Trump’ın Batı basını tarafından sürekli vurgulanan kibri ve pervasızlığı, esas olarak ABD’nin emperyalist egemen sınıfının bütününün paylaştığı özelliklerdir
Kaddafi’nin ölüm haberini alan Clinton’ın, kahkahalar içinde “geldik, gördük, öldü” demesi ekranlara yansımıştı. Clinton’ın kahkahalar içinde keyifle söylediği bu sözler Roma İmparatoru Sezar’a aitti. Trump’ın Batı basını tarafından sürekli vurgulanan kibri ve pervasızlığı, esas olarak ABD’nin emperyalist egemen sınıfının bütününün paylaştığı özelliklerdir
Şaka değil…
Tüm dünyaya sürekli demokrasi dersleri veren ve dünyanın dört bir tarafına on yıllardır “demokrasi ihraç eden” ABD’nin etkili liberal sesi New York Times’ın editoryasının ABD Başkanlık Seçimlerine ilişkin son yazısına göre, ABD “2016’da cahil ve pervasız bir tiranın ABD Başkanı seçilmesine çok yaklaştı. Bu sürreel, sefil başkanlık kampanyası ülkenin demokrasi altyapısındaki bozuklukları ve halktaki öfkeyi gözler önüne serdi.” (Imagining America on Nov. 9, Nov 5)
Editoryaya göre Trump, bir yalancı, milyonlarca göçmen aileyi mahvetmeye söz vermiş bir ırkçı, cinsel kimlikler konusunda yırtıcı bir hayvan ve dolandırıcı bir işadamı…
“Eğer salı günü Trump seçilmezse küçük bir nefes molası verilecek, ancak her durumda asıl iş yani zorlu kısım sonra başlayacak” diyen editorya, zorlu kısmın Trump’ı ortaya çıkaran koşullarla, ülkenin derin ve kompleks sorunlarıyla yüzleşmek olacağını dile getiriyor.
Editoryanın derin ve kompleks sorunlara yaptığı vurgu yerinde. Yazıda verilen kimi bilgiler, mesela Trump’ın yakın çevresinde yer alan ve onun üzerinde etkili olduğu söylenen “komplo teorileri” üretmesi ile tanındığı vurgulanan “aşırı sağcı” Rudy Giuliani ve Chris Christie’nin kimlikleri bile bu durumu ortaya koymakta, sorunların ne denli derinlere kök salmış olduğunu göstermektedir.
Sözü edilen isimlerin birisi eski New York Belediye Başkanıdır, diğeri New Jersey’in en üst düzey yöneticiliğini yapmıştır. Trump’ın çevresi ABD kapitalist düzeninin egemen elitinin organik bir parçasıdır, zaten başka türlüsü şaşırtıcı olurdu. Trump ve çevresi, ABD’ye bir gün aniden uzaydan gelmedi, onlar emperyalist ABD egemen sınıfının en yırtıcı, en kibirli, en asalak öğelerinin bir parçasını oluşturmaktadır. Trump için söylenenlerin eksiği vardır, fazlası kesinlikle yoktur…
Trump “cahil ve pervasız” bir tirandır… Peki ama tiranların “bilgili ve nazik” olanlarını ne yapacağız?
Editoryanın “Trump tehdidi”ne karşı çok güçlü bir destek verdiği Clinton ve çevresi de aynı egemen elitin organik bir parçasıdır. New York Times, bir süredir sürekli olarak Trump’ın vergi kaçakçılığına ilişkin iddiaları gündeme getirmektedir. Hararetle savunduğu Clinton’ın politik gücünü kullanarak elde ettiği milyon dolarlara ilişkin ayyuka çıkmış iddialar ve ortaya konan belgeler hakkında sessizdir…
Vergi kaçırmak suçtur da, sahip olunan politik gücü kişisel zenginleşme aracı olarak kullanmak değil midir? Hem de her gün sütunlarında tüm dünyaya “ahlaki kapitalizm” dersi verenler açısından…
John Pilger, ABD egemen elitinin dünya çapındaki örtülü ekonomik ve politik faaliyetlerinin bir kısmını açığa çıkardığı için yıllardır bir binanın içinde tutsak yaşamak zorunda bırakılan Julian Assange ile tutsak olduğu binada bir söyleşi yaptı. Pilger söyleşide, Wikileaks tarafından yayınlanan Clinton’a ait maillerde açığa çıkan para elde etme ilişkilerinin çok olağanüstü olduğunu, Katar temsilcilerinin Bill Clinton’a beş dakika için bir milyon dolar ödediklerinin ortaya serildiğini söylüyor. Assange söze giriyor:
“Ve 12 milyon dolar Morokko’dan.” (The Secrets of the US Election: Julian Assange Talks to John Pilger, Nov 4, Counterpunch)
Evet, Morokko Kral Muhammed’in emriyle Clintonlar’a bir konuşma için tamı tamına 12 milyon dolar ödemiş. ABD yönetiminde önemli pozisyonlarda üyelere sahip olan bu aileye, ABD’nin dış politikasında önem taşıyan ülkelerden bu miktarlarda paraların ödenmesi belgeleri ortaya çıkmış olmasına rağmen tabii ki ana akım Batı basınında manşetlere taşınmıyor.
