktan ileri gitmedi.
İşte, bahsettiğimiz “tıkanma” ya da “direnç” tam da burada oluşuyor. Çünkü, isyancı Kürt gerillalarıyla devlet güçleri arasında onlarca yıl süren farklı biçimlerdeki çatışmaların içinden çıkıp gelerek var olan gerçeklik-yeni güç dengeleri, bu yönelimin eskisi gibi sürüp gitmesinin önünü tıkıyor.
Herhangi bir değer atfetmeden nesnel-kuru bir değerlendirme yapacak olursak, Kürt halkı içinde kök salmış ve yüksek bir askeri nitelik kazanmış gözüken PKK, devletin alışılmış politikalarının önünü tıkıyor. Hatta, öyle oluyor ki, devlet (sadece Erdoğan değil, hangi iktidar olursa olsun) alışılmış-bilinen politikalarında ısrar ettikçe, artık “askeri” yolla yok edilme eşiğini aşmış olan PKK’yi daha da güçlendiriyor.
Devlet, Kürt sorununu çözebilecek kapasitede bir dönüşüm yaşamak yerine, “iç ve dış düşmanlar” söylemi ve bunu destekleyen devlet şiddetiyle yol almaya çalıştıkça, kendi söylemiyle “Kürt halkının varlığının anayasal güvenceyle tanınması” zemininde konumlanan PKK’nin Kürt halkı içindeki desteğini arttırıyor. Devletin her şiddet dalgası, daha güçlü bir direnişle karşılaşıp sonuç yaratamadan ama “düşmanını” daha da güçlendirmiş olarak tükeniyor.
100-200 gerillayla kendi sürecini başlatan PKK, şimdi Kürtlerin yaşadığı bütün ülkelere ama özellikle de “Kürdistan coğrafyası” olarak kabul ettikleri Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin artık herkesçe de bilinen bölgelerine yayılmış durumda.
PKK, etki alanında toplamda yüz bine yakın gerillaya, büyük çoğunluğu Türkiye’de olan milyonlarca taraftara ve Suriye’deki bölgede/Rojava-Batı Kürdistan’da geniş coğrafyaya sahip bir güç oldu.
Son Musul operasyonu öncesindeki gelişmelerin açığa çıkardığı bazı gerçekler, PKK’nin şimdi de Irak’taki Kürt bölgesinde en büyük güç olabileceğini gösteriyor. Önümüzdeki 3-5 ayda bu yönde hızlı gelişmeler yaşanabilir.
Suriye’de güncel olarak yaşanan Rakka hamlesi de, şayet başarıyla sonuçlanırsa, Rojava’yı da içine alan çok büyük bir coğrafya, PKK’nin “önderlik” olarak kabul ettiği Öcalan’ın görüşlerini kabul eden PYD-YPG’nin hegemonyası içine girmiş olacak. Coğrafyanın büyüklüğünden daha da önemli olan, Kürtlerden sonra Arapların da hareketin etki alanı içine girmeye başlaması.
Bu tespitler, bir “propaganda” değil, PKK’nin düşmanı olan aklı başında bir analistin bile katılabileceği bir durum tespiti.
Peki, bu güce nasıl ulaştılar?
Şüphesiz ki, PKK açısından böyle bir güce ulaşması esas olarak kendi “Apocu” duruşunun sonucu, ama en büyük “yardımı” da “düşmanı” olan TC’den aldı.
TC, şimdiye dek kendisini sürdürmesini sağlayan despotik yapısının “tek millet, bayrak, dil, din…vd” şeklinde basitçe dillendirilen monolitik ve totaliter özelliklerinin devletin bilincini ve davranışlarını tümüyle belirlemesinin sonucunda, Kürtlerin varlığını kabullenmedikçe, PKK Kürt halk gerçekliği içinde kök saldı ve bu kabullenmeme sürdükçe o kökler hem sürekli daha geniş alanlara yayılıyor hem de daha da derinlere iniyor.
TC egemenlerinin Kürt sorununu çözmeme “direnişi”, o noktada atılacak geri adımın “büyü bozan” bir etki yaratacağı, “açılan gediğin başka toplumsal güçleri de cesaretlendirerek” monolitik yapıyı hızla her tarafından saran bir toplumsal güçler ortaklaşması oluşturacağı ve sürecin sonunda devletin mevcut yapısının çözülebileceği korkusundan da destek alıyor olmalıdır.
Haksız da değiller; ama gelin görün ki, gerçekler tam da böylesi bir dönüşümü dayatıyor!
Öyle ki, ya devlet ve sermaye güçleri böyle bir dönüşümü kendi kontrollerinde yürüterek becerecek ya da bu “dönüşümün” onlara “dışarıdan”/küresel güçler veya PKK tarafından dayatılmasının sonucunda yaşanacak farklı yapıda bir “çözülmeyle” yüzleşmek zorunda kalacaklar.
Öte yandan, TC’nin “dönüşmeme” direnişi ya da dönüşüme kapalı yapısı sonucunda “dönüşememesi”, Kürt sorununu, devletin yenemediği bir askeri güç tarafından sahiplenilmesinden olsa gerek, ülkedeki bütün “demokrasi” sorununun da en kritik eşiği haline getirdi.
Kürt sorunundaki çözümün, devletin monolitik-oligarşik ve totaliter yapısında bir gedik açarak hızla diğer demokrasi sorunlarının da çözümünü doğuracağını düşünen bütün toplumsal güçler, Kürt sorununun çözümünü talep etmeye başladılar. Bir politik özne olarak onu desteklemeyen demokratlar bile, sırf Kürt sorununun çözümünün yasal alandaki savunucusu olarak gördükleri için HDP’yi desteklemeye başladılar.
Öyle oldu ki, zaman aktıkça Kürt sorunu, ülkenin demokrasi sorununun en öne çıkan ve diğerlerini de peşinden sürükleyen ya da etrafında toplayan bir çekim alanı oluverdi. Liberalinden komünistine çok farklı konumlardaki birçok siyasal güç, farklı gerekçelerle ve farklı biçimlerde de olsa Kürt sorununun çözümü ekseninde toplanmaya başladı ve bu süreç halen de sürüyor.
7 Haziran seçim sonuçları bu toplanmanın çapını hepimize gösterdi. Patlayan onca bombaya ve süre giden savaşa rağmen henüz o toplanmanın çapının daraldığı bir durum oluşmuş değil; açıklanan kamuoyu sonuçları ne azalan ne de artan sabitlenmiş bir konumlanmayı işaret ediyor.
Bölgede kapitalizmin en çok geliştiği ülke olan Türkiye’de kök salan PKK ise, Türkiye coğrafyasında güçlendikçe diğer Kürt coğrafyalarında da güçlenebilmesinin destek alanını oluşturmuş oldu ve bu desteğe dayanarak yol aldı, almaya da devam ediyor.
Özellikle Suriye ve Irak’ta ama diğerlerinden zayıf da olsa İran’da da, PKK, bölgedeki devletlere ve onların “muhalifi” çetelere karşı bir bölgesel muhalefet odağı olmaya ve bu konumda yol alıp derinleştikçe de, küresel güç ilişkilerinde konum elde etmeye başladı.
Başa dönecek olursak, PKK’nin sürekli büyüyen bu “ölçek” değişiminde en büyük “yardımcısı”, kendi coğrafyasında Kürt sorununu çözemeyen ya da “çözümsüzlük” politikasını kendi despotik yapısına meşruiyet aracı olarak kullanan TC oldu ve halen de aynı konumda ısrar ediyor. TC, günün güç dengelerine ve aslında büyük oranda bu güç dengelerinden üreyen diğer gerçeklerine “ters”, “uyumsuz” ve “akıntıya karşı” bir konumda duruyor.
İşte, Erdoğan, 15T sonrasında bu “uyumsuz” duruşu derinleştirerek sürdürmeye çalışıyor. Bu yolda ilerledikçe, sadece kendi egemenliğindeki ülkenin gittikçe şiddeti artan bir savaşın içinde boğulmasına yol açmıyor, aynı zamanda TC’nin bölge politikaları da büyük oranda Kürt sorunundaki “tıkanma” odağından ivmelenerek yürütüldüğü için çıkmaza giriyor.
TC’nin Ortadoğu hamlesi, üstüne yapışarak onun hızını kesen Erdoğan’ın “marazi” tutumlarını ayıklarsak, nesnel bir temele dayanıyor. Söz konusu hamle, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin ulaştığı seviyenin kendi sınırlarının dışına taşan bir özel hegemonya alanı yaratma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Bu hegemonya, bölgede özellikle tekstil ve gıda sektöründe fabrikalar kurularak değerlendirilecek, ucuz emek-düşük maliyetle elde edilecek mallarla daha avantajlı biçimde dünya pazarlarında koşturulacaktır. Sermaye, aynı hegemonya ile, üretim yeteneğinin bir sonucu olarak artık iç pazar tarafından tüketilemeyen ölçülere sıçrayan mal bolluğu-çeşitliliğine ayrıcalıklı bölgesel pazar bulmuş, ulaştığı üretim kapasitesini değerlendirmiş/karını realize edebilmiş ve daha da güçlenmesinin maddi zeminini oluşturmuş olacaktır.
