Özetle, bizi çevreleyen korkuyla yüzleşip yaşananların bizim suçumuz olmadığını, krizlerin mevcut ekonomik modelin -ki kararlı dışında her şey olan, ama kararlı olmayan [bu modelin]- krizi olduğunu ve bir değişimin para ve diğer meta tiranlarından bağımsız yeni, daha insancıl bir dünya için bir fırsat olabileceğini her zaman hatırlamalıyız Son dönemde, kamusal eğitimin ve tüm kamu çıkarlarının […]
Özetle, bizi çevreleyen korkuyla yüzleşip yaşananların bizim suçumuz olmadığını, krizlerin mevcut ekonomik modelin -ki kararlı dışında her şey olan, ama kararlı olmayan [bu modelin]- krizi olduğunu ve bir değişimin para ve diğer meta tiranlarından bağımsız yeni, daha insancıl bir dünya için bir fırsat olabileceğini her zaman hatırlamalıyız
Son dönemde, kamusal eğitimin ve tüm kamu çıkarlarının özelleştirilmesine ilişkin hükümet ve kitle iletişim araçları tarafından kullanılan manipülasyon teknikleri hakkında konuşuyoruz.
Parlamentonun ilk aylarında, bu manipülasyonun büyük kısmı bizi bir şok haline teslim etmeyi amaçlamıştı, hem tedirgin hem felç edildikten sonra bize hunharca dayatılan hak kayıplarına karşı (nasılsa) tepki göstermezdik. Özerk ve merkezi hükümetlerin önlemleri, duyuruları ve bildirileri bize günden güne, aşama aşama, zehirli bir sabit kaygı damlası gibi zerk edildi. Medya -bazı durumlar için “propagandacılar” demek daha doğru olacaktır- yükseklerden (kabineden ya da kredi değerlendirme kuruluşlarından) gelen kötü haberlerin cesaret kırıcı yankısı gibi dinmek bilmeyen vaazlarına yılmadan devam ediyor.
Naomi Klein Şok Doktrini[1] kitabında, halkı argümanlar aracılığıyla ikna edemeyen neoliberalizmin (çünkü bu neoliberal önlemler özünde halk karşıtıdır) kendini nasıl da ancak darbeler, savaş ilanları, devasa doğal felaket durumları ya da diğer travmatik olgularla dayatmayı ve böylece kamuyu kaygı ve korku pençesinde bırakmayı becerdiğini açıklıyor.
Peki bu ülkede bize aşılamaya çalıştıkları korku değilse ne? Örneğin, işimizi kaybetme korkusu ya da bir daha asla iş bulamama korkusu ya da sömürüden daha fazlasının teklif edilmemesi; çok açık değil mi? Sağlık hakkının kaybı korkusu, ya da çocuklar için uygun eğitim sağlayamama korkusu; sonu sokaklarda yatan haciz kurbanları olma korkusu ve nihayetinde bir mitingde barışçıl protesto yaptığımız için adaletsizce tutuklanma korkusu.
Bu makalede, şok doktrininin “öğrenilmiş çaresizlik” olarak üzerimizde nasıl etki yarattığını ama aynı zamanda yılgınlık halinden bu rahatsızlığımızın nedenlerini doğru yorumlamayı öğrendiğimiz takdirde nasıl kaçabileceğimizi irdeliyoruz.
Öğrenilmiş Çaresizlik, bir kitle imha silahı
İktidarların bize köpekler gibi ya da en azından Seligman’ın deneyindeki köpekler gibi davrandığı yeterince doğrudur.