Pilger, Assange’ye Clinton’ın maillerinde açığa çıkan kimi gerçeklerin, IŞİD cihatçıları ile savaştığını iddia edenlerin aynı zamanda onun yaratılmasına yardım edenler olduğunu nasıl gösterdiğini soruyor.
Assange, 2014 başına ait olan bir mailin bu koleksiyondaki en önemli belge olduğunu, Clinton tarafından seçim kampanyasının yöneticisi Podesta’ya gönderildiğini ve Clinton’ın bu mailde Podesta’ya IŞİD’in Suudi Arabistan ve Katar tarafından fonlandığını yazdığını ifade ediyor. Assange, ortaya çıkan belgelere göre, Suudi Arabistan ve Katar’ın aynı zamanda Clinton Forundation’ın da en önemli bağışçıları olduğunu söyleyerek ilişkiyi bu çerçevede kurduklarını dile getiriyor, yani Clinton’ın kendi yazdıklarına göre Körfez ülkeleri aynı anda hem IŞİD’e hem Clinton Foundation’a para akıtıyor.
Assange, dünyada bugüne dek yapılmış en büyük silah satış anlaşmasının Clinton’ın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde ABD ve Suudi Arabistan arasında imzalandığını ve tutarının 80 milyar dolar olduğunu söylüyor. Yine Assange’nin verdiği bilgiye göre, Clinton’ın Dışişleri Bakanlığı döneminde ABD silah satışlarını dolar bazında ikiye katlamış.
Clinton Libya’ya yönelik NATO operasyonunun, emperyalist saldırganlığın da önde gelen aktörlerinden biriydi. Geçtiğimiz günlerde, İngiltere Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nin hazırladığı Libya Raporu ortaya çıktı. Rapor, Batılı emperyalistlerin kendi ekonomik ve jeo-politik hedefleri doğrultusunda yürüttükleri emperyalist savaşları güçlü propaganda kampanyalarıyla nasıl meşrulaştırdıklarını, kitleleri nasıl manipüle ettiklerini gözler önüne seren önemli bilgiler içeriyor. Rapora göre, Libya’ya yönelik 2011’deki emperyalist saldırının o dönem temel gerekçesi olarak sunulan; Kaddafi güçlerinin Bingazi’de sivilleri cezalandırma yönünde bir girişimi olduğuna ilişkin yeterli kanıt bulunamamış. Libya’daki NATO müdahalesine temel oluşturan 1973 sayılı BM kararının sivilleri korumaya dönük olduğunun belirtildiği raporda, İngiliz hükümetinin soruna politik çözüm bulma yönünde adımlar atmayıp, bütünüyle askeri müdahaleye odaklandığı saptanıyor. Soruna politik çözüm yolu aramanın ne İngiltere ne de Libya’ya bir şey kaybettirmeyeceğinin vurgulandığı metinde, o dönem bu yolun denenmesinin ödenmiş olan ağır bedelleri azaltacağı ancak bu yolun tercih edilmediği vurgulanıyor.
Rapora göre, eğer İngiltere 1973 sayılı kararın ruhuna sadık kalan bir uygulamaya yönelse ve koalisyon ortaklarını da bu yönde etkileseydi, Mart 2011’de Bingazi’de güvenliğin sağlanmasının ardından askeri müdahaleye ara verilip politik çözüm opsiyonu gündeme gelebilirdi.(http://www.publications.parliament.uk/pa/cm201617/cmselect/cmfaff/119/11905.htm) Ama bu denenmedi…
2011’in o günlerinde, İngiliz ve diğer Batılı basın yayın organları hiç durmaksızın Kaddafi güçlerinin işlediği kitlesel cinayetleri ve sivil halkın maruz kaldığı katliam tehlikesinin büyüklüğünü propaganda ederek, NATO ülkelerinin askeri operasyonunun zeminini hazırlıyorlardı.