Aslında, kapitalizmin gelişiminin henüz Türkiye’ye göre daha geri bir düzeyde olduğu bölgede, böylesi bir hamlenin “işbirlikçiliğini” yapabilecek daha zayıf sermaye güçlerinden yaygın işsizliğe ve iç pazarların bilinen ihtiyaçlarına dek uzanan gerçek bir karşılığı da var ve ne kadar süreceği belli olmasa da yol alabilirler.
Ancak, kapitalist ekonominin rasyonalitesinin talepleriyle çıkılan yol, devletin Kürt sorunundaki bilinen çıkmazı tarafından çarpıtılıyor ve bölgesel açılım kendi özel hedefinden saparak “Kürtlerin önünü tıkama” gibi bir özel hedefin destekçisine indirgenip boğuluyor. Türkiye kapitalizminin rasyonel çıkarlarını, sistem içinde esnek-pragmatist bir zeminde konumlanarak ve küresel-bölgesel dengelerin gözetildiği bin bir renge bürünen politikalarla yürütmek yerine, IŞİD’le savaşta “yükselen yıldız” olan Kürtlerle savaş üzerine odaklanan bölge açılımı, yol alamayıp tıkanıyor. Ve o tıkanma da, alışıldığı üzere yine daha yüksek şiddetle aşılmaya çalışıyor.
TC’nin Kürt sorunundaki kendine özgü devlet refleksleriyle “ilgilenmeyen” ya da ilgilendiği zaman da TC’yi zayıflatmak ve kendisine bağlamak amacıyla “ilgilenen” bölgedeki küresel egemenler de, TC ve PKK arasındaki çatışmalı gerilimi kendi çıkarları yönünde “idare etmeye-yönlendirmeye” çalışıyor. Amaçları da çok açık, kendi çıkarlarını güçlendirmek ve hem TC’yi ve hem de PKK’yi kendilerine bağımlı hale getirmek.
Bu süreçte vurgulamak istediğimiz iki özel konu var:
İlki, Kürt sorunundaki duruş üzerinden çıkmaza saplanıp ilerleyemeyen TC’nin bölgede yaşayabileceği zorlanma, alabileceği ağır hasar ve sonuçta küresel güçlerin fiili askeri müdahalesiyle karşılaşması olasılığıdır. Her durumda, güçlü bir olasılık olarak vurgulamalıyız ki, bölgeye yapılan ve şimdi el-Bab’da yoğunlaşan hamlede yaşanacak tıkanma ya da yenilgi, sert bir şekilde dönerek ülke içinde ciddi sonuçlar yaratacaktır.
İkincisi ise, küresel arenaya çıkma imkanını yakalayan PKK’nin bunu rahmetli İnönü’nün “ayıyla yatağa girmek” diye betimlediği biçimde, yani emperyalist güçlerle ilişkilenerek yapmak zorunda kalmasıdır. Bu “zorunluluğun” PKK açısından yarattığı güncel açılım, her an tersine dönme olasılığını hiçbir biçimde küçültmez.
Aleviler
Kürt sorunundaki tıkanma ve bu tıkanmanın olağanüstü şiddet üreten bir seviyeye ulaşarak derinleşmesi, kendisini sürdürmek isteyen ama zorlanan devletin var olan despotik yapısını daha da derinleşmeye itiyor. Bu derinleşme, aynı despotik yapının “dışladığı” bir özel toplumsal gücü/Alevileri de “hedef” haline getiren özel sürecin önünü açıyor.
Despotik yapının derinleşmesi, doğurduğu şiddet sarmalının oldukça ağır sancılar-travmalar yaratması ve askeri kayıpların ve mali kaynak aktarımının sürekli artması gibi kabullenip katlanılması zor sonuçlar yaratarak, toplumsal ve siyasal yaşamı tümüyle belirleyip, içinde yaşanamaz bir cehenneme çeviriyor.
İşte, o zaman, kabusa dönüşmeye başlayan bu sürecin toplumsal kabulünü sağlamak/kendi meşruiyetini yaratabilmek için özel bir asabiyete/toplumsal bütünleşme ruhuna ihtiyaç duyuluyor.
Peki, Erdoğan merkezli iktidar alanı nasıl bir toplumsal asabiyet peşinde ya da yeni koşulların yeniden üretilmesini talep ettiği toplumsal bütünleşmeyi hangi yollarla kurmak istiyor?
Bu asabiyetin, “ana omurga” olarak adlandırılan Türk-Sünni kimliğinin, “dışındakilerden” günün koşullarında yeniden-bir kez daha “arınarak”, “eskisinden daha pürüzsüz bir milli bütünleşme- tekleşme” yaşanması sürecinde, ırkçı ve mezhepçi bir zeminde oluşması isteniyor. Hedeflenmiş bir özel Türk-Sünni kimliği oluşturulmaya, bu kimliğe özel misyonlar yüklenmeye, güncel düşmanlar yaratmaya ve bunlara hizmet eden semboller ve söylemler keşfedilmeye çalışılıyor.
İşte, öyle oluyor ki, TC devleti içinde “günümüzün olağanüstü koşullarında her tarafımızı saran düşmanlara karşı yürütülen iç ve dış savaş koşullarının yaratacağı sert, karmaşık ve ağır gerginlikleri taşıyabilecek yapıda bir toplumsal asabiyet sağlamak, onun için de buna engel olan toplumun içindeki pürüzleri temizleyerek sağlanabilecek uygun bir yeni toplumsal bütünleşme” eğilimi güçleniyor.
Peki, bu ülkede yaşayan herkes bu söylemi zaten hep duymadı mı?
Bu söylem, despotik devletin farklılıklara-çeşitliliğe düşman “totaliter” yapısının sık aralıklarla gündemleştirerek kendisini yeniden üretebildiği bir siyasal tutum ve ortada bir “zorunluluk” varsa tamamen bu özel yapının doğal bir ürünü olarak şekilleniyor. Despotik yapı kendisini sürdürebildikçe bu coğrafyayı sık aralıklarla “kanatıp” cehenneme çeviren bu tutum da kendisini sürekli yeniden üretecektir.
Eğer bir toplumsal bütünleşme ihtiyacı acil olarak gerekmişse, totaliter kimliğin gittiği yolun tümüyle zıt yönünde ilerlenerek, demokratik ve halkçı bir zeminde ve tüm etnik-inanç farklılıklarını bir toplumsal zenginlik kaynağı olarak görüp kabullenerek de yaşanabilir. Ve aslında, binlerce yıllık tarihsel geçmişinin mirasçısı olarak muazzam boyutta bir etnik ve inanç zenginliğini içinde barındıran bu topraklar, tam da bu yönde bir toplumsal bütünselleşmeyle içindeki bütün potansiyelleri gerçekleştirerek en güçlü olacağı bir konuma yerleşebilir.
Ama, bu özgürlükçü yol bağlı olarak bir dizi süreci de harekete geçirecek ve totalitarizmin bağlı olduğu yapının/despotik devletin tümüyle tasfiyesi anlamına gelecektir.
Hangi toplumsal gücün öncülüğünde gerçekleşecekse onun damgasını yiyecek olan bir demokratik cumhuriyet; şayet halk güçlerinin inisiyatifiyle gerçekleşirse, merkezi-bürokratik cihazın gücünü sadece halka hizmet edebileceği bir seviyeye çekerek ve her kurumunu halkın denetimine sokarak, halkın örgütlülüğünü ve kendi kendini yönetmesini esas alarak kendisini var edecektir. Şimdi “pürüz” ya da “engel” olarak görülen toplumsal farklılıklar, o zaman tam tersine toplumun zenginliğinin ögeleri olarak gururla toplumda yer alacaklardır.
Günümüze dönersek, şimdi topluma yeniden dayatılan totaliter söylemlerin pratik sonucunun, bazı özel toplumsal güçlerin, yani aslında egemenler tarafından zaten önceden beri “dışlanıp ötekileştirilenlerin”/ “pürüz” olarak görülenlerin ve özellikle de Alevilerin, bir kez daha ve daha derinden aynı işleme uğramaları anlamına geldiği açık değil mi?
İşte, Alevi inancına sahip olanlar da, daha önce/70’lerde zaten bir katliam yaşamış olan Pazarcık’ın hemen yanı başında inşa edilen “göçmen kampını” söz konusu eğilimin açık bir göstergesi olarak gördü.