60’ların sonunda psikolog Martin Seligman şu deneyi gerçekleştirdi. Laboratuvar kafesinin içinde bir köpek bir dizi kaçınılmaz elektrik şokuna maruz bırakıldı. Aynı anda, farklı bir kafeste başka bir köpek bir kola basarak bu şokları kesebiliyordu. Daha sonra, her iki köpek de sadece bir engeli atlayarak kaçabilecekleri elektrikli bir alan üzerine yerleştirildi. Elektrik şoklarını keserek kontrol edebilen köpek bariyerden atlayabiliyorken diğer köpek rahatsız edici durumdan başarılı bir çıkış aramak yerine kaldı ve pasifçe şoklara dayandı. Bu köpek çaresizliğini “öğrenmiş”ti. Yapamayacağını bildiğin (aslında, daha ziyade inandığın) halde neden enerjini olumsuz uyarandan kaçmaya çalışmakla harcayasın?
Öğrenilmiş çaresizlik depresyona neden olur. Her şeyin faydasız olduğunu düşündüğün için hiçbir şey yapmamaktır.
Aşağıdaki videoda, basit bir aktiviteyle bir öğretmenin bir öğrenci grubu üzerinde öğrenilmiş çaresizlik yaratmasını görüyoruz:
Medyanın şu an bilinen propaganda gücüne bakarsak nüfusun büyük kesimlerinde depresyon halini tetiklemesinin muhtemel olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bu video sayesinde istismara uğrayan kadınların sıklıkla kaderlerine razı oldukları gibi Nazi Almanya’sı kurbanlarının da çok az dirençle ölümü kabul ettiklerini anlamak daha kolay:
Korkunç, değil mi? Ama bize yapılanın tam olarak öğrenilmiş çaresizlik aracılığıyla aşılama olduğunu fark etmek kadar korkunç değil. Tam da şu anda. Hak kayıplarımızı ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini direnmeden ya da protesto etmeden edilgen olarak kabul etmemiz için bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Slogan: Ne yaparsak yapalım işe yaramaz.
Seligman’ın deneylerindeki köpekler gibi, şoklara, onların hüsnütabiriyle, daha iyi bilinen “düzenleme” ya da “kesinti”lere maruz bırakılıyoruz. Ne kadar greve gitmiş, bilgilendirici eylemlere veya protestolara katılmış olursak olalım, görünen o ki, bu şoklar kaçınılmaz. Üstelik birçok protestocu temel insan haklarıyla neredeyse hiç uyumlu olmayan gayrimeşru tutuklamalar ve önleyici hapis cezalarının kurbanı oluyor.
Çok uzun zamandır müşterekler soygunundan muzdarip olan Yunanistan’da depresyon halk arasında orman yangını gibi yayıldı. İntihar oranı tavan yapmış durumda. “¿Y si no hiciésemos nada?”(Peki, ya hiçbir şey yapmadıysak?) başlıklı makalesinde, filozof Amador Fernández-Savater Yunanlıları etkisi altına alan bu umutsuzluğu yansıtıyor:
Yunanistan’da 10’dan fazla genel grev olmuştur ama bir şey elde edildi mi? 2008 yılından beri hareketin içinde yer almış olan Alexandra-Odette Kypriotaki zihninde bu soruyla aniden Londra’ya taşındı “Benim ülkemde, garson olarak dahi bir iş bulamazsınız” dedi bana. Onunla Barcelona’da düşünür-aktivist Franco Berardi (Bifo) tarafından düzenlenen bir toplantıda tanıştık. Oradaki sunumu düşündürücü olduğu kadar zorlayıcıydı.
Her ikisi de sosyal tahribat, baskı ve yıkımı önlemekten yoksun çatışma ve protestonun altında yatan mantığı irdeleyen Alexandra farklı bir açıdan yeni bir başlangıç önerdi. “Ne kavga etmek ne de yüzleşmek, bunun yerine firar etmek; ne talep etmek ne de yalvarmak, bunun yerine üzerinde yaşamak istediğimiz dünyayı yaymak, şimdi ve burada. Ne eyleme geçmek ne de hareketlenmek, bunun yerine kendimizi terke adamak. Zayıflığımızı kuvvete dönüştürmek”.
