Erdoğan’ın “yönetime el koyma” ve kendi adıyla anılacak açık faşizmini inşaa hareketi zorunlu olarak zamana yayılıyor. “Zorunlu olarak” çünkü bir açık faşizm öznesi olarak Erdoğan’ın açık faşizmini dayandıracağı devlet kurumları içindeki kurumsal ve kadrosal dayanakları yeterli olgunlukta değil Türkiye’nin yakın siyasi tarihi sömürge tipi faşizminin tarihidir. Bu tarihin kalın çizgileri açık ve gizli faşizm periyodlarından […]
Erdoğan’ın “yönetime el koyma” ve kendi adıyla anılacak açık faşizmini inşaa hareketi zorunlu olarak zamana yayılıyor. “Zorunlu olarak” çünkü bir açık faşizm öznesi olarak Erdoğan’ın açık faşizmini dayandıracağı devlet kurumları içindeki kurumsal ve kadrosal dayanakları yeterli olgunlukta değil
Türkiye’nin yakın siyasi tarihi sömürge tipi faşizminin tarihidir. Bu tarihin kalın çizgileri açık ve gizli faşizm periyodlarından oluşur. Gündelik siyasi mücadelenin konjonktürünü gizli faşizm, gizli faşizmden açık faşizme geçiş, açık faşizm ve açık faşizmden gizli faşizme geçiş belirler. Gizli faşizm dönemleri de açık faşizm dönemleri de bunlar arasındaki geçiş dönemleri de kendine özgü somut özellikler gösterir. Her biri o günkü somut açık faşist rejimi tanımlayan bir siyasi eylemle tanımlanır. 12 Mart faşizmi “reformist görünümlü” bir örtük askeri darbeyle, “12 Mart muhtırasıyla” başladı; TSK’nın yönetime doğrudan doğruya el koyduğu, otoriter bir askeri diktatörlük biçiminde yaşanan “12 Eylül faşizmi”, adını 12 Eylül darbesinden aldı. Yönetime el koyan cuntalar her ikisi de yürürlükteki anayasayı ve yasaları askıya aldılar ve devleti darbeyle oluşturdukları irade merkezine bir bütün olarak tabii kıldılar; kendi dönemlerinin “hukukunu” darbeden aldıkları güçle yarattılar.
Cumhurbaşkanının yönetime bir bütün olarak el koyduğu bugünün açık faşizmi de ilerde herhalde “Erdoğan Faşizmi” olarak anılacak.
Açık faşizmin şimdiki gündeme geliş nedeni geçmiştekilerden farklı. 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de oligarşi ekonomik ve siyasi programını uygulamak için açık faşizme başvurmak zorundaydı. Şimdi ise emperyalizm ve oligarşinin ekonomik ve siyasi programını uygulamak için tek iktidar alternatifi olan neoliberal İslam açık faşizme başvurmadan iktidarda kalamıyor. Emperyalizm ve oligarşi Erdoğan’a mahkum olduğu için açık faşizme de “mahkum”.
Önceki iki seferinde açık faşizme TSK darbesiyle geçilmişti, bu kez açık faşizme Cumhurbaşkanı darbesiyle geçiliyor. Ama bu “ağır çekim” bir darbe.
Erdoğan’ın “yönetime el koyma” ve kendi adıyla anılacak açık faşizmini inşaa hareketi zorunlu olarak zamana yayılıyor. “Zorunlu olarak” çünkü bir açık faşizm öznesi olarak Erdoğan’ın açık faşizmini dayandıracağı devlet kurumları içindeki kurumsal ve kadrosal dayanakları yeterli olgunlukta değil. Erdoğan faşizminin kendini “yukarıdan aşağı” olgunlaştırılması gerekiyor. Bu nedenle, Erdoğan ele geçirdiği devlet iktidarı aracılığıyla devleti kendi açık faşizm programına göre biçimlendiren bir süreci işletiyor. “Kendi açık faşizmini kendin kur”! Erdoğan faşizmi, “Reis”in (Führer) liderliği altında kurulan bir faşizm. Erdoğan faşizminin gücü de güçsüzlüğü de burada: Devlet ve oligarşi içerisinde hiçbir açık faşizme geçiş sürecinde görülmediği kadar zayıf dayanaklar, kitleler içerisinde ise yine hiçbir açık faşizme geçiş sürecinde görmediğimiz kadar aktif bir destek.
Erdoğan’ın açık faşizmi, 12 Mart ve 12 Eylül gibi bir tarihle değil kendi adıyla anılacak. Ama yine de Erdoğan’ın yönetime el koyma hareketinin değişik aşamalarını tanımlayan simgesel tarihler olacak. 28-31 Ekim “kombine saldırısı”nın, tıpkı 7 Haziran seçimleri sonrasında yapılan “Saray Darbesi” ve 15 Temmuz “saray darbesi[1] girişimi” gibi, Erdoğan’ın yönetime el koyma hareketinin ileri bir aşamasını simgeleyeceğinden kimsenin kuşkusu yok herhalde.