Gerçekleştirilmeye çalışılan yeni toplumsal bütünleşme sürecinde eskisinden daha yıkıcı bir dışlanma hatta toplu sürgün ya da imha saldırısıyla karşılaşacaklarını sezen Aleviler, harekete geçip kendi ihtiyaçlarına uygun bir direnişçi yeni siyasal konum yaratma arayışında.
Bu coğrafyadaki Arap, Kürt ve Türk etnisiteleri arasında farklı biçimlere bürünerek kendisini var eden Alevi inancı; bir inanç biçimine bürünmüş olsa da, esas olarak binlerce yıllık bir tarihsel derinlikten çıkıp gelen bir komünalite/”komün gücü” olarak gerçek kimliğiyle anlaşılabilir.
Aleviler, kadim Anadolu’nun “medeniyetin”/şehirlerin “dışında” kalabildiği oranda kendisini koruyabilmiş komünal toplumlarının, (kapitalizm tarafından hala bütünüyle çözülememiş bazı toplumsal kapasiteleri dolayımıyla) günümüze kadar uzanabilmiş temsilcileridir.
Alevilik, kendi tarihsel derinliğinden alıp günümüze taşıdığı dayanışmacı, eşitlikçi, özgürlükçü ve özellikle de kadın özgürlüğüne açık toplumsal yapısıyla, TC’nin despotik yapısının yapı taşlarından olan totaliter/monolitik-tekçi zorlama için zaten hep bir “pürüz” oldu, günümüzde de kurulmak istenen diktatörlüğün ilk hedefi ve en güçlü düşmanlarından birisi.
Söz konusu gerçeklik günümüzde özel bir zemine yerleşiyor.
Halep yenilgisiyle ağır yara alan Erdoğan’ın iktidar alanı, çılgınca bir hamle yaparak, yenilginin hemen sonrasında iki yönelime girdi:
İlki, İran devletiyle mezhep farklılığını öne çıkaran bir gerilim ekseni kurmak, daha doğrusu bir zamandır zaten var olan bu ekseni körüklemek ve üstelik savaş ima eden cümlelerle eskisinden daha yüksek bir zemine yerleştirmek!
İkincisi, Anadolu’daki Alevileri hedefe yerleştirerek, şimdiye dek sürüp giden “dışlanma” pratiğinin çok daha ötesini ima eden bir “düşmanlaştırma” söylemiyle adeta bir katliam hazırlığına girişmek!
Bu ülkede yaşayan herkes bilir ki, her gün gazetelerde yazılmaya başlanan provakatif yazılar ve sosyal medya üzerinden servis edilen söylemler her zaman bir katliam hazırlığıdır ve toplumu o katliama hazırlamayı hedefler.
En son Rusya yakınlaşmasıyla şimdilerde ani bir şaşkınlık, ne deyip-yapacağını bilememe hali yaşanıyor olsa da, Alevilik konusunda asla “iyi niyetli” beklentilere girmemek gerektiğini, bu ülkede yaşayan herkes bilir.
Aslına bakılırsa, binlerce yıllık Alevilik gerçeğini kendi zavallıca hamleleriyle parayla satın almaya kalkan Erdoğan, Yavuz Bingöl gibi üç beş “düşkün” dışında bir şey elde edemeyince, çok daha öncelerden başlayarak Alevi düşmanlığını kendi kitlesinin asabiyetinin ana ögelerinden birisi olma yönünde yeniden körüklemeye başlamıştı.
İstanbul’da inşa edilen 3. Köprü’ye Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi mezhep düşmanlığı üzerinden bir hazırlığın yapıldığının simgesel bir görünümüydü. Tarihin katliamcı sayfaları açılıyor, aynı zamanda İran devletine de hiç diplomatik olmayan bir “söz” söylenmiş oluyordu. Günümüzdeki son hamleler, Pazarcık’ın hemen yanına yerleştirilen 20 bin Suriyeli ve “Şahlaşmaya karşı Yavuzlaşma” gibi provakatif ve katliam kışkırtıcısı söylemler, bu ön adımların devamcısı olarak şekilleniyor.
Aleviler ise, tarihsel olarak sürüp gelen Alevilik üzerindeki oyunların güncel olarak yeniden körüklenmesiyle, yaşama haklarının yeniden tehlikeye düşürdüğünü görerek “direnme” temelinde bir yönelime girdiler.
Güncel yaşamda süreklileşen kışkırtmalarla ancak direnerek can güvenliklerini sağlayabilecekleri gerçekliğiyle yüzleşen Aleviler, direnişçi dokularını güçlendirme çabası içine girdiler. Bu çabalar kendisini pratik olarak ifade ettikçe, kendileriyle aynı “direniş alanında” konumlanan başka toplumsal güçleri/ o arada bu güçlerin en büyüğü ve örgütlüsü olan Kürtleri de gördüler, görüyorlar.
Gezi direnişinde Alevilerin güçlü katılımı ve neredeyse ülkedeki bütün yoksul Alevi semtlerinin direnişin merkezi alanına dönüşüvermesi, başka anlamlarının yanı sıra aynı zamanda bir tarihsel toplumsal varlığın/Alevilerin kendilerini günün koşullarında yeniden var etmeleri anlamına geliyordu. Ve, söz konusu yeniden var olmanın “sokaklarda isyan etmek” şeklindeki biçiminin de etkisiyle, aynı zamanda bütün halkçı güçlerle halkçı-devrimci bir zeminde ortaklaşma ve Kemalizm’den bağımsızlaşma yönünde bir arayış içine girme anlamına da geliyordu.
Özgürlüğün tadını alıp nefesini içine çeken Aleviler, oluşmaya başlayan güncel halkçı-devrimci duruşlarını daha da güçleneceği bir zemine doğru sıçratarak 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi desteklediler.
İşte, despotizm derinleşip bir faşist diktatörlüğe dönüştükçe, uzun yıllardır ortaklaşmayan hatta birbirinden “uzak” duran iki toplumsal güç/Aleviler ve Kürtler, yan yana geliyor ve birbirleriyle dayanışma kaderiyle yüklü olduklarıyla yüzleşiyorlar. Bu yöndeki kimi açıklamalar ve eylemler orada burada uç verip yaygınlaşıyor.
İnşa edilen Erdoğanist diktatörlük kendi yolunda yürüdükçe, Aleviler ve Kürtlerin daha fazla yan yana geleceklerini tahmin edebiliriz.
Bu yakınlaşma sürecinde, Kürt hareketinde yaygın olan Şafi inanç/kültürün kimi gerici yönleri ve Alevilerde güçlü olan Kemalist damarın “ulus-devlet fetişizmi”, onları birbirinden “uzaklaşma” yönünde iterken; günümüzün acil-yakıcı toplumsal ve siyasi gerçekleri tarafları birbirine yaklaştıracaktır.
Ama, daha da önemlisi, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin her iki toplumsal gücü de büyük ölçüde emekçi toplumsallığı içinde ortaklaştırması gerçekliğidir ve bu gerçeklik, daha derin ve güçlü bir yakınlaştırma ivmesini aynı güçlere sürekli yükleyecektir.
Kendileri gibi laik bir dokuya sahip olan Kürt hareketiyle “direniş alanında” karşılaşan Aleviler, özgün tarihsel bilinçlerinin kendilerine “olumsuz” aktardığı Şafi-Kürt kimliğinden farklılaşan bir Kürt halk gerçekliğinin varlığını görüyor; ve, aynı zamanda, alışık oldukları despotik laiklikten oldukça farklı olan halkçı-demokratik bir laiklik arayışıyla tanışıyorlar.
Laikler
Son 30 yıldır yaşadıkları sonucunda halkçı bir laiklikle donanan Kürtlerden oldukça farklı toplumsal güçler de, kendi toplumsal gerçekliklerinin ürettiği özgün, modern ve şehirli bir laik “direniş” sergilemeye başladılar. Bu direniş de, şayet uygun yolda ilerlerse, tarihsel sonuçlar doğurmaya gebe “kurucu” bir kimlik taşıyor.
Laiklik, tıpkı bütün toplumsal-politik gerçeklikler gibi, kimse tarafından değiştirilemeyen ve bütün toplumsal güçlerden bağımsız, tarih dışı “mutlak” bir “hakikat” değil; tam tersine, tarih içinde ve belirli toplumsal güçlerin mücadelelerinin bir sonucu olarak, yani somut-tarihsel bir olgu olarak oluştu.
O, bir kez oluştuktan sonra kendisini hep aynı kalarak sürdürecek bir dokunulmazlığa da sahip değil; tam tersine, farklı sınıflar ya da değişik toplumsal güçler tarafından kendi tarihsel konumlanmaları ve güncel ihtiyaçları üzerinden sürekli yeniden yorumlanıp-yeniden üretilen bir olgu.
