DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu ile emeğin siyasi düzlemdeki yerini, emek hareketinin son bir yılını ve 2017’ye devreden mücadele başlıklarını konuştuk
DİSK Genel Sekreteri ve Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile emeğin siyasi düzlemdeki yerini, emek hareketinin son bir yılını ve 2017’ye devreden mücadele başlıklarını konuştuk. Çerkezoğlu iktidarın savaş, çatışma ve baskı atmosferini emekçilerin mücadelesini bastırmak ve haklarını gasp etmek için kullandığını, DİSK’in en olumsuz koşulda dahi emekçilerin haklarını savunmak için mücadele bayrağını dik tutmaktan vazgeçmeyeceğini söylüyor
Sendika.Org: 1 Kasım genel seçimi sonrası kara bir tablo olsa bile son genel seçimlerde ilk defa emeğin talepleri siyasi gündeme bu kadar müdahil olmuştu. Asgari ücret ve taşerona dair sözler verildi. Bir yandan işçileşmiş bir toplum ve onun beklentilerinin siyaset üzerindeki etkisi bir yandan da bastırılmış bir emek hareketi var. Bu çerçeveden bakarsak 2016’yı nasıl değerlendirebiliriz?
Hem 7 Haziran hem 1 Kasım öncesinde, emek alanının gündemlerinin Türkiye’deki genel seçimler sürecinde ilk defa bu kadar belirleyici olduğu bir dönem yaşandı. Bu aslında, Türkiye’de işçileşme sürecinin hemen hemen tamamlanması ile Türkiye toplumunun artık bir ücretliler toplumu haline geldiğinin göstergesidir.
AKP’nin iktidar olduğu 2002’den bu yana ücretlilerin oranı yüzde 40’lardan yüzde 70’lere çıktı. İçinden geçtiğimiz dönem aynı zamanda neoliberal politikaların yıkıcı sonuçlarının yaşanmaya başladığı bir dönem. Yani bir taraftan işçileşen bir toplum, öte yandan da neoliberalizmin bütün o yaldızlı döneminin bittiği, asgari ücretten sağlık hakkına, kıdem tazminatının gaspından iş güvencesinin son kırıntılarının ortadan kaldırılmasına, işsizlik rakamlarına kadar yıkıcı sonuçların da ortaya çıktığı bir dönem. Seçim süreçlerinde emek gündemlerinin belirleyici olmasının bence böyle iki temel nedeni var.
Özellikle 2008-2009 krizinden sonra Türkiye ekonomisindeki durağanlaşma, en son özellikle 2013 sonrası ekonomideki gerileme, işsizlik rakamlarındaki artış, milli gelirdeki düşüş… Bütün bu parametrelere baktığımızda; neoliberalizmin artık yıkıcı sonuçlarının ortaya çıktığı ve bunun AKP’ye oy veren kitleler tarafından da hissedilmeye başlandığı bir dönem olması itibariyle, emek gündemlerinin hem iktidar partisi hem muhalefet partileri açısından gündeme taşınmak zorunda kaldığını söylemek mümkün.
Burada DİSK’in ve DİSK’e bağlı sendikaların yürüttüğü mücadelelerin bu gündemlerin görünür hale gelmesinde bir faktör olduğunu da söylemek gerekir.
İktidar bir taraftan emeğin taleplerine ilişkin vaatlerde bulunmak zorunda hissediyor, bir taraftan da sermayenin emek karşıtı programının kıdem tazminatı gibi kritik maddeleri tamamlanmış değil. Sermaye de sıkıştırıyor. İktidar bu gerilimi nasıl yönetecek?
AKP’nin krizli olduğu noktalardan bir tanesi zaten bu, hatta en yumuşak karnı da diyebiliriz. Bir taraftan hem kendi tabanı dahil olmak üzere emekçilere birtakım sözler vermek zorunda öbür taraftan da sermayenin taleplerini hayata geçirmek üzere iktidara gelmiş olan bir sermaye partisinden söz ediyoruz. Bu AKP’nin en kırılgan noktası. Bir taraftan kendisine oy veren ve onu iktidara taşıyan milyonlarca taşeron işçisi var. Öbür taraftan da taşeronlaştırmayı, ucuz ve güvencesiz işçi politikalarını temel eksen haline getirmiş bir sermaye var, bu sermayenin talepleri ve programı var. Dolayısıyla bu AKP’nin en gerilimli ve kırılgan noktası. O yüzden bizim özellikle taşeron meselesinde veya kıdem tazminatına dair yaptığımız eylem ve etkinliklerin hemen sonrasında kısmi de olsa birtakım geri adımlar atmak zorunda kalıyor. Bu gerilimi bugüne kadar bir adım ileri iki adım geri giderek bir biçimde yönetti AKP iktidarı. Taşeron meselesinde çok sıkıştığı zaman adım atmak zorunda kaldı. Söz verdi, 1 Kasım’dan iki ay sonra çıktı başbakan “Tamam bitirdik çalışmaları, bütün işçileri kamuya geçiriyoruz” dedi. Ama “Kadroya geçiriyoruz” demedi. Ondan sonra yine başka bir basınç altına girdi ve verdiği sözü tutmadı.