Kapitalizm bizden arzu, temas, üretime yönelik sabit bir eğilim talep ediyor. Zaman sürekli dolu ve sonuç vermek için baskı altında. Şu sıralar mutlu, iyimser ve olumlu olmak bir mecburiyet. Sürekli olup bitenin farkında olduğumuz, her şeyin yolunda ve kontrol altında olduğu ve güçlü olduğumuz bir imge yansıtmak zorundayız. Fakat politik eylemlilik de aynı şeyi talep etmiyor mu? Mücadele, sonuçlar, her şey için hazır bir cevap, sürekli yüksek moral, ezikliğin, kuşkuculuğun ve melankolinin reddi…
Zayıf, bitkin, cahillerden bir ordu kuramadık mı? Şiar “Evet, depresifiz, ne olmuş yani?”, program “Bilmiyorum”, grev ise kesinlikle hiçbir şey yapmamak, hatta kendimizi harekete geçirmemek dahi olabilir. Hiçbir şey yapmama günü… Çarşamba, ardından Perşembe vesaire.
Aciz cezalandırıcı figürü
Düzenli aralıklarla ve kontrolümüz dışında uygulanan keyfi elektrik şokları… Şoklar ya da “kesintiler” ya da “açık kontrolü” dedikleri yağmalamalar. Sadece birkaç ay önce distopik kurgu sanabileceğimiz şeyin sınırlarında gezinen psikolojik istismar: “İnsanların beklenenden uzun yaşaması riski nedeniyle IMF emekli maaşlarının düşürülmesini istiyor.”
Finansal seçkinlere hizmet eden değerlendirme acentaları, uluslararası oluşumlar (IMF, DB, OECD, DTÖ), Avrupa komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası… hepsi bizi giderek acımasızlaşan bir dizi talep ve düzenlemelere maruz bırakıyor. Tabii ki, yapabileceğimiz bir şey olmadığına inandırılmışız. Öte yandan, İzlanda gibi vakalar kitlesel medyada susturuluyor.
Liderlerimizin bu durumdaki rolü nedir? Sadece “yukarıdan” sipariş edilmiş bu yağmada verimli çalışan icracı olmak. “Ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmak zorundayız”; “Avrupa Birliği bizden bunu talep ediyor”; “Piyasalarda güveni arttırmalıyız”, vs.
Bu görevleri yerine getiren politikacıları, demeçlerinden bazıları göz önünde bulundurulduğunda çoğu zaman cazip gelse de, “şeytan” ya da “sadist” olarak yaftalamanın hiçbir anlamı yok. Eichmann Kudüs’te[2] kitabında, Hannah Arendt kötülüğün sıradanlığı kavramını ifade etmiştir: Adolf Eichmann gibi vasat bir Nazi memuru gaddarlıktan değil ama eylemleri üzerine düşünmeden sırf ait olduğu sistemin kuralları dahilinde hareket ettiğinden, toplu katliamlar gerçekleştirebiliyordu. Eichmann’ın yaptığı yukarılardan verilen emirleri ustalıkla yerine getirmekti, tıpkı hükümetteki politikacıların finansal kapitalin çıkarlarını temsil eden talimatları yerine getirmeleri gibi. Ve ayrıca aynı liderler, kendilerinin -ya da arkadaşları ve ailelerinin- bizim ahlakdışı gördüğümüz yollardan çıkar sağladığı gerçeğini de kamu sektörünün özelleştirilmesi ve vatandaşların sosyal haklarının kaybı yüzünden meşrulaştıran hakim ideolojinin, neoliberalizmin öğretileriyle körleştirildiklerinden uydukları kuralları sorgulamaktan acizdirler.