TC’yi kuran güç/Anadolu burjuvazisinin sözcüsü olarak davranan Osmanlı ordusunun genç subayları, içinden çıktıkları “Osmanlı devleti” isimli despotik yapıyı o günün şartlarında sürdürebilmek için derin bir restorasyona tabi tuttu ve bu sürecin bir ögesi olarak kendi yapısına ve ihtiyaçlarına uyumlu bir laiklik inşa etti. Bu inşa, “keyfi” değil, ana yapısı içinde oluştuğu somut-tarihsel koşullar tarafından “belirlenen” bir inşa süreci biçiminde yaşandı.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde dönüşerek kendisini sürdüren devletin despotik yapısı, bir yandan “Padişahlık” kurumunun yerine Ordu kurumunu devletin merkezine oturturken, zaten pek bir hükmü kalmamış halifeliği tasfiye ederek inşa ettiği laiklik olgusunu/kurumsallaşmasını da, kendi yapısına uyumlu-despotik bir yapıda kurumlaştırdı.
Dolayısıyla, laiklik, devleti Osmanlı’dan TC’ye dönüşen coğrafyada, nereden geldiği belli olmayan tarih ve mekan dışı mutlak bir “şey” olarak aniden zuhur edivermedi; tersine, kapitalizmin kuruluşuna bağlı olarak kendisini var ettiği diğer bütün coğrafyalarda olduğu gibi içinde yaşadığımız coğrafyada da, tarihin akışının ve toplumsal güçlerin mücadelesinin özgünlüğünün içinde “belirlenerek” ve o “belirlenme süreci” içinde somut-tarihsel bir yapı kazanarak var olabildi.
Siyasal alanın içinden bakarsak, laikliğin kuruluşunun önünü açan süreç, devletin o yılların yeni uluslararası ve bölgesel koşullarında kendisini yeniden inşa edebilmek ve bir kez yeniden kurulduktan sonra da sürdürebilmek için, Anadolu burjuvazisinin önünü açacak bir yapıya “dönüşmek” zorunda kalmasıdır.
Zamanını dolduran devlet kurumları tasfiye edildi ve Osmanlı devleti restore edilerek Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Kuruluşa M. Kemal’in liderliğinde öncülük yapan Osmanlının Ordu/”seyfiye” güçleri, ancak geçmişin kimi “yüklerinden” kurtularak yol alabilirdi. Devletin yaşadığı çözülüp-dağılmadan kurtulması ve yeni bir yapı ve biçim alabilmesinin toplumsal ortamını yaratabilmek için, söz konusu çözülmenin sorumlusu toplumsal güçler ve yapıların tasfiye edilmesi gerekiyordu.
Padişahlık ve halifelik, eski düzenin/Osmanlı’nın birbirlerinden ayrılamayacak denli iç içe geçmiş zirve güçleri olarak, çöküşün de sorumlusuydular ve tasfiye sürecinin hedefi oldular; tarihsel ömürlerini doldurmuşlardı; yetmiyor, oluşan “çıkış” imkanlarını göremiyor, güçlenme imkanlarının da önünü tıkıyor, engel oluyorlardı.
Ekonomi alanında ise, aynı yeniden-kuruluş sürecinin maddi altyapısı oluşuyordu.
Batı’da doğup büyüdükten sonra hammadde ve pazar ihtiyaçları doğrultusunda “sömürgeci” bir yayılıma giren farklı metropol devletlerde konumlanmış olan sermaye güçleri, çürüyerek dağılan Osmanlı yönetiminin coğrafyasına da “köpeksiz köyde değneksiz gezer” gibi serbestçe elini-kolunu sallayarak “dalıyor”, zenginlikleri çakallar gibi yağmalıyor ve Anadolu’ya daha yoğun nüfuz edebilmek için kendi toplumsal ilişki yapısını/sermayenin güçlenmesini-metalaşma süreçlerini vb. dayatıyordu.
Elbette, ilk birikimlerini yaptıkları için hazır olan “yerli” sermaye güçleri de, yani Batı’nın mallarını pazarlayarak kendisini hızla güçlendiren-Müslüman olmayan ve daha çok sahil şehirlerinde konumlanan komprador burjuvazi ve zayıf da olsa var olan Müslüman Anadolu burjuvazisi de söz konusu “dışarıdan” girişe “içerden” el vererek kendi birikiminin önünü açıyordu. Osmanlı’nın kadim sömürü gücü asalak tefeci-bezirgan sermaye güçleri ise, coğrafyanın tarihsel derinliği olan bir toplumsal ilişki alanı olarak, yayılımının ve birikiminin gücüyle ve toplumsal meşruiyet yaratabilme imkanlarıyla, aynı ortaklaşmanın kurucu elemanlarından birisi oluyordu.
Kapitalizmin serbest rekabet çağından tekelciliğe, bağlı olarak sömürgecilikten emperyalizme geçtiği o dönemde, geç kapitalistleşen coğrafyalara kendi yeni yapısıyla gireceği, gücüne dayanarak başka türlü değil ama kendi yapısıyla uyumlu bir kapitalist gelişmenin önünü açıp-güçlendireceği çok açıktı ve öyle de oldu.
Kapitalizmin “ilerici” dönemi olan serbest rekabet yerine ve onun “ilerici” potansiyellerini gerçekleştiremeden doğrudan tekelci bir yapıda inşasının önü açıldı. “İlerici” potansiyelleri baştan kötürümleştirilen ve kapitalizmin “gerici” ya da “çöküş” aşamasını temsil eden tekelcilik ile damgalanmış bir kapitalist yapı inşa edildi.
Başta İş Bankası olmak üzere, bankaların kutsal kubbesi altında oluşan bu gerici ittifak “zamanın ruhunu” temsil ettiği için hızla yayılıp güçlendi. (Meraklı okuyucu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi” kitabında İş Bankasının kurucu üyelerinin toplumsal kökenlerini bulabilir.)
Evet, siyasal süreçle bakışımlı ilerleyen ekonomi alanındaki süreçte, güçlenen sermaye ilişkilerini kapsayamayan, önünü tıkayıp engel olan “Şeriat” hukuku da “yüke” dönüşmüştü ve hızla sermaye ilişkileriyle uyumlu ve dünyevi bir hukuk düzenine geçmek gerekiyordu.
İşte, farklı kanallardan hareket eden bir dizi somut-tarihsel sürecin birleşip zorlamasıyla ve padişahlık-halifeliğin ve dolayımıyla Şeriat hukukunun tasfiyesiyle oluşan boşluğun alternatifi olarak laikliğin inşası gerekiyordu. Elbette ama laiklik, bir kez daha vurgulayalım, tıpkı kapitalizmin gelişimi gibi, genel-soyut-tarih dışı bir hakikat olarak değil, onu var eden koşulların içinden geçip belirlenerek gerçeklik kazanacak, her toplumsal gerçeklik gibi laiklik de somut-tarihsel bir yapıda olacaktı.
Özellikle vurgulamak gerekiyor; TC’nin kuruluşunun bir ögesi olarak laikliğin inşasında yaşanan süreç, sözgelimi Batı’nın metropollerinde yaşandığı gibi, burjuvazinin öncülüğünde ve onun bakış açısıyla sınırlandırılmış da olsa, feodal kurumlara isyan eden halkın eskinin kutsal yapılarını tasfiyesi biçiminde yaşanmadı. Ne saraya isyan edecek çapta bir sermaye yapısı/gücü vardı ne de sokaklara çıkıp padişahın kutsal varlığına isyan eden bir halk; ama, devletin yönetici zümrelerinden olan askeri güçlerin, içinde yetiştikleri devletin devamlılığı ve korunması için günün şartlarına uyumlu hale dönüşmesi amacıyla yaptığı bir atılım olarak “yukarıdan” yürütülen bir inşa söz konusudur.
Osmanlı coğrafyasında laikliğin inşası, halkın zayıf ya da güçlü denetimine ve zorlamasına tabi olmadan, o dönemin küresel ve yerel koşullarının zorlamasıyla, yürütücülerinin somut-tarihsel bilinçleri ve çıkarları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı’da Jakobenler yoktu, M.Kemal de, her ne kadar “ilerici” bir rol oynamış olsa da, asla bir Robespier değildi. O, bir devrimci değil, restorasyoncuydu.
Robespier’i ve Jakobenleri eğer çok istiyorsanız, TKP’nin kurucu kadrolarından kahraman M. Suphi ve yoldaşlarında bulabilirsiniz. “Onlar” da ne yazık ki kendi “iyi niyetlerinin” kurbanı oldu ve henüz yolun başındayken M.Kemal’in ajanları tarafından katledildiler.
Evet, çürüyüp dağılan Osmanlı’nın “Hilafet ve Halifelik” tutumu terk edilerek; devletin restorasyonu için bir meşruiyet alanı yaratılmış, yeni olanın doğumu ihtiyacı olan “dış desteği”/özellikle de o dönemin hegemon gücü İngiltere’nin onayını alabilmenin gerekli zemini yaratılmış ve zayıf Anadolu burjuvazisinin devletin fideliklerinde sermaye birikimi yapabilmesinin yeni toplumsal/hukuki koşulları oluşturulmuştur.