Çok sıkıştığında birtakım adımlar atmak zorunda kalıyor. Gerçek sorunu ortadan kaldırmasa bile. Örneğin taşeron meselesinde “özel sözleşmeli personel” diye bir başka statü tanımladılar. Bu taşerondan daha iyi bir şey değildi ama en azından bir adım atmış gibi gösterdi kendini. Ama bir taraftan da sermayenin talepleri doğrultusunda esasa dair çizgiyi her zaman devam ettirdiler. Ve o gerilimi bu şekilde sürdürüyorlar.
Kıdem tazminatı konusunda da öyle. Mesela 2013’te kıdem tazminatının fona devredilişini ilk gündeme getirdiklerinde bizim epey etkin olduğumuz bir dönemdi o zaman. Gezi’nin hemen sonrasıydı, 40-50 yerde mitingler yaptık, #Direnİşçi kampanyası örgütlendi ve DİSK’in yürüttüğü o kampanya sonucunda iktidar geri adım atmak zorunda kaldı. Ama tabii gündeminden çıkarmadı. Ondan sonraki her hükümet programında da kıdem tazmimatı var. Bir başka şey ise kiralık işçilik. Onu da hep gündemde tuttular. 2016 Mayıs’ında da memlekette başbakanın bile olmadığı bir gün Meclis’ten geçirdiler.
Peki genel manzaranın ötesinde, özel olarak emek hareketinin kendisine baktığımızda ne görüyoruz?
Alsında 2016 yılı emek hareketi açısından çok parlak bir yıl değil. Daha önce özellikle son yıllarda grevlerin, direnişlerin ön planda olduğu yıllar oldu. Zaman zaman sendikasız işçi direnişleri ön plana çıktı. Çünkü şu an üç işçi sendikaları konfederasyonu birlikte düşündüğünde 100 işçiden ancak 5 tanesi sendikal haklarını kullanabiliyor. O yüzden zaman zaman hiçbir sendikanın üyesi olmayan işçilerin eylemleri, direnişleri bazı dönemlere damgasını vurdu ama 2016 yılı o açıdan bakıldığında pek parlak bir yıl değil.
Bu tabii ülkenin genel atmosferiyle çok ilgili. Her ne kadar emek alanına dönük ciddi saldırılar olsa da özellikle 7 Haziran 2015’ten beri yaşanan süreç, patlayan bombalar, gerilim siyaseti, işçi sınıfının hem örgütlü hem örgütsüz tepkilerini açığa çıkartmasını çok ciddi anlamda baskılayan bir siyasal iklim yarattı. 2016 yılındaki bu durağanlığın nedeni o. 2016 yılı o genel atmosferin etkisiyle örgütlü, örgütsüz işçi direnişlerinin irili ufaklı hak arama eylemlerinin çok alt düzeye indiği bir yıl oldu. Çünkü hakikaten 7 Haziran sonrası Türkiye’ye yaşatılan süreçte Suruç’un ardından 10 Ekim Ankara Katliamı, doğrudan bizim eylemimize yönelik, sendikaların eylemine yönelik bir saldırı. Türkiye tarihinde olmamış büyük bir katliam yaşanması, arkasından 1 Kasım seçimine kadar yaşanan süreç, ardından 15 Temmuz darbe girişimi, sonrasında Olağanüstü Hal, KHK’lar, bütün muhaliflere dönük baskı politikaları, bütün bunlar en temel en basit talepler için; örneğin işten çıkarılan işçilerin kendiliğinden direnişlerinin bile ortaya çıkmasını engelleyen, hak aramanın aslında fiilen yasaklandığı, olanaksız hale getirildiği bir iklim yarattı. Onun için 2016 yılı toplamda bakıldığında emek hareketi açısından zayıf bir yıldı.
İktidar ise 2016‘nın ilk aylarından itibaren kıdem tazminatını yeniden gündeme aldı. Kiralık işçiliği gündeme aldı. Bunların aslında her ikisi de Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından kritik gündemler. Ama mevcut atmosfer bu anlamda ciddi karşı koyuşların, kitlesel eylemlerin yapılmasının önünü kapatan bir tablo yaratmış oldu.