Raporda yer alan bir belgeye göre, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın danışmanı Sidney Blumenthal, Libya operasyonu öncesinde operasyonun önde gelen yürütücüsü Fransa’nın çeşitli yetkilileri ile yaptığı görüşmelerin ardından 2 Nisan 2011’de Clinton’a bir rapor sunmuş ve raporunda Sarkozy’nin neden bu operasyon için çok istekli olduğunu maddeler halinde ortaya koymuş. İşte Blumenthal’in raporda yer alan saptamaları ışığında Sarkozy’i motive edenler:
“1-Libya’nın petrol üretiminde daha büyük bir paya sahip olmak
2-Kuzey Afrika’da Fransa’nın nüfuzunu arttırmak
3-Fransa içinde kendi politik durumunu iyileştirmek
4-Fransız Ordusunun pozisyonunu dünya çapında yeniden gündeme getirmek
5-Kaddafi’nin Afrika’nın Fransız nüfuzu altındaki bölgelerinde Fransa’nın ayağını kaydırma yönündeki çabaları hakkında danışmanlarının dile getirdiği kaygılar…”
Libya operasyonuna öncülük eden Sarkozy’nin motivasyonları bunlarmış, yani Fransa’nın askeri operasyon isteğinin insan hakları, ya da Kaddafi’nin gerçekleştirmeye hazırlandığı iddia edilen sivil katliamlara engel olmakla falan herhangi bir ilgisi yokmuş… Hiç unutmayın, bunlar Libya operasyonunu yürüten bir başka emperyalist aktör olan İngiltere’nin parlamento komisyonunun yaptığı kapsamlı soruşturmanın sonuçları, Libya’ya yönelik emperyalist saldırı hakkında konuşan “marjinal bir solcunun ideolojik savları” değil…
Bu rapora göre, Batılı emperyalist haydutların Libya operasyonu yalanlar üzerine inşa edilmiş bir propaganda kampanyasıyla meşrulaştırılmış… Geçtiğimiz temmuz ayında açıklanan Chilcot Raporuysa, İngiltere’nin 2003 Irak işgalindeki rolüne odaklanmıştı. Chilcot raporunda vurgulanan tespitler ana çizgileriyle şöyleydi:
-“İngiltere’nin Irak politikası kusurlu istihbarata dayalıydı. İstihbarat sorgulanmalıydı ancak bu yapılmadı.
-“Irak o dönemde herhangi bir tehdit teşkil etmiyordu. Kesin bir şekilde ülkenin kitle imha silahlarının risk teşkil ettiği yönündeki hükmün de haklı bir gerekçesi yoktu.”
-“Dönemin başbakanı Tony Blair’in, ‘Irak’ta işgal sonrası yaşanacak problemler önceden bilinemezdi’ şeklindeki görüşü doğru değildi. Irak’ta iç savaş ve El Kaide’nin faaliyet gösterme riski olduğu yolunda uyarılar vardı.”
-“Irak’ta işgal ve istikrarsızlık sonucu Temmuz 2009 tarihi itibarı ile en az 150 bin Iraklı, muhtemelen çok daha fazlası, hayatını kaybetti. Ölenlerin çoğu sivildi. Bir milyondan fazla kişi de evsiz kaldı. Irak halkı çok acı çekti.”
Chilcot raporu, Irak’ın istilasının kilit aktörlerinden İngiliz hükümetinin emperyalist işgali bütünüyle yalan ve manipülasyonlar üzerine inşa edilmiş bir propaganda kampanyasıyla meşrulaştırdığını yedi yıllık soruşturmanın sonunda bu saptamalarla ortaya koydu.
Sözünü ettiğimiz raporlar, emperyalist İngiltere’nin en önemli kurumlarının oluşturduğu komisyonların çalışmalarının ürünü ve ülkeyi son 14 yılda iki kez savaşa sokan kararların nasıl alındığını bu netlikte ortaya koyuyor.
Peki bu netlikte saptamalarla ortaya konulmuş gerçekler İngiltere’de herhangi bir değişime yol açıyor mu? Mesela Chilcot raporunda saptandığı gibi, çoğunluğu sivil olan en az 150.000 -başka pek çok kaynakta bu rakamın en az 1 milyon olduğu belirtiliyor- kişinin ölümüne kamuoyunu yalanlarla manipüle ederek bilinçli olarak neden olan dönemin İngiliz başbakanı ve hükümet mensupları hakkında herhangi bir yasal işlem, ya da işledikleri bu korkunç suçlar nedeniyle onlara yönelik herhangi bir girişim var mı?