Anadolu burjuvazisinin ihtiyaçlarını onun adına ve onun çıkarları yönünde davranıp karşılayarak kendi meşruiyetini yaratan bu öncü hamlenin, hem sermaye birikiminin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk sistemini inşa etmesi hem de o arada öncü hamleyi fiilen yapan güç olarak kendisini/Orduyu yenilenmiş despotik devletin merkezine yerleştirmesi/kendisini yeni devletin despotu yapması normal değil midir?
O güçleri böyle değil de başka türlü davranma yönünde zorlayacak ve gücüyle eğitecek çapta bir halk hareketi yoktu, kendi yetiştikleri yapının/Osmanlı devletinin ve ordusunun ana eğilimleri yönünde düşünüp davranıyorlardı.
Burada, “ilerici” olan olgu, devletin işleyişinde dini-şeriat kurallarının kullanılmasına son verilmesi, o kurumu tasfiye edecek yönde yaşanan toplumsal gelişmenin zorlamalarıyla zaten bir müddettir süre gelen dini kuralları “aşındırma” çarpıklığının bir üst zemine/burjuva hukuk sistemine sıçranarak aşılmasıdır.
Ancak, bu sürecin başka bir yönünde ve aynı zamanda, restore edilerek yenilenen devlet, eskisinden/Hilafet-Halifelikten farklı bir yapısallık içinde dinle yeniden bütünleştirilmiş; seçilmiş bir mezhep/Sünnilik ve onun “Hanefilik” yorumunun Kemalist yorumu, başka inançları dışlayıp ötekileştirilerek ve devlet eliyle örgütlenerek topluma dayatılmış, bu haliyle de despotik bir laiklik kurumsallaştırılmıştır.
Kapitalizmin yeryüzündeki hızlı yayılımının uzun süredir yaşanan iç ve dış gelişmelerin zorlamasıyla Osmanlı coğrafyasını da kapsaması gerçekliği; tamamen bu coğrafyanın kendi tarihselliğinin ve somut durumunun bir ürünü olarak, sözgelimi Fransa’da olduğu gibi, burjuvazinin öncülüğünde halkın despotik devlete karşı içinde laikliğin de olduğu bir siyasal zeminde ayaklanması sonucunu doğurmamış; onun yerine, kapitalizmin o kadar gelişmediği ve hiçbir sınıfın öylesi bir süreci kendi başına yürütecek kadar güçlü olmadığı koşullarda, zayıflayarak çözülen Osmanlı yönetiminin ordusundaki “aydın” subayların “devleti koruma” refleksiyle onu içinden “dönüştürüp” sermaye birikiminin koşullarını oluşturması sürecinin önü açılmıştır.
Ve, şimdilerde, işte tam da bu yüzdendir ki, geçmişin despotik laikliğinin “sarsılmaz bekçisi” bazı egemenlik kurumları/başta Ordu, günün şartları “egemenliğin devamı” için başka türlü davranmayı gerektirdiğinde, hızla konum değiştirerek şimdiye dek kendi “varlık sebepleri “ya da “vazgeçilmez ana unsur” olarak ilan ettikleri laiklikten vazgeçiyor ve kendilerine umut bağlayan toplumsal güçleri büyük hayal kırıklığına uğratacak bir yapıya bürünüveriyorlar.
Onlar için önemli olan egemenlerin egemenliklerini sürdürebilmesidir; laiklik gerekliyse olur, gerekmezse 12 Eylül’den beri yaptıkları gibi din soslu bir diktatörlüğü de inşa edebilirler, hatta “sosyalist”/yetmezse “Maoist” bile olabilirler; yeter ki despotik yapı kendisini sürdürebilsin.
Ama, tarih şimdi başka bir seçeneği daha doğurmanın sancılarını yaşıyor.
Kapitalizmin gelişmesi, sınıfların oluşumu ve zayıf da olsa yaşanan bireyselleşme olguları, bu sefer “aşağıdan”/halktan gelen bir laikliğin önünü açıyor; bazı toplumsal güçler, kendi somut ihtiyaçları doğrultusunda halkçı-demokratik ve özgürlükçü bir laikliğin inşasına soyunarak, egemenlerin diktatörlük yöneliminin karşısına dikiliyorlar. Laiklik üzerinden propaganda yaptığı için üstüne abandıkları HTKP Genel Başkanı Erkan Baş’ı hırpalayan oligarşinin görevlileri, aslında sadece kişi olarak onu değil, daha fazlasıyla oluşup güçlenmeye çalışan bu yeni halkçı duruşu ezmeye çalışıyorlardı.
Bugünün Türkiye’sinde, nasıl ki egemenler kendi iktidarlarını sürdürebilmek için dini kullanma ihtiyacı-zorunluluğu içindeyse, halk güçlerinin de laikliği inşa etme ihtiyacı ve zorunluluğu oluştu.
Onlar, din üzerinden ve dinin olanaklarını kullanarak kriz içinde çırpınıp duran kendi sömürü düzenlerini sorgulanamaz bir “mutlak kutsallığa” kavuşturarak her türlü sömürü ve baskıyı meşrulaştırıp normalleştirmek isterken; halk güçleri de, kendi ihtiyaçları üzerinden, sömürü ve baskıya karşı direnebilmek ve özgürleşebilmek için laikliği inşa ediyorlar.
Ve elbette, nasıl egemenler kendi meşreplerine uygun despotik bir laiklik inşa etmişlerse, halk güçleri de kendi özgürleşmelerinin önünü açabilecek yapıda halkçı-demokratik bir laikliğe yöneliyorlar.
İşte, şimdi ve burada, halk güçleri, eskinin despotik laikliğinden farklılaşan ve hatta onun birçok açıdan zıddı yönde ilerleyen bir duruşu yaratıcı bir hamleyle inşa etme göreviyle yüzleşiyorlar.
Sözgelimi, halkçı laiklik eskisinin zıddı olarak tek bir inancı kutsallaştırıp diğerlerini düşmanlaştırmayacak ve bütün inançları normalleştiren bir yapıda olacaktır. Bu yapısı onu var olan bütün inançlara “kör” olmaya zorlayacaktır. O, kendisini, inançları “görmeyen”, kendi esas görevi olan “halka hizmet” işinde yoğunlaşan ve bunun için de halkın kendisini yönetmesini esas alan bir yapısallık içinde/demokratik bir cumhuriyet içinde gerçekleştirebilir.
Laiklik, içindeki özgürleştirici potansiyelin kendisini özgürce gerçekleştirebileceği bir özel yapısını ancak halkın iktidar olduğu böyle bir demokratik cumhuriyetin içinde inşa edebilir. O, artık despotik egemenlerin egemenliklerini sürdürmesinin bir aracı değil, kendisini kendi ihtiyaçları doğrultusunda yöneten halkın özgürleşme sürecinin ögelerinden biri olarak, diğerlerinden güç alarak ve diğerlerini güçlendirerek kendisini var edecektir.
Nitekim, şimdilerde, üstte ve egemen olan süreç tam zıt yönde/din soslu bir diktatörlük yönünde aksa da, henüz altta olan ama “zamanı geldiği” için hızla güçlenme potansiyeli taşıyan bir yeni halkçı-demokratik laiklik de kendisine yaşam alanı oluşturmaya çalışıyor ve bu alanı baskılayan ya da genişlemesini engelleyen güçlerle savaşıyor.
Evet, her ne kadar eski ve çürümüş laikliğin koruyucusu olan o bir zamanların pek hiddetli devlet görevlileri kolayca teslim olmuş olsalar da; despotik haliyle de olsa bir biçimde laikliği tanıyan ve onun özgürleştirici potansiyellerini sezen geniş toplumsal güçler günümüzde öfke içindeler. Daha önemli bir özgün ivme de, sermayenin kendi kapitalist sömürü düzenini “İslami” sosla süslenen bir diktatörlükle sürdürme girişimlerine karşı tepki gösteren halk güçlerinin özgürlük mücadelesinden geliyor. Söz konusu öfke ve özgürlük arayışı, laikliğin demokratik ve halkçı bir yapıda inşası için yeterli bir zemin değil mi?
Sonuç olarak, geri dönüşü olmayan bir “kurucu” halk iradesi, herhangi bir egemen gücün kendi çıkarları yönünde dayatmalarından kopuşmuş ve özgürlükçü, demokratik ve halkçı bir laiklik hedefine doğru yola çıkmış görünüyor. Bu yöndeki farklı arayışlar içinde özellikle öne çıkan güçler, Aleviler, işçi sınıfının Gezi’de herkesçe görünen yeni bölükleri, kadınlar ve Kürt halkı olarak sivriliyor.