28 Ekim’de Diyarbakır Belediyesi’nin yönetimine el konulması ile 31 Ekim’de Cumhuriyet gazetesine el konulması hareketinin[2] arasında Rektörlük seçimleri kaldırıldı, 10 binin üzerinde kamu çalışanı ihraç edildi, 15 gazete ve dergi kapatıldı, CHP Genel Başkan Yardımcısı vuruldu.
Diyarbakır Belediyesi’ne ve Cumhuriyet’e el koyma hareketlerinin, Cumhuriyet Bayramı zamanlaması yapılarak aynı günlerde gerçekleştirilmesinin üzerinde durulmalıdır. El konulan kurumların her ikisi de yüksek simgesel değere sahip. Birincisi Kürt hareketinin “başkenti”, ikincisi Türkiye solunun en geniş kesimini oluşturan sosyal demokratlar ve sol Kemalistlerin “gayrı resmi yayın organı”. Bu nedenle 28-31 Ekim “kombine saldırısı”, Kürt hareketinin ve Türkiye solunun “merkezine” yönelik bir saldırı. Saldırının amacı, “muhalefetin merkezini pasifize etmek, kilitlemek”. Bu saldırının tamamen püskürtülememesi ve Erdoğan/AKP iktidarı ile Türkiye solu ve Kürt hareketi arasında bir “direniş dengesi” kurulamaması halinde, Erdoğan’ın merkezi hedef alan saldırısı hamle üstünlüğüyle zamana yayılacağını ve amacının asgarisine ulaşacağını da biliyoruz.
Yaşadığımız günler, ister 12 Eyül’ün ağır çekimine, ister Hitler faşizminin Reichstag provokasyonuna benzetilsin, Erdoğan faşizminin girişimsel düzeyde “kritik eşiği” geçtiği, Erdoğan iktidarı açısından geri dönülemez noktaya geldiği açık. Sorunumuz artık “açık faşizme karşı mücadele”dir. “Açık faşizme geçişi engelleme”, “faşist tırmanışı durdurma” gibi kavramlarla tanımlanan “geçiş sürecini durdurma”yı temel alan mücadele anlayışından “açık faşizme karşı mücadele” anlayışına kısa bir süre içerisinde geçmek de Türkiye solunun ve Kürt hareketinin bugünkü yakıcı sorunudur.
12 Mart ve 12 Eylül faşizmi karşısındaki yenilgilerimizin kapısı, Türkiye solunun “en geniş kitlesinin” darbe sabahlarındaki şaşkınlığı ve hayırhah tutumuyla açılmıştı. Erdoğan faşizmi karşısında yenilirsek eğer, bu yenilginin sorumluluğu, bugünkü “ikiz saldırı”nın hedef aldığı kitlelerin tepkileri arasındaki “devletçi” ve “milliyetçi” barajları kaldırmak için gereken stratejik hamleyi yapamayan siyasi merkezlerin üzerinde kalacaktır.
Açık faşizme karşı mücadele her şeyden önce siyasi bir mücadeledir; faşizmi yıkma ve demokratik bir iktidarı kurma mücadelesidir. Bu mücadelenin örgütleyici ve harekete geçirici güçlerinin merkezinde siyasi güçler bulunmak zorundadır. Elbette sendikalar, meslek örgütleri ve tüm demokratik toplumsal muhalefet güçleri faşizme karşı mücadelenin “taşıyıcı” organları olacaktır. Ancak bu güçleri bir “anti-faşist halk hareketi”nin zemini haline getirecek olan, siyasi iradelerdir. Erdoğan faşizminin teslim almaya, boyun eğmeye zorladığı kitlelere önderlik etmesi gereken, anti-faşist siyasi merkezlerdir. “Hele bir halk direnişe geçsin, biz de siyasi görevlerimizi yaparız” diyerek açık faşizme karşı mücadele edilemez. “Halk direnemiyor ne yapalım” diyerek açık faşizme karşı siyasi mücadelenin yürütülemeyeceğini ileri süren siyasi merkezler, bu süreçten tasfiyeyle çıkarlar.
Açık faşizme karşı başarılı bir mücadelenin vazgeçilmez gelişme momentleri vardır.