Tabii ki yok…
Olmadığı gibi, mesela İngiltere’de yayınlanan bir kitap, dönemin başbakanı Tony Blair’in başbakanlık görevini bıraktıktan sonra sahip olduğu şirketle Kuveyt’ten 44 milyon dolarlık bir danışmanlık ihalesi aldığını gözler önüne seriyor. (The Secret World Of Oil, Ken Silverstein, sf. 182, Verso Books, London 2015)
Bilindiği gibi Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali Birinci Körfez Savaşına yol açmıştı. Kuveyt Emiri’nin Blair’in şirketine sunduğu bu ihale, sanırız en fazla sürekli vurgulanmakta olan “batılı değerler” söyleminin gerçekliğine ışık tutuyor. İngiliz başbakan Blair, Irak’ı işgal eden koalisyonun kilit aktörü olduktan sonra, bu savaşın birinci derecede tarafı ve Irak’ın düşmanı olan Kuveyt’ten böylesine yağlı lokmalar kapmış. Kuveyt Emiri Blair’i hizmetlerinden ötürü bu şekilde ödüllendirmiş.
Sadece bununla da kalmamış, Irak’ı istila eden koalisyonun İngiliz kanadının lideri olan Blair başbakanlık görevinin bitmesinin ardından, Irak petrolleri ile yakından ilgili ve Irak’ta önemli petrol yatırımları olan önderliğini bir Güney Kore şirketi Uİ Energy’nin yaptığı ACOBA’nın da danışmanlığını yapmaya başlamış. Buradan da çok büyük paralar götürdüğü resmi kayıtlara geçmiş. (The Secret World Of Oil, sf. 184-185)
Bunlar sabah akşam yatıp kalkıp Batı ülkeleri dışındaki dünyayı rüşvetçilikle, kayırmacılıkla suçlayanların marifetlerinden küçük bir kesit…
Yarın yapılacak ABD seçimlerinde son haftada yaşanan bazı kaymalara rağmen halen Hillary Clinton’ın önde gittiği görülüyor. Yüksek bir olasılıkla yarınki seçimi Clinton kazanacak. Clinton’ın seçimi kazanması, gerçek anlamda derin bir krizle yüz yüze gelen ABD’de sorunların çözümü anlamına gelmiyor. Tersine, Clinton’ın politika önerileri zaten krizin kaynağını oluşturan ve mevcut krizi daha da derinleştiren uygulanmakta olan temel politikalardan farklı değil.
Trump’taki kibir ve pervasızlığın pek çok örneğini Clinton daha önce sergilemişti. Libya operasyonundaki tutumları halen canlı bir biçimde anımsanmaktadır. Clinton’ın basına “ölü ya da diri yakalanması gerekiyor” demesinin üzerinden iki gün geçtikten sonra Fransız uçakları tarafından vurulan konvoyda bulunan Kaddafi yaralı olarak Cihatçı çeteler ve Fransız gizli servis elemanları tarafından yakalanmış ve işkence edilerek vahşice katledilmişti.
Kaddafi’nin ölüm haberini alan Clinton’ın, kahkahalar içinde “geldik, gördük, öldü” demesi ekranlara yansımıştı. Clinton’ın kahkahalar içinde keyifle söylediği bu sözler Roma İmparatoru Sezar’a aitti. Trump’ın Batı basını tarafından sürekli vurgulanan kibri ve pervasızlığı, esas olarak ABD’nin emperyalist egemen sınıfının bütününün paylaştığı özelliklerdir. Bunun kaynağı emperyalist egemenliğin ideolojisinde ve ürettiği kültürel kodlarda bulunmaktadır.
Son yıllarda Batının merkezlerinde en fazla tartışılan konu eşitsizliğin sürekli olarak derinleşmesidir. Tartışmalar sürmekte, sermayenin kimi sözcüleri dahi bu durumun yarattığı tehlikelere dikkat çekmektedir, ancak eğilim sürekli derinleşmektedir. Öyle ki, 2 yıl önce dünya nüfusunun yarısının toplam serveti kadar servete sahip olan 85 kişi bulunurken, bu yıl bu sayı 65’e düşmüştür.
Bu eğilim rekabetçi birikim temeline dayanan kapitalizmin kendi öz çocuğudur. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişmediği koşullarda gerilemeyecek, tersine daha sert paylaşım kavgalarının, savaşların zeminini oluşturacaktır. Her türlü gerici eğilim bu “bereketli topraktan” beslenmektedir. Emperyalist savaşların ve neo-liberal saldırganlığın dünya çapında merkez üssü olacak Hillary Clinton yönetimi karşısında tek alternatif işçi sınıfının dünya çapında gelişecek devrimci-sosyalist mücadelesidir. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin ağır krizlerle sarsıldığı, toplumsal ve siyasal ilişkilerde alt üst oluş süreçlerinin hızlandığı bu tarihsel dönem, Rosa’nın “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” sözünde en net ifadesini bulmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.