Laiklik yönünde bir “kurucu” halk iradesi giderek güçlenerek ve farklı biçimlere bürünerek kendi yolunda yürürken, tam tersi yönde bir irade de, geçmişin despotik laikliğini bile “aratacak” bir totaliter yapı içinde Erdoğan odaklı bir güç alanı tarafından devlet güçlerinin desteğinde kendisini egemenleştirmeye çalışıyor.
Özel durumlar
Türkiye, daha önce hiç yaşamadığı bir ara dönemin içinde; halk, kalp atışları ve nefes alışları gittikçe hızlansa da ayakta kalıp günlük yaşamını sürdürmeye çalışıyor, sanırım bu tespite herkes katılır; peki, ya bütün kurumlarıyla devlet, onun durumu farklı mı?
Evet, biraz farklı, ek olarak onun tansiyonu da hızla yükseliyor, artık ancak bir oraya bir şuraya tutunarak ayakta kalabiliyor, baş dönmesi, kulak çınlaması ve daha başkaları “yeni normali”; ama, gelin görün ki, devletin zirvesindeki egemenler iktidar sarhoşluğu içinde çılgınca “eğlenmeye”, sürekli gücünü göstermeye, herkesle birden savaşmaya, her yere koşturmaya, her işe burnunu sokmaya artan hızda devam ediyor!
Ahmaklar ve kifayetsiz muhterisler çetesinin çıtası o kadar yüksekte-hayalleri öyle uçuk ki, atılan her adımda karşıdan gelen tokatla serseme dönülmesine rağmen “yenilen pehlivan” misali aptalca inat ve aynı şeylerin yapılmasına rağmen “bu sefer farklı olacak” beklentisi öyle yoğun ki; artık her şey bu özgün durumun içinde yaşanıyor. Bir batağa girildiği ve sermaye sisteminin çıkarları açısından bir an önce bu gidişin durdurularak devletin re-organizasyonundan Kürt sorununun çözümüne dek uzanacak tam zıddı bir yönelime girilmesi gerektiği o kadar açık olmasına rağmen, “daha da ileri gitme” hevesi gittikçe artıyor, söylemlerin ve şiddetin dozu da aynı oranda!
Gerçekte ise, ekonomik krizle rejim krizinin ortaklaşıp ürettiği olağanüstü gergin bir ortam, 15T darbesinin üstüne binmesiyle hızla bir devlet krizine sıçradı; egemenlik sisteminin ana yapısının üstünde yükseldiği devlet zemininde onarılması zor bir çatlak oluştu ve onun ürettiği/üretmeye de devam ettiği bir dizi kırılmalar yaşanıyor, devletin zirvesinde üreyen güvensizlik mikrobu metastas yaparak sürekli oraya buraya sıçrıyor.
En son, Rusya büyükelçisini vuran suikastçi polisin aynı zamanda Erdoğan’ın koruması olması, metastasın “ölümcül” sonuçlar yaratabilecek çapta olduğunu netçe gösteriyor. Ve, muhtemelen suikasti “örgütleyen” güç, kendi kapasitesini muhataplarına bu biçimde göstermiş oldu.
Moskova toplantısında, İran dışişleri bakanının koruma polisinin bütün dikkatini Türk dışişleri bakanının korumasına yoğunlaştırdığını gösteren fotoğraflar, diğer devletlerin de durumun farkında olduğunu açıkça gösteriyor. İranlı koruma haksız mı?
Öte yandan, “eksen kayması” diye adlandırılan ve ABD-AB eksenini terk ederek Rusya-Çin eksenine yerleşme veya daha “rasyonel” bir sistem içi tutum geliştirip-her iki ekseni TC odaklı bir “dinamik denge” içinde birbirlerine karşı kullanarak güç kazanma yönündeki girişimler de; şimdi yaşandığı haliyle, tam tersi bir sonuç yaratıyor ve büyük küresel güçlerin Türkiye üzerinden birbirleriyle hesaplaştıkları bir özel sürecin önünü açıyor.
İlkin, ABD-AB güç alanından “kopuş” ya da “eksen kayması”, öyle istemekle veya “küstüm, oynamıyorum” demekle olup-bitecek bir hamle değil.
Türkiye, söz konusu güç alanı tarafından ekonomik ve siyasal zeminde fethedilerek “içerildiği” yakın tarihin içinden çıkıp gelen bir coğrafyanın adı; böylesi bir içerilmeden sonra yaşanacak kopuş, ancak ağır çatışmalar yaşanarak ve “bilek bükerek” gerçekleşebileceğine göre; Erdoğan odaklı iktidar alanı, ekonominin ve devletin hem de derinliğine “içinde” olan emperyalizm olgusunu nasıl aşacak, emperyalist hiyerarşinin sermaye gücünden ve yetmediğinde ateşten-çelikten oluşan iç ve dış engellerini hangi güçle yıkacak?
Peki, ya Rusya, onun Türkiye çapında bir kapitalist ekonomiyi içerip dengeleyebilecek bir ekonomik gücü var mı; öte yandan, içerme yönünde davrandığı zaman rakip güç alanı tarafından (belki de dünya çapında bir krize yol açacak çapta) olağanüstü bir zorlamayla karşılaşacağı kesin olduğuna göre, böylesi bir zorlamayı göze alacak mı?
İkincisine, “dinamik denge” kurmaya gelince, devlet krizinde çırpınan bir ülke olarak TC’nin, küresel egemenlerle kendi çıkarlarını öne çıkaran “dengeler” kurabilen bir sistem içi güç olabilmesi için yeterli gücü var mı; tam tersine, içine düştüğü ekonomik ve siyasi “zayıflık” onu ayakta kalabilmek için bile bu güçlerin desteğine muhtaç duruma sokmuş değil mi; böyle bir durum yaratabilmek için çekilen “restlerin” arkasında durulabilecek mi ya da aslında bunların çoğunlukla “blöf” olduğu görülmeyecek mi?
İşte, gücünden ve çapından çok büyük bir sürece sadece başarı ihtimali üzerinden hevesle giren Erdoğan öncülüğündeki Türkiye’nin, aslında önceden ön görülebilecek ama zaten şimdi de belirginleşen bir gerçeklik olarak, “oynamak” istediği büyük güçlerin “oyuncağı” olmaya doğru sürüklendiğini saptamalıyız.
Erdoğan ve etrafındaki iktidar bloğu, ABD-AB iktidar alanının eskisine nazaran nispeten zayıflayan güçlerinin kendilerinin inisiyatifini arttırabileceğini ve onların izin verdiklerinden daha fazla inisiyatif kazanabileceklerini saptamakla yetinip-bu yeni durumun yarattığı olanaklara odaklanmış olsalardı, belki hedeflerine ulaşabilirlerdi. Ama, onlar, emperyalist güç odağının yaşadığı güç ve inisiyatif kaybını olduğundan fazla ve kendi güçleriyle yapabileceklerini de olabileceğinden oldukça fazla görerek davranıyorlar. Bugünkü dünyada, güç dengelerinin giderek ateş topuna dönüştüğü koşullarda, asla yapılmaması gereken, “öldürücü” bir hesap hatası içindeler.
Üstelik, Putin’in bakışlarında kendisini çok iyi gösteren “soğuk güç” Rusya ile “sen-ben-bizim oğlan” tadında bir “samimiyet” kurabileceklerini sanarak, kendilerinin düştüğü ABD ve AB’yi küçümseme hatasına Rusya’nın düşmeyeceğini ve hedeflediği “çok kutuplu dünya düzeninde” kendi oyun alanının sınırlarını iyi hesaplayacağını göremeyerek, Rusya’nın kendilerine hedefine ulaşabilmek için kullanacağı bir “araç” olmaktan fazla değer vermeyeceğini anlamayarak, “intikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu” ve düşürülen uçağı-o günlerdeki esip-gürlemeleri Rusya’nın asla unutmayacağını hesap etmeyerek yanlışlarını katmerlendiriyorlar.
Birbirini doğurup besleyen ve güçlendirerek verecekleri hasarları da arttıran “hesap hataları”, Erdoğan öncülüğündeki Türkiye’yi, küresel güçlerin üstüne oyunlar kurarak birbirleriyle hesaplaştığı, içinde çırpındığı iç içe geçmiş ekonomik, siyasal ve sonunda devlet krizlerini kullanarak kendi inisiyatiflerini güçlendirdikleri, başta Kürt sorunu olmak üzere gittikçe derinleşen “zaaflarını” kaşıyıp derinleştirerek kendilerine bağımlı kıldıkları bir “ameliyat masası” haline dönüştürüyor.