Vurduğu yetmezmiş gibi bir de küfreden hükümet kamuoyuna kendini öğrenilmiş çaresizliğin saf kurbanları olarak bile gösterebilir. Bu durum “Başka bir şey yapmak isterdim, ama bir şey yapamam; emirler yukarıdan geliyor. Farklı davransaydım, sonuçları çok daha kötü olurdu” gibi cümlelerle kalıplaşmıştır. Devletin bu birbirinin kopyası başları öğrenilmiş çaresizlik için halka model olurlar. Ve çok iyi bildiğimiz gibi, önderliğin en iyi yolu örnek olmaktır. Eski İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero Barack Obama tarafından çağrıldığında da böyle olmuştu. Ama şimdi, mevcut başbakan, Mariano Rajoy’da bu olgu öylesine ilerledi ki, kendisi halkın önünde, kamusal görünümleri sırasında kopyalarla, gaipliğiyle, mimik ve eylemleriyle çaresizliğin ve güçsüzlüğün yaşayan örneği haline geldi. Burada onu Senato’da, eğitim ve sağlıktaki son bütçe kesintileri hakkında soru sormak isteyen gazetecilerden kaçarken görüyoruz:
Sonuç olarak, bu politikacıların “çaresizi oynamak”la bize gösterdikleri ülkemizin artık bağımsız olmadığı, gerçekten işin başını çeken ünlü “piyasalar”ın komutlarına bağlı olduklarıdır. Öyleyse neden dürüst ve tutarlı olup sadece istifa etmek değil de İspanya’nın İtalya ve Yunanistan gibi finansal kapitalin bir mandası haline gelmesine izin verilmedi? Belki de şok doktrini içinde bizim rolümüz henüz tamamen yerine getirilmiş değildir. Biz henüz öğrenilmiş çaresizliğe tam olarak tabi değilizdir belki. Ama bizi tamamen yenmesini nasıl engelleyebiliriz?
Yükleme yoluyla daha iyi bir yaşam
Seligman öğrenilmiş çaresizliği savuşturmak için, Fritz Heider’in yükleme (atıf) kuramına başvurur. Öğrenilmiş İyimserlik: Zihninizi ve Yaşamınızı Değiştirme [Learned Optimism: How to Change Your Mind and Your Life] kitabında, atıf biçiminin -ayrıca nedensel atıf olarak da isimlendirilir- üç boyutunu ya da niteliğini inceler:
1-Kişiselleştirme: İyi ya da kötü olaylar içsel ya da dışsal sebeplere atfedilir (E.N.: Esas cümlede “içsel ya da dışsal sebepler iyi ya da kötü olaylara atfedilir” denmiştir fakat kuram hali hazırda olayların hangi kaynaklara atfedildiğini açıklamaya yöneliktir; haliyle çeviri müdahalesi yapılmıştır. Kuramın kısmen daha iyi bir anlatımı için bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C3%BCkleme_teorisi). Bir şeyleri yanlış yaptığımda ya kendimi suçlu hissederim “çünkü ben böyleyim” ya da sorunu dışsallaştırabilirim ve değişiklikler yapmak için kendimi sorumlu tutmam. Bu boyut özsaygı ile ilgilidir. Kötü olayları dışsal nedenlere atfetmek öğrenilmiş çaresizliğe karşı bağışıklığı artırır.
2-Kalıcılık: İyi ya da kötü olayların altında yatan sebeplere atfettiğimiz süre, zamanın sabitliği ya da istikrarsızlığı. Uç örnekleri, her zaman – hiçbir zaman kutuplarında söylemsel olarak ifade edilir. Kötü olayların ardındaki nedenlerin sabit, kalıcı ya da kesin olduğunu düşünmek öğrenilmiş çaresizlik karşısında bizi daha savunmasız hale getirir.
3-Etkinlik: Yaşamlarımızın ne kadarının iyi ya da kötü şanstan etkilendiği, bu sebeplerin bizi genelde mi yoksa özelde mi etkilediğidir. Söylem olarak hep-hiç uçlarında konumlanır.