1 Mayıs keza aynı şekilde… İstanbul açısından 3 yıldır her şeye rağmen Taksim iradesini sürdüren bir iddia varken bu yıl Bakırköy’e razı olundu. Çünkü bombaların belirlediği atmosferde ciddi bir baskılanma altında sınıf hareketi.
Kiralık işçilik yasası 1 Mayıs’tan hemen sonra 4 Mayıs’ta Meclis’e getirildi. Meclis’ten çıkarken bizim yaptığımız birkaç küçük eylem dışında hiçbir ciddi bir direniş olmadı. 15 Temmuz sonrası da OHAL ile birlikte tümden baskılanan, yasal grevlerin bile yapılamaz hale geldiği, birçok yerde grevlerin OHAL gerekçesiyle yasaklandığı ya da direnişçilerin hapsedildiği bir dönem yaşanmış oldu. 2016’nın genel fotoğrafı bu.
Üç başlık özellikle önemli; taşeron, asgari ücret ve KHK’lerle tasfiyeler. Bu üç başlık açısından özel olarak DİSK’in, genel olarak emek hareketinin refleksini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taşeron konusunda Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun (taşerona kadro vereceğiz) açıklamasından sonra ciddi bir beklenti oluştu taşeron işçilerde. Ve bu beklenti hali uzun bir süre de devam etti. Ama ondan sonra bu verilen sözlerin yerine getirilmemesi üzerine, sonradan 15 Temmuz’un da yarattığı atmosferle o beklentiler çok ciddi bir biçimde hayal kırıklığına dönütü. Ama buna rağmen taşeron meselesinde bile, ki iktidarın en kırılgan noktası, bir öfkeye ya da isyana tanık oladık. Bizim her hafta cumartesi yaptığımız eylem tüm taşeron işçiler tarafından desteklendi ama bu bir fiili desteğe dönüşmedi. Sosyal medyadan, telefonlarla vs. desteğin ötesine geçmedi.
Taşeron gündemi Türkiye’nin hala temel meselelerinden biri, bu gerçek ortadan kalkmadı ama bu örgütlü bir harekete dönüşmüyor şu anda. Bunun bizlerden, sendikalardan kaynaklanan yanı da var kuşkusuz ama genel atmosferle de ilgili.
Asgari ücret gündemi de yine temel bir gündem oldu. Özellikle geçen sene yüzde 30 zamla 1300 lira olması biraz beklentileri karşılamış görünse de özellikle de son bir iki ayda TL’nin değerindeki hızlı erime; döviz kurundaki artış ve işsizlik oranlarının çok artması, asgari ücreti yeniden öne çıkartan bir işlev gördü. O yüzden asgari ücret meselesinde de çok kitlesel hareketler olmamakla birlikte söylediğimiz sözün karşılığının olduğu bir süreci yaşadık.
Özellikle bu konuda bizim DİSK olarak sürdürdüğümüz çizgi, doğrudan sermayeyle ve hükümetle, onların argümanlarıyla hesaplaşan bir politik çizgi olarak çok ciddi bir karşılık gördü. Asgari ücret meselesi bir taraftan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda belirleniyormuş gibi görünyor ve görüntüde Türk-İş’in katıldığı bir masa var. Ama aslında asgari ücret süreci hükümet ile DİSK arasında geçiyor. Daha çok karşılıklı yaptığımız açıklamalar, eylemler, onların iddialarına bizim verdiğimiz yanıtlar ve veriler vs. ile ciddi bir ideolojik hegemonya yaratılabildi.
Kamudaki tasfiyeler konusu ise daha çok kamu çalışanlarına dönük bir süreç ama DİSK açısından da kayyum atanan belediyelerde yaklaşık 600 işçinin işten çıkarılması söz konusu. Son çıkarılan KHK ile kayyum atanan belediyelerde kayyum, hizmet alım sözleşmelerini, yani taşeron ihalelerini tek taraflı olarak feshedilebilme yetkisi ile donatıldı. Eğer bu yetki kullanılarak bir adım atılırsa şu an Bölge’deki bütün belediyelerde yaklaşık 20 bin civarında taşeron işçinin işsiz kalması söz konusu olur. Ama bu konuda şu ana kadar atılmış bir adım yok.