İşte, tam da bu koşullarda, 15T’yi, yani kendisinin en güçlü desteği olan devlete ağır hasar veren darbeyi “Allah’ın lütfu” olarak görecek denli basireti bağlanmış bir lider, bir fırsatını bulup devletin hepsi ağır yara almış bütün kurumlarını kendi Saray’ının merkezinde olduğu bir özel alana sıkıştırıverince her şeyin düzeleceğini sanıyor; devlet krizinin kalıcılaşma eğiliminde olduğunun, devleti krizde olan kendi ülkesinin kendi basiretsiz tutumlarının da ittirmesiyle büyük güçlerinin “oyun alanına” dönüşerek bir dünya savaşının prova alanı/ön cephesi olmaya başladığının ve bu savaşın olağanüstü yıkım gücünün kendi iktidarıyla beraber bütün coğrafyayı da yangın yerine çevirebileceğinin farkında olmadığı anlaşılıyor!
Kim bilir, belki de farkında, ama iktidardan düştüğü anda başına gelecekleri iyi bildiği için “nereye kadar giderse” sarhoşluğu içinde ya da “benden sonra tufan” sorumsuzluğuyla kendisiyle beraber mümkün olan en geniş coğrafyayı da ateşe sürüklemeye çalışıyor.
Öyle ya, Erdoğan şimdiye dek aldığı yolu, etrafını saran karşıt güçleri iterek ve itebildiği oranda aldığına ve onlar da kendi durdukları yerden kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve tam zıddı yönde Erdoğan iktidarını geriye doğru itmeye-mümkünse düşürmeye çalıştıklarına göre, yaşanan sert ve gergin karşılıklı itme sürecinde oluşan dengenin, taraflardan birisinin artık itememesiyle bozulup zincirleme sonuçlar doğurması olasılığı güçlü değil mi?
Erdoğan çoktandır normal bir siyasi figür olmaktan çıkıp, ancak iç-dış savaşla ve her türlü hukuku çiğnediği bir dizi suç işleyerek ayakta durabilen bir lider olmadı mı? O artık, sadece ileri gidebildiği oranda kalabildiğine göre, sürekli savaş halinde yaşamaktan-sürekli suç işlemekten başka bir tutum geliştirme özgürlüğüne sahip mi?
Aynı lider, kendisinin özel alanında/Saray’da merkezileştirdiği egemenliğin, egemenlik coğrafyasındaki birçok alanı artık kapsamadığını ya da kapsayamadığını ve bu kapsanamayan alanların da bir yandan diktatörlüğün inşasına “direnç” gösterirken öte yandan mevcut egemenlik sisteminden “kopuşma” ve kendilerini yaşatma ve güçlendirme çabası içinde olduğunu; tam ters yönlerde ilerleyen ve gittikçe uzlaşamaz bir yapı kazanan kendi egemenliğinin ve karşıtı direnişçi süreçlerin birbirleriyle olan itiş-kakışının süreklileştiğini, sertleşme ve yayılıp yeni alanlar kazanma eğiliminde olduğunu da görmüyor!
Oysa, giderek sertleşip yayılan o itiş-kakışın bir ürünü olarak, tek bir iktidar yerine ikili hatta üçlü-dörtlü iktidardan söz edilecek bir özel döneme doğru sürükleniyoruz.
Sözgelimi, siz ABD-AB’den kopuşma yönünde denemeler yaparsanız sistem içindeki yerleşik ABD-AB yanlılarının, Kürtlerle savaşı süreklileştirirseniz artık askeri bir kapasiteye sahip olan Kürtlerin ve başka süreçlerin sonucu olarak başka güçlerin, yaşanan devlet krizinin kendilerine verdiği fırsatları kullanarak kendilerine özgü iktidar alanları kurup güçlendirmeye çalışacakları açık değil mi?
(Yazı bittikten sonra gerçekleşen Reina katliamının pek görülmeyen bir yüzünü de burada vurgulayalım: IŞİD, bu katliamla AKP iktidarı tarafından gericileştirilen milyonlarca insana işaret vermiş, güç göstererek “adres beyanında” bulunmuş, kendi bayrağı altında toplanmaya çağırmıştır. Erdoğan, şimdiye dek besleyip destek aldığı toplumsal gericilik alanında artık oldukça ciddi bir rakiple itiş-kakış yaşayacak. IŞİD, bu “eylemle”, kendisi merkezli yeni bir iktidar alanının inşasına başlamış bulunuyor! Şayet, katliamcı terörist “yakalanırken öldürülürse”, bazıları açısından bir öncü-kahraman, “müslüman halkın dejenerasyonuna canını feda ederek tepki gösteren bir savaşçı” olmayacak mı; bu zemini hazırlayan ise, despotik devletin eski meşruiyet aracı Kemalist totalitarist ideolojiyi tasfiye ederek yerine geçmek isteyen Erdoğanist totalitarizmin ideolojisi değil midir; İslamın Erdoğanist yorumu/despotik devletin yeni meşruiyet aracı, böylesi bir “tekfirci” bilinci destekleyip güçlendirmiyor mu?)
Evet, şimdi belli belirsiz/bulanık bir olasılık olarak güç toplayan söz konusu “çoklu iktidar” sürecinin, şayet olgusallaşma zeminine sıçrarsa, Erdoğan’ın iktidar alanında çatlamalar yaratacağını ve hem “Avrasyacılar” olarak adlandırılan eski “Ergenekon” davası sanıklarının sözcüsü olduğu olduğu iktidar ortağında hem de MHP’de ve bizzat AKP’deki daha dar ittifak alanının içinde “kopuşlar” ve “iç çatışmalar” başlatacağını tahmin edebiliriz.
Batan gemilerin içindeki farelerin ne yaptığını herkes biliyor, değil mi?
Aslına bakılırsa, sadece lider değil, onun içinde egemenlik kurmaya çalıştığı bütün bir sermaye sistemi ve onun despotik devleti de tıkanmış durumda, şiddet ve daha fazla şiddetten başka çözüm yolu üretemeyerek zamana yayılmış bir intihara sürükleniyor!
Erdoğan’ın süreci, şayet bir biçimde engellenemezse, çoğunlukla beklendiği gibi, kendi yapısının onu sürüklediği klasik bir faşizm olmak yerine, hedefine doğru ilerlerken önündeki engeller tarafından eğilip-bükülerek hedefine bir türlü ulaşamayan ama farklı güçlerde yaşanacak dalgalar halinde sık sık faşist uygulamalarla kendisini sürdüren “despotik devletin ayakta kalma mücadelesi” yapısını da kazanabilir, ki günümüzdeki fiili durum da böyle gerçekleşiyor.
Sorun şu ki, bütün gerici olasılıkların hepsinde, kendileriyle beraber egemenlik coğrafyasının içinde sıkıştırıp esir aldığı halkı da/bizleri de gerçeklikten kopmaya, cinsiyetçi-ırkçı-mezhepçi güdülerle davranan ve her yerde savaş arayan bir sürüye dönüştürmeye ve cinnet geçirerek uçurumdan atlamaya sürüklüyorlar.
Demokratik Cumhuriyet
Bu durumda, özellikle de bir devlet krizi koşullarında yaşadığımız güncel ortamda, zaten her zaman belirleyici önem kazanan devlet konusundaki tutum, o belirleyiciliğini acil/hemen-şimdi zemine yerleştiriyor. Herkes, her toplumsal ve siyasal güç, şimdi değil de ne zaman nasıl bir devlet istediğini söyleyecektir; tam da toplumun bütün kulakları “nasıl bir cumhuriyet” konusunda açılmışken, şimdi değil de ne zaman bu konuda fikir beyan edilecektir?
Ama, gelin görün ki, sol güçler tam da bu konuyu geçiştiriyorlar.
Yaşanan toplumsal ve siyasal gerçekliğin açığa çıkarttığı demokratik bir cumhuriyet yönelimi görmezden gelinmekte veya görülememekte; kendisini gerçekleştirmek isteyeni sistem güçleriyle kapıştıracak günün bu yakıcı devrimci görevinden kaçmanın süsü olarak “sosyalist cumhuriyet” sloganının parlaklığına sığınılmakta; ya da, söz konusu olan devletin yapısı ve biçimi olunca “susarak geçiştirme” kurnazlığıyla “idare-i maslahat” cinsinden günlük sorunlara hapsolan bir hatta yerleşilmektedir.
Evet, dünya kapitalizminin içinden bir türlü çıkamadığı çok bileşenli bir kriz içinde çırpındığı günümüzde, kapitalizmin artık insanlığın önünü tıkayan ve hatta yok oluşa sürükleyen yapısı netçe teşhir edilmeli ve sosyalizmin propagandası her fırsatta en yüksek sesle yürütülmelidir. Böylesi bir sürecin eşlik etmediği her politik yönelim “yenilgi yıllarının” izlerini hala taşıyor olmalıdır. Ve, sosyalizm propagandası, kendi ön açıcı özelliğiyle demokratik cumhuriyet yöneliminin halkçı-devrimci bir yapıya bürünmesine zemin hazırlayacaktır.
Üstelik, Erdoğan, Türkiye’ye özgü “arızi” bir olgu değil.