Diğer taraftan da, José Ramón Yela Bernabe ve José Luis Marcos Malmierca da öğrenilmiş çaresizlik ve insan katılımcılarda öğrenilmiş çaresizliğe karşı (E.N.: Yazıda “denek” anlamında “subject” kullanılsa da sosyal bilimler etiği bağlamında “katılımcı” tercih edilmiştir) bağışıklık üzerine olan makalelerinde olayların bizim tarafımızdan kontrol edilebilirliğinin önemine işaret etmiştir.
1) Kendine yabancılaşma: Sorun bizde değil, durumda yatıyor
Öğrenilmiş çaresizliği tetiklemek için iktidarlar tarafından kullanılan bir başka strateji de bizi olup bitenler için kendimizi suçlamaya teşvik etmektir. Gerçekte, düşük ücretler ve barınma gibi temel kaynakların yetersizliğinin kanıtladığı üzere en dipte yaşayanlara verilen imkanlar iyi bir yaşam standardının oldukça altında iken, bize “imkanlarımızın ötesinde” yaşadığımız söylenir.
Coğrafyacı David Harvey neler olup bittiğine dair sistemsel bir açıklama sunuyor. Ona göre, biz mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimi süreci yaşıyoruz. 70’li yıllardan beri ücretlerde düşüş ile, kamu mallarının özelleştirilmesi, ekonominin finansallaşması, kriz yönetimi ve manipülasyonu ve kaynakların eşitsiz dağılımı nedeniyle kâr artışları kapitalist sınıf tarafından soğuruldu. Yazar aşağıdaki videoda mevcut krize genel bir açıklama getiriyor:
Vicenç Navarro gibi yazarlar halk sınıflarının arasında kaynakların eksikliğinin yükselen borç seviyelerine neden olduğuna (tam tersine değil) dikkat çekmişlerdir. Makul barınmaya evrensel erişimi savunan bir kamu politikasından yararlanmış olsaydık, insanlar böylesine borç düzeylerine girmemiş ve konut ve kredi balonlarının yol açtığı krizler asla meydana gelmemiş olurdu.
Yani, bu “kriz”in (mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikiminin) sorumluluğunun bizim olduğunu düşünme tuzağına düşmemeliyiz. Kitle iletişim araçlarının aşırı bilgi yükünün sınırlarını aşmalı ve mevcut sosyal, ekonomik ve kültürel modelin altında yatan nedenleri analiz etmeliyiz. Böylece zararlı etkilerini azaltmaya yardımcı olabilir ve hatta yeni ve farklı alternatif modeller önerebiliriz.
2) Kriz aynı zamanda hakim ekonomik paradigmanın krizidir
Sorunumuzun kaynağının değişmezliği ile ilgili olarak, kendimize sormalıyız: Bu mülksüzleştirme yoluyla birikim sonsuza kadar devam edebilir mi? Tarihin sonunda mıyız artık? Hiç de değil. Birçokları kapitalizmde sonsuz sermaye birikimi ve büyüme modeline engel olan ekolojik sınırlar nedeniyle küresel bir kriz yaşadığımıza dikkat çekmişlerdir Son dönemlerin İspanyol ekolojisti Ramón Fernández Durán, birçokları gibi, fosil yakıtların öngörülen tükenmesinin medeniyetimizin yıkılmasına yol açacağını belirtti.
“Şeylerin Hikayesi” belgeseli mevcut üretim tarzının insani ve ekolojik sınırlarını anlatarak iyi bir iş çıkarıyor:
Öyleyse, neler olduğuna dair endişelenmek yerine, halihazırda alternatifler aramamalı mıyız?
3) Özgürleşme için fırsatlar
Sorunun nüfuz etmesi açısından, hepimiz Müştereklerin yağmalanmasından olumsuz etkilenmiyor muyuz?
