Umutsuz olmasak bile ne yazık ki bildiğimiz bir şey var, o da şiddetini meşrulaştırmak için çabalayanlar ile Türkiye’deki medya sahipliğinin aynı tarafta yer alıyor olması
Tarihsel belleğin sürekli yeniden kurgulandığı ve bizim sadece ölüm anlarında dahil olduğumuz bir inşada ses çıkarmaya çalışıyoruz. Umutsuz olmasak bile ne yazık ki bildiğimiz bir şey var, o da şiddetini meşrulaştırmak için çabalayanlar ile Türkiye’deki medya sahipliğinin aynı tarafta yer alıyor olması
“Ne kadar zavallısınız bazen, çocuklarınızı koparıyorlar sizden, bilerek öldürüyorlar sonra sizinle birlikte arkalarından merhametlilermiş gibi sanki gözyaşı döküyorlar. Dilinizi konuşmayanı, tanrınıza inanmayanı, sizi temsil eden kumaş parçasını elinde dalgalandırmayanı dışlamanızı hatta giderek ortadan kaldırmanızı arzuluyorlar. Size bunları yapmaları lazım, çünkü varlıklarını sürdürme ihtiyaçları vardır. Sayenizde elde ettikleri güçten ve bu gücün verdiği ayrıcalıklardan bir türlü vazgeçmek istemediklerinden ‘devlet’ ve ‘ulus’ kelimelerini düşürmüyorlar dillerinden. Olmadığınız halde sizi ‘ezeli ve ebedi kahramanlar’ ilan ediyor, bununla da yetinmeyip illegal katil kahramanlar çıkarıyorlar”
Nicocolo Machiavelli(1513)
Her birimizin bu seneden öğrendiği bir şey var ki, o da adı yarım yamalak konulmuş bir savaşın müdahili olduğumuz. Fotoğraflardan anlamaya haberlerden öğrenmeye çalıştığımız ancak bu büyük gösterinin kıyısında ezildiğimiz günler geçiriyoruz. Bombalar patlıyor, tanklar bütün “ihtişamıyla” üzerinize geliyor, roketli ve havanlı saldırılar olup, hava saldırıları için uçaklar hazır tutuluyor. Sınır, sınırötesi neredeyse günlük literatüre giriyor.
Peki bütün bu olanlar aslında ne kadar gerçekçi geliyor?
Televizyonlarda, gazetelerde özellikle de sosyal medyada öyle görseller, metinlerde öyle betimlemeler görüyoruz ki bu savaş güzellemesinin yıkıcılığının ne kadar farkındayız? Etrafı tozu dumana katarak ilerleyen tankların pornografik fotoğrafları yani savaşın estetizasyonu siyasette neye karşılık geliyor?
Sanatın politikleşmesi, politikanın sanatsallaşması
Aslında bu tartışma yeni bir tartışma sayılmaz. Hatta tartışmanın temeli belki de sanatın siyasallaşması, siyasetin sanatsallaşması meselesine kadar uzanır. Çok kaba bir tabirle ifade edecek olursak sanatın politikleşmesi aynı dönemlerde Brecht’i yaratırken, siyasetin sanatsallaştırılması ise faşizmi yarattı. Milliyetçiliğin estetize, romantize edilmiş biçimi birde dinsellik eklenmesiyle kusursuz bir iktidar modifikasyonuna dönüştü. Bu estetik, militarizmin “gösteri iktidarı” olarak adlandırılabilir. Gösteri iktidarı seyircilerini yani toplumu bu gerçekdışı gösteri ile büyüler, onları bu şekilde yalnızca seyirci oldukları koltuklarından alıp birer özne olma rolü sunar. Bu sirkülasyon bütün bir toplum etki altına alınıp hapsedilene kadar devam eder. Gösteri iktidarında hiçbir şey gerçek değildir, tıpkı gücüne hayran kaldığınız savaş uçağının birazdan patlayıp içinde insanın parçasının dahi bulunamayacağı şiddete kadar. Size ise bu kısım asla gösterilmeyip sizin de “şehit” olacağınız günleri, o kadar da ürkütücü bulmamanıza kadar devam eder.
Ölü bedenlerin tüketilmesi
Yıllarca akşam yemeğimizi yerken yerlerde dizi dizi sıralanmış ölü bedenleri izledik. Çocuğunun üstüne toprak atan anneleri, kötü bir Amerikan filminden montajlanmış gibi yıkılan binaları izledik. Sonra o bombaların kendi meydanlarımızda patlamasına sıra geldi. Bu sefer o bedenlere karşı o kadar duyarsız değildik. Kimimizin daha dün bindiği taksicisi, kimimizin eylem alanında buluşmak için sözleştiği sevgilisiydi.
Devamı geldi… Patlamalar, bomba yüklü araçlar, son dakika haberleri artık gözünüzü kısmadan izlediğiniz görüntülere, naklen yayınlanan ölü/yaralı istatistiklerine dönüştü. Yani daha bir yıl dolmadan hayatınıza yeni giren bu görseller, metinler teknoloji çağının hızla bakılıp tüketilen metalarına dönüştü. Başta kendi sınırınızda olmadığını düşündüğünüz için duyulan kanıksama yada sıradanlık size saniyede onlarca tweeti geçmenizi sağladı. Ne için savaşıldığını, tercihiniz olsa bu uğurda ölür müydünüz bilmediğiniz bir durum arka plana atıldı siz de izlediklerinizle baş başa kaldınız.
Susan Sontag bu durumu şöyle ifade eder: “Aynı kural, pornografi için olduğu gibi kötülük için de geçerlidir. Nasıl insanın ilk kez bir pornografik film seyrettiği zamanki şaşkınlığı birkaç film daha izledikten sonra yavaş yavaş yok olursa, fotoğraflanmış gaddarlıkların yarattığı şok da tekrarlanan izlemelerle hafifler. Bizi kızdıran ve üzen tabu duygusu, neyin uygunsuz olduğunu belirleyen tabu duygusundan daha güçlü değildir. Ve bunların her ikisi de son yıllarda fazlasıyla zorlanmışlardır.”
Sonuç olarak tarihsel belleğin sürekli yeniden kurgulandığı ve bizim sadece ölüm anlarında dahil olduğumuz bir inşada ses çıkarmaya çalışıyoruz. Umutsuz olmasak bile ne yazık ki bildiğimiz bir şey var, o da şiddetini meşrulaştırmak için çabalayanlar ile Türkiye’deki medya sahipliğinin aynı tarafta yer alıyor olması…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.