Krizin içinden çıkılamadıkça kapitalizmin en geliştiği ülkeler dahil birçok ülkede Erdoğan benzeri liderler çıkıyor ve faşizm dünya-tarihsel bir olgu olarak yeniden insanlığın başına bir kabus gibi çökebilmek için güç topluyor. Dolayısıyla, sadece Erdoğan değil, o ve benzerlerini yeniden insanlığın kaderi yapan kapitalizm, sürekli teşhir edilmelidir.
Ama, şayet kendinizi ciddiye alıyor ve hedefinize gerçekten ulaşmak istiyorsanız, günlük politika yaparken güç dengesinin önünüze koyduğu eşikleri aşabilmek için farklı güçlerle ortaklaşmak zorundasınız.
Sosyalizmi bir güzel söz değil de gerçek bir seçenek olarak görüyorsanız, önünüzde duran ve aşmanız gereken somut-tarihsel eşikleri görmek- sadece görmekle de kalmayıp aşabilmek için gerekli hamleleri yapmak- o hamlenin gereksindiği gücü oluşturmak ve nihayetinde, bu gücü oluşturabilmek için devrimci-komünist olmayan ama şimdiki despotik devlete karşı olan bütün güçleri kendi kimliğinize uygun bir devrimci-demokrat zeminde toplamak zorundasınız.
Bu ise, o güçlerin ortak ihtiyaçlarının toplandığı bir hedefi/günümüz koşullarında demokratik bir cumhuriyeti öne çıkarmak anlamına gelir.
İşte, somut durumu göremezseniz, ki bu durum güncel konumlanmada sistem güçleriyle gerilimli bir duruş anlamına gelir; siz sadece sosyalizm sözleriyle yetinerek, aslında günün devrimci görevinden kaçan ve sistemden icazet alabilen bir duruşu istiyorsunuz demektir. Sistem güçleri sizin parlak laflarınıza aldırmayacak, gerçek yaşamda somut toplumsal-siyasal gerçeklik içinde ilerleyemediğiniz oranda, sizi önemsemeyecektir.
Öyle ki, hiç de sosyalist olmayan, ama demokratik bir cumhuriyet inşası için mücadeleyi göze alan bir burjuva-demokrat dahi, sosyalizm gevezeliği yaparak geviş getiren kimi “komünistlerden” daha devrimci bir konuma yerleşecektir.
Günümüz Türkiye’sinde de aynen böyle oluyor.
Sizce, Kürt halkından devrimcilere, liberallerden demokratlara birçok gücü sistem içi demokratik bir cumhuriyet zemininde toplamaya çalışan Rıza Türmen ya da Kürt hareketi içinde yer alan Kürt burjuvaları mı daha ön açıcı; yoksa, kahvemsi binalarında toplanıp çay içip kek yiyerek bolca sosyalizm nutku çeken KP’li “komünistler” mi? Kendilerini kendi çektikleri nutuklarla mest eden bu kişilerin havada uçuşan parlak nutuklarının, güç dengelerinin dayattığı güç eşiklerini aşmakta bir faydası oluyor mu?
Öte yandan, devrimci ortamımızda, sadece günlük sorunlara odaklanan ve Erdoğan iktidarının her an her fırsatta uyguladığı neo-liberal soygunun bir yeni hamlesine ya da diktatörlüğe yönelişin bir yeni adımına muhalefetle kendisini sınırlayan, ama Erdoğan’ın üstüne yerleştiği devletin zemininde oluşan çatlağı ve bir demokratik cumhuriyet için ortaya çıkan özel fırsatı göremeyen güçler de var.
Bu güçler, faşist diktatörlüğün inşasına karşı onurlu bir sokak direnişiyle engeller koyuyorlar; ama, tekil direnişleri kendisinde somut bir hedefe kavuşturacak olan bir siyasal tutum/demokratik cumhuriyet hedefi, bütün tekil mücadeleleri hem gerçek çözümlerinin yoluna sokacak hem de daha yüksek bir hedef üzerinden eğiterek özel bir anlama ve ağırlığa kavuşturacaktır.
Evet, demokratik bir cumhuriyet hedefi, tekil direnişlerin yalnız kalmasını engelleyecek biçimde birbirleriyle ortaklaşmasını sağlayarak güçlerini arttıracak, her ayrı direnişi güncellikle sınırlı olmayan bir hedefle bağlayıp o hedefe doğru yürüyüşün bir adımına dönüştürecek ve güncelliğin binbir iniş-çıkışının dalgaları arasında boğularak yok olup gitmesini engellerken-gerçek çözümün inşasında bir tuğla olmasını da sağlayacaktır.
Her yerel biriminin “tam yönetsel özerkliğe” sahip olacağı ve halkın seçtiği “yerel meclisler” tarafından yönetileceği (federatif olmasından ziyade üniter olması tercih edilecek, ama bu ikisinden hangisi olacağının halkoyuyla belli olacağı) demokratik cumhuriyet, şimdi kriz içinde olan despotik devletin küllerinin üstünde şekillenecektir.
Bütün yöneticiler ve her düzeydeki görevlilerin (hakimler, polisler, eğitim kurumları görevlileri vd.) gerekli liyakata sahip oldukları için aday olabilenler arasından halk oyuyla seçilebileceği, halk tarafından sürekli denetleneceği ve gene halkın oyuyla görevinden geri alınabileceği bu cumhuriyette; söz konusu bürokrasi de, devletin bütün alanlarında mümkün olan en aza inecek- halka hizmet için olması zorunlu olanlarla sınırlanacaktır.
Şimdiki olağanüstü hantal ve pahalı devletin yerini “ucuz” bir devlet alacaktır.
Şimdiki despotik devletin ana omurgası olan bütün “saltanat makamları” o arada Valilik ve Kaymakamlık örgütlenmeleri tasfiye edilecek ve bütün “gizli” harcamalar yasaklanacaktır. Dolaylı vergiler uygun bir yapı doğrultusunda iptal edilecek-dolaysız ve artan oranlı servet vergisi esas alınacaktır. Merkez Bankası, şimdiki gibi egemen oligarşinin değil, tümüyle halkın kontrolünde olacak, işlemleri açık ve şeffaf olacaktır.
Bunlar ve benzeri yapı taşlarıyla, komünist, anti-kapitalist ve halkçı-demokratik güçlerin ortak hedefleri olabilecek olan demokratik cumhuriyet, komünistlerin hiçbir zaman gizlemedikleri sosyalist bir düzen hedeflerine doğru “kesintisiz” yürüyüşlerinin de bir adımı olma kapasitesine sahiptir.
Elbette, halk güçlerinin/güncel olarak özellikle Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, laiklerin ve kadınların yükselteceği demokratik bir cumhuriyet mücadelesi, ağırlık kazanabileceği bir güç eşiğini aşabilirse, şimdi Erdoğan’ın arkasına dizilmiş olan birçok güç alanı da o bataklıktan-topluca intihara sürüklenişten kopuşma cesareti kazanacak ve muhtemelen halkçı değil ama burjuva-sistem içi bir demokratik cumhuriyet için mücadele etmeye yönelecektir. Oluşacak demokratik cumhuriyet alanında kimin/burjuvazinin mi-halk güçlerinin mi hegemonya kuracağı ise, o alanda yaşanacak mücadele içinde belirlenecektir.
Sonuç olarak, demokratik cumhuriyeti açıkça bayrağına yazıp günlük hareketlerini bu hedefin gerçekleşmesine uygun bir tarzda atmayan her halkçı, devrimci ya da komünist hareket/o arada kendilerini sadece Erdoğan karşıtı bir konumla sınırlayanlar da, şimdi yapıp ettikleriyle aslında Erdoğan-sonrası dönemde restore edilerek kurulacak olan yeni despotik burjuva iktidarının öncü militanlığından başka bir şey yapmış olmuyorlar.
Öte yandan, bir kez demokratik bir cumhuriyet hedefine odaklandıktan sonra, günlük taktik işbirlikleri ve yönelimler, bu hedefe hizmet etmeleri kaydıyla olabildiğince zengin biçimlere yayılarak kendilerini güçlendirebilirler. Böylece, hem güncelliğe hassas biçimde uyum sağlanmış hem de demokratik bir cumhuriyetin inşasında yol alınmış olacaktır.
Aynı zamanda, günümüz kapitalizminin ürettiği sorunlar üzerinden hareket eden güncel anti-kapitalist hareketler de, aynı sürecin bileşenleri olarak, kendilerini güzel sözler olmaktan kurtarıp hayatın içinde nefes alıp vermeye başlayabilecekleri ete-kemiğe kavuşturacak olan güncel mücadelelerin içinde yer alacaklar ve demokratik cumhuriyet sürecinin akışına anti-kapitalist bir anlam kazandırmaya çalışacaklardır.
30.12.2016
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.