Kriz/dolandırıcılık, işsizlik, daha da kötüleşen kamu hizmetleri ve insan haklarındaki kayıplar nedeniyle yaşamlarımızın kuşkusuz önemli bir bölümünü etkilerken, aynı zamanda krizlerin ötesinde -birçok- yaşamın olduğunu hatırlamakta fayda var.
Şimdi kendimize, başkalarına ve çevremize ilişkin yeni yollar keşfetme, yeni yaşam biçimleri arama zamanı.
Bu ekonomik model, zirvesindeyken bile, yine memnuniyetsizlik nedeni oldu. Kolay kredi bolluğu sayesinde bir piramit şemasına dönüşmüş tüketim çılgınlığı altında Kral Midas’ın modern bir versiyonu gizleniyordu. Modelin dokunduğu her şey, hayatımızın ve zihnimizin en mahrem köşelerine kadar, meta haline dönüştürülmüştür.
Yabancılaşma hiçbir zaman bu kadar uçlara ulaşmamıştı. Fordizm ve seri üretim zamanlarında işçi, çalışma saatlerinde yabancılaşırdı; günümüzde, sermaye hayatımızın tamamından kâr elde eder.
Hepimizin paylaştığı Müşterekler, sermaye birikiminin devam etmesi için nüfusun % 1’i tarafından “istimlak ediliyor”. Reklamlar beynimizi tüketici programlamalarıyla işgal etmek için ortak kültürümüze el koyuyor. Kişisel hayatlarımızda çıkar elde etmeye çalıştığımızda rantabilitenin deforme ettiği kriterlere göre başkalarıyla ilişki kuruyoruz veya kendimizi emek piyasasında satılacak mal haline getiriyoruz.
Yaşamımızın krizden etkilenen parçası bu nedenle sistemin bize sunabileceği her şeyle kıyaslandığında çok küçüktür:
Mutluluğu artırmanın en iyi yolu kişilerarası ilişkilerden, rekabete dayalı olanlar yerine ortaklaşmacı ilişkileri arttırmaktan geçer. Verilen hiçbir şey kaybolmamalıdır.
Sözümona fikri mülkiyet araçlarıyla bilişsel yaratıcılığın (düşüncelerimizin, sanatımızın ve bilgimizin) müşterek akıldan gasp edilmesine izin vermemek gerekir. Bu gasp kültürel ve teknolojik ürünlerin üretimine ve dağıtımına adanan büyük şirketlerin çıkarlarını karşılayan gayri meşru bir el koymadan başka bir şey değildir.
Rantabilite yerine değerin, hem toplumun hem çevrenin iyileşmesine adanmış ortaklaşmacı girişim modelinin temelini oluşturduğu müştereklere dayalı ekonominin desteklenmesi gerekir.
Finansal ekonominin üretken ekonomi üzerindeki hakimiyetini sona erdirmeli. İnsanları ve halkları kendi mekanizmalarıyla köleleştiren borç para aldatmacasının üstesinden gelmeli.
İnsanlar özgürce çalışabilsin ve boğaz tokluğuna çalışmaya zorlanmasın diye temel gelir gibi inisiyatifler için bir araya gelmeli. Doğal kaynaklar müştereklerdir.
Ve bu temel geliri destekleyecek -FD Roosevelt’in zamanında yaptığı gibi- bir kez aşıldı mı %100 oranında vergilendirilecek bir tavan gelir neden belirlenmesin? Jean Jacques Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’de yazdığı gibi “hiçbir vatandaşın bir diğerini satın alacak kadar zengin ya da kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmadığı, küçük mülk sahiplerinden oluşan bir toplum düzeni olmalıdır”.
Küçülme gibi ekolojik önerileri değerlendirmeli: Daha az tüketim, daha az üretim, tamamen geri dönüştürülebilir nesnelerin tasarımı ve daha az enerji kullanımı… Yerel ekonomileri geliştirmek gerek.
Üretimden perakende satışa değin neredeyse tüm ticari faaliyeti kontrol eden büyük ölçekli dağıtıcılardan bağımsız özerk dağıtım kanalları oluşturmalı.