Bir yandan da sınıfın gündemiyle politik gündemin çok iç içe geçtiği bir süreç yaşıyoruz. Emaar şantiyesindeki inşaat işçilerinin HDP eş genel başkanlarının tutuklanmasına karşı sokağa çıkması, açığa almalara karşı belli bölgelerde yürütülen politik içeriği önde işe dönme mücadeleleri gibi mütevazı adımlar var… Sendikalar mücadelenin geleneksel kalıpları dışında politik sınıf refleksleri örgütlemeyi ne kadar önüne koyuyor? Bu tarz bir mücadeleye hazır mı?
Sendikalar hareketin geleneksel davranış biçimleri açısından bakarsak böyle bir şeye kuşkusuz hiç hazır değil. Gezi’de bu gerçeğin sınırlarını gördük, bu duvara ilk Gezi’de çarptık. Gezi sırasında iki kez genel grev kararı almıştık. Her ikisinde de örgütlü işyerlerinden ciddi bir katılım olmadı. Yaptığımız eylemlere de çok bir katılım olmadı.
Yani geleneksel örgütlü işçi sınıfıyla Gezi gibi Türkiye tarihinin en büyük isyanının buluşamadığı bir gerçekliği yaşadık. Bu Gezi kitlesi açısından da böyleydi. Gezi’de sokağa çıkan, TOMA’nın karşısına ölümü göze alarak dikilen insanlar işyerinde patronunun karşısına çıkmaktan imtina etti. Haziran İsyanı’nın üretim alanındaki mücadele hiçbir karşılığı olmadı. Slogan “Gündüz işte gece direnişte” idi. En fazla plazalarda öğle arası işyerinin önüne inip birkaç dakikalık alkışlı protesto eylemleri düzenlendi. Yani, üretim alanı ile yeniden üretim alanındaki tepkinin, öfkenin, isyanın buluşamadığı bir süreci yaşıyoruz. Bugün çok temel meselelerinden bir tanesi. Sendikaların geleneksel davranış biçimleri de bu soruna çözüm sunmuyor.
Son dönemde yaşanan bu tür politik refleksler de tersten başka bir şeyin göstergesi. Türkiye toplumunda bugün hakikaten davranışlar açısından daha çok politik meselesi üzerinden şekillenen bir durum söz konusu. Bence inşaat işçilerinin eylemi de bunun göstergesi. Ama şimdi böyle bir gerçekliğin olduğundan söz etmek pek mümkün değil.
2016’nın bu olumsuz tablosunda “Her şeye rağmen ne yapmaya çalıştık” derseniz; bir taraftan memlekette yaşanan politik gündemlere, katliama, savaşa, darbeye karşı net tutum alan bir tavır izledik. Özellikle DİSK, 50 yıllık geçmişinde, darbeler görmüş, genel başkanı öldürülmüş, onlarca yöneticisi idamla yargılanmış bir örgüt olarak en azından böylesi bir süreçte bir ilerici emek örgütü olmanın görevini yerine getirecek bir tutum alabildi.
Emek hareketinin bütünüyle savaşla baskı altına alındığı bir dönemde kıdem tazminatından kiralık işçiliğe, taşerondan asgari ücrete kadar emek gündemlerine ilişkin de bu sürecin el verdiği kadar emekçinin sözü söylendi. Örneğin her şeye rağmen “işçi sağlığı ve iş güvenliği” konusunda uluslararası bir konferans yapılabildi. Kadın emeği konusunda buluşmalar düzenlendi. Yani öyle zamanlar da oldu ki “Memleket kan gölüne dönmüş, sen iş güvenliği, kadın emeği mi diyorsun” gibi tepkileri de göze alarak sendikal faaliyeti sürdürmeye çalıştık. Ama asıl kritik olan şey bence böylesi bir dönemde solun da bütün olarak paralize olduğu bir dönem de en azından ilerici bir emek örgütü olma çizgisini sürdüren, bayrağı dik tutan bir yerde durulabildi.
Bir yeni yıl mesajınız var mı?
Artık siyasi iktidarın iktidarda kalabilmek için kullandığı savaş, katliam gibi her türlü yöntemin sınırlarına geldik. Ekonomik tablodan, dış politikada yaşanan sürece kadar her şey ama her şey bu iktidarın sürdürülemez olduğunu gösteriyor. Türkiye’de kuşkusuz bu süreç kendiliğinden ortadan kalkmayacak ama bu topraklarda çok güçlü bir demokrasi geleneği var. Bu topraklarda çok güçlü bir eşitlik, özgürlük, adalet duygusu var. Biz bu ülkenin değerlerini yaratanlar, başta işçi sınıfı, kadınlar, gençler olmak üzere, bu ülkenin gerçek sahibi biziz ve 2017’de bu zulmün iktidarını bitirmek üzere mücadeleye devam edeceğiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.