Bunlardan birincisi faşist saldırganlığın ezemediği, diş geçiremediği bir antifaşist direniş gerçekliğini yaratmaktır. Erdoğan’ın zamana yaymak zorunda olduğu “ağır çekim darbesi”, böyle bir direnişi inşaa etmek için çok sayıda fırsat veriyor. “Faşist saldırganlığın ezemediği, diş geçiremediği bir direniş gerçekliği yaratmak”tan kastımız, mücadele çıtasını ulaşılamayacak bir yüksekliğe koymak değildir. Haziran İsyanı’ndan bu yana hayat bize her koşulda etkili anti-faşist direnişlerin geliştirilebileceğini göstermiştir. En yakın örneklerini “tekmeci saldırgan” meselesinde ortaya çıkan ve baş edilemeyen kadın militanlığında, liselilerin “proje okul” saldırısına karşı çıkışlarında gördüğümüz “gündelik anti faşist halk direnişlerinin” çoğaltılması ve demokrasi mücadelesinin sembolleri olarak Erdoğan faşizmiyle siyasal hesaplaşmanın dayanakları haline getirilmesidir; Haziran İsyanı’nın bilinçlere kazıdığı “mesele üç-beş ağaç değil, sen hala anlamadın mı?” anlayışının, gündelik anti-faşist halk direnişleri üzerinden yeniden ve yeniden yeşertilmesidir. Nazi işgaline karşı Fransız “resistansının” sağladığı başarı Türkiye’de yinelenebilir.[3]
İkincisi anti faşist direnişlerin fiilen bir “cephe” oluşturmasıdır. Anti faşist direnişlerin bir “cephe” görünümü kazanması için, toplumu faşizm karşısında açık saflaşmaya sokan etkinlikte bir eylem çizgisi zorunludur. “İkiz saldırı” karşısında geliştirilecek direnişlerin bu nedenle “protestocu” darlıkların ötesine taşınmış bir halk militanlığına dayandırılması ve (en uç örneklerini Diyarbakır Belediyesi ve Cumhuriyet gazetesinde gördüğümüz) “faşist işgallere” pratik olarak geçit vermemeyi hedefleyen öncü direnişlere kısa bir süre içinde girişilmesi ve demokrasi mücadelesinin mevzilerine yönelik “faşist işgaller”in şiddet yoluyla gerçekleştirilmesi halinde etkili ve yaygın bir “yıpratma mücadelesi”ne geçmeye hazır olunması gerekir. Toplumun “hedefteki kesimlerinin” faşist “düşmana” ve yalnızca “düşmana” yönelen, ona darbe vuran her hareketi kendi yanında gören bir yaklaşım geliştirmeye yöneltilmesi bu eylem çizgisinin tamamlayıcı parçasıdır.
Üçüncü moment anti faşist direniş cephesinin birleşik bir siyasi iradede cisimleşmesi ve iktidar iddiasıyla faşizmi yıkmaya yönelen bir halk hareketine dönüştürülmesidir. Bu momentin illa işin başında oluşması gerekmez. Hatta belki de her direniş grubunun anti-faşist (Erdoğan faşizmine karşı) mücadele kapasitesini ortaya koyan bir ilk dönemden geçilmesi gerçek bir “anti-faşist siyasi birlik” için olumlu dahi olabilir. Tabii ki (Kemalistlerden Kürt hareketine kadar) birbirinden farklı toplumsal dinamiklere dayanan direniş akslarının birbirini nakzetmemesi, varlığına kastetmemesi koşuluyla. Ve tabii ki, herbirinin gösterdiği anti-faşist direnişe bir diğerinin “burun kıvırmaması”, aksine etkisini artıracak katkılarda bulunması koşuluyla.
“Bunlar yapılabilecek şeyler değil, bizim etimiz ne budumuz ne, nerde bizde o basiret, zaten Kemalistleri, sosyal demokratları, sosyalistleri ve Kürt hareketini aynı cephede buluşturacak bir “eylem tarzı” da bulunamaz, veya zaten bizim partimiz/cephemiz/birliğimiz tam da bunu yapmak için kuruldu” mazeretinin, uyutmalarının arkasına sığınarak yasak savmacılığı çizgi haline getirenler bu sürecin seyircisi olmayı kabullenmiş olacaklardır. “Tekkeyi bekleyenler”in çorba bulamayacağı bir dönemdeyiz artık. Şimdi ya açık, etkin ve sürdürülebilir bir direniş hareketini yaratmak için öne çıkacağız ya da Türkiye toplumunun zorbaya boyun eğmesini izleyeceğiz.
[1] “Saray Darbesi”, Erdoğan’ın 7 Haziran darbesi için yapılan bir adlandırma. Ama kavramın orijinali, iktidarı elinde tutan güçlerin iktidarın kapalı kapıları arkasında birbirlerini tasfiye etmek için düzenledikleri komploları ifade eder.
[2] Bu yazı yazılırken Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’ne kayyum atanmış, Cumhuriyet Vakfı’na ve Yenigün A.Ş.’ye henüz atanmamıştı.
[3] “La Résistance”, Fransız halkının Nazi işgaline ve işbirlikçi Vichy rejimine karşı direniş hareketidir. İşgale ve faşizme karşı, siyasal ve sınıfsal olarak birbirinden farklı güçler tarafından, birbirinden farklı mücadele araçları ve yöntemleriyle yürütülen direnişler zamanla bir “ağ” yapısı kazanmış ve “La Résistance” olarak adlandırılmıştır. Fransa’daki Nazi işgali esas olarak “La Résistance” hareketi tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.