Herkesin eşit olarak katılımı ile gerçekten demokratik bir şekilde kamusal alanı yeniden yapılandırmalı.
Gelecek, bir ölçüde, bizim elimizde
Son olarak, durumumuzun kontrolü için kapasitemiz nedir? Daha önce atıf yapılan makalede belirtildiği gibi Yela Bernabé ve José Luis Marcos Malmierca, öğrenilmiş çaresizliğe karşı kendimizi bağışıklı kılmanın en iyi yolunun karşılaştığımızı ne sadece başarı ne de yenilgi olarak anlamak olduğunu savunuyorlar. Kontrol edebileceğimiz ve edemeyeceğimiz şeyler olduğunun bilincinde olmalıyız. Epikür’ün söylediği gibi: “Hatırlamalıyız ki gelecek ne tamamen bizimdir ne de hiç bizim değildir. Böylece ne geleceğine bel bağlamış oluruz ne de hiçbir zaman gelmeyeceği umutsuzluğuna kapılmış oluruz”.
Dünyada, Chiapas’daki veya Bolivya’daki su ayaklanmaları gibi mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimine karşı zafere ulaşan pek çok direniş örneği var. Tarihin, çoğunlukla özgürleşmek için mücadele edenlerin yenilgilerini bize hatırlatmaktan mutluluk duyan yukarıdakiler tarafından yazılmış olduğunu asla unutmayın.
İşte İspanya’da, 15 M hareketi[3], yürümeyi öğrenen bir çocuğun beceriksiz ilk adımlarına rağmen, bazı önemli başarılar kazanmanın yanı sıra uluslararası yankı uyandırdı. Sorunlarımızın nüfusun büyük bir kesiminde kök saldığına dair farkındalığı artırdı, birbirinden çok farklı olan hareketleri bir araya getirdi ve dayanışma ve ortaklaşma ağlarının geliştirilmesi için çok iyi bir başlangıç noktası sundu.
Tabii ki, hatalar yapacağız, ancak hatalar bizi daha akıllı yapar.
Olanakları açmak için harekete geçme
Özetle, bizi çevreleyen korkuyla yüzleşip yaşananların bizim suçumuz olmadığını, krizlerin mevcut ekonomik modelin -ki kararlı dışında her şey olan, ama kararlı olmayan [bu modelin]- krizi olduğunu ve bir değişimin para ve diğer meta tiranlarından bağımsız yeni, daha insancıl bir dünya için bir fırsat olabileceğini her zaman hatırlamalıyız.
Ve her şeyden önce, Alain Badiou’nun öğretisini asla unutmayalım: Harekete geçmeliyiz. Eylemlerimizin olanaklar dahilinde olması gerekmez, tam tersine eylemin kendisi yeni bir olanak alanı açabilir. “Bir özne olanağın olanağa dönüştüğü noktadır. Öznenin temel işlemi olanaksızın olanağa dönüştüğü noktada olmaktır”.
Metin, Stacco Troncoso tarafından İspanyolcadan İngilizceye çevrilmiş ve Ann Marie Utratel tarafından düzenlenmiştir.
[1] Şok Doktrini, Naomi Klein, Çev. Selim Özgül, Agora Kitaplığı, 2014.
[2] Kötülüğün Sıradanlığı – Eichmann Kudüs’te, Hannah Arendt, Çev. Özge Çelik, Metis, 2014.
[3] 15 M Hareketi: İspanya’da “siyasetçilerin ve bankacıların malı değiliz” sloganı ve daha fazla demokrasi talebiyle 15 Mayıs 2011’de ortaya çıkan, Öfkeliler olarak da bilinen toplumsal hareket (ç.n.).
[Guerrillatranslation.org’da 12 Şubat 2014’te yayımlanan İngilizcesinden Sanem Çelik tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.