Siz hiç 401 milyar dolarlık silah ticaretinin % 80’ini sadece bir yılda cebe indirenlerin resimlerinin üzerine kırmızı mürekkep döküp, sonra o resmi eline alıp sokaklara çıkan insanlar gördünüz mü?
8000 militan ve 250.000 sivilin bulunduğu iddia edilen Doğu Halep’teki Rusya-Suriye bombalamaları hakkında Batı basınında son haftalarda koparılan fırtına ile 4000 IŞİD militanı ve 1 milyon sivilin bulunduğu iddia edilen Musul’a koalisyonun düzenlediği hava saldırıları karşısındaki derin sessizlik karşılaştırıldığında emperyalist Batının ikiyüzlülüğü ve çifte standardı son derece güçlü bir biçimde gözler önüne seriliyor
Musul’u IŞİD’den geri almak için başlatılan operasyon, operasyonun bileşenleri arasındaki gerilimler, şehrin kurtarılmasından sonra geleceğinin nasıl şekilleneceğine ilişkin belirsizlikler ve Türkiye gibi yayılmacı-militarist politikalara hız veren dışsal unsurların da basıncı altında onuncu gününe girdi. Büyük bir propanda kampanyası eşliğinde başlatılan operasyonun zamanlaması, esas olarak ABD’nin bölgedeki konjonktürel gereksinimleriyle yakından bağlantılı.
Washington Post’un haberine göre, 14 Ekim’de toplanan ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki ABD destekli muhaliflere Suriye ve Rusya uçaklarını düşürebilmelerini sağlayacak daha güçlü füzeler verilmesi ve Suriye’deki muhalifleri eğitip-donatan CIA programının genişletilmesine yönelik öneriler tartışılmış. (Plans to send heavier weapons to CIA-backed rebels in Syria stall amid White House skepticism, Oct 23)
Toplantıya sunulan bu öneriler, Rusya ve Suriye’nin Halep’te sürdürdükleri operasyonlara karşı bir yanıt olarak gerekçelendirilmiş. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde yapılan bu tartışma sonuçsuz kalmış. Ne evet ne de hayır yönünde bir netleşme yaşanmış. Pentagon ve CIA öneriyi savunurken, daha önceleri bu pozisyona yakın olan Dışişleri Bakanı John Kerry, bu önerilerin Rusya ile doğrudan bir savaşa yol açabileceği gerekçesiyle bu kez önerilere karşı mesafeli bir tutum almış.
Musul operasyonunun zamanlaması
Yetkililerin Washington Post’a verdiği bilgilere göre, Obama, CIA programının geleceğine ilişkin kararı seçimlerden sonra gelecek yeni yönetime bırakma yönünde bir eğilime sahip. İşte bu durum, Suriye’de yaşanan tıkanma ve ABD’de yaklaşan seçim, uzun zamandır hazırlığı yapılan Musul operasyonunun zamanlamasına ilişkin önemli açıklıklar sunuyor. ABD seçimler nedeniyle Suriye’de bir belirsizlik yaşarken, Rusya’dan hava desteği alan Suriye Ordusu ve müttefikleri Halep’te ilerlemeye devam ediyorlar. ABD’nin Halep’teki gelişmeler karşısında bir “başarıya” ihtiyacı var.
Operasyonun zamanlamasının bir başka yönü, seçim sürecinde umulanın ötesinde bir destek bulan Trump’ın Batı kamuoyu tarafından “Putinci” ilan edilmesine neden olan bazı konuşmalarıyla ilgili. Trump, IŞİD ve Cihatçılarla savaşta Putin’in daha başarılı olduğunu ve seçimleri kazandığı takdirde Putin’le bu konuda işbirliği yapacağını sık sık vurguluyor.
Trump’ın Rusya ile savaşmak yerine, Cihatçılarla savaşta Rusya ile işbirliği yapma söyleminin kamuoyundaki etkisi ve ABD’nin Suriye’de Cihatçılara sunduğu desteğin Rusya’nın müdahalesi ile birlikte son bir yılda pek çok örnekle gözler önüne serilmiş olması, seçimlerden önce Musul operasyonunu hızlandıran faktörlerden.
Musul’da IŞİD’e karşı savaşanlar bir arada tutulabilecek mi?
18 Ekim’de Financial Times’ta Musul operasyonu hakkında yazan gazetenin Ortadoğu yorumcusu David Gardner, “Irak’ın düzenli güçleri anti-terör ve federal polis birimleri operasyona öncülük yapıyor, ama onların yanı sıra bir dizi milis güç -Kürt peşmergeleri, Sünni-Arap Aşiret savaşçıları, Bedir Örgütü gibi İran destekli Şii milisler veya Türkiye’nin eğittiği eski Musul Valisi’ne bağlı özel ordu- kendi farklı çıkarlarını takip ediyorlar” ve “Irak’ın nasıl paylaşılacağına dair bir konsensüsün yokluğunda, Musul’un kurtarılmasının ardından kim tarafından yönetileceği bir patlayıcıya dönüşüyor” diyordu. (Mosul will be liberated, but Iraq’s future hangs in the balance, Oct 18)
Operasyonda yer alan ve hepsi kendi özel hedeflerine sahip olan güçleri bu momentte bir araya getiren ABD baskısı. ABD tümünü bir araya getirebiliyor, ama bir arada tutabilir mi? Asıl mesele bu. Peşmerge yetkilileri, Irak Ordusu temsilcileri yaptıkları çeşitli açıklamalarla Musul operasyonunun birkaç ay sürebileceğini ifade ediyorlar. Obama’nın IŞİD karşıtı koalisyon özel temsilcisi Brett Mc Gurk da yaptığı yeni açıklamada, Musul operasyonunun aylar süreceğini söyledi.
Operasyonun devam edeceği bu birkaç ay içinde Musul’un geleceğine ilişkin bir konsensüs sağlanamadığı takdirde, Gardner’ın sözünü ettiği patlayıcının infilak etmesi olasılığı çok yüksek. Bu birkaç ay, aynı zamanda ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlanıp, yeni ABD yönetiminin oluşup, göreve başlayacağı bir zaman dilimi olacak. Yıllardır süregelen ve köklü temellere sahip olan anlaşmazlıklar birkaç ayda hangi “mucize” ile çözülebilir?
Musul’un geleceği ne salt Musul’daki gelişmelere ne de salt Irak’taki konsensüse bağlıdır. Musul’un geleceği, ‘Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi’ olarak adlandırılan yeni paylaşım mücadelesinin nasıl sonuçlanacağına bağlı ve tüm işaretler bu mücadelenin giderek daha derinleşmekte olduğu yönündedir.
Kerkük’e giren IŞİD ve çıkarılan Sünni Araplar
Musul operasyonunun başlamasının ardından IŞİD militanlarını farklı şehirlere saldırılar düzenleyerek, operasyon güçlerinin dikkatini dağıtmaya çalıştılar. Bu kentlerden birisi Kerkük idi. Kerkük’e saldıran IŞİD’liler etkisiz hale getirildi.
Reuters’e yeni düşen bir haberde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı Peşmergelerin, Kerkük’teki Sünni Arap aileleri “uyuyan IŞİD hücreleri olabilecekleri” gerekçesiyle kentten dışarıya çıkarmaya başladığı iddia edildi. Haberde, 250 ailenin pazartesi günü kentten çıkarıldığı, kentten çıkarma işleminin salı günü de devam ettiği bildiriliyor. (Sunni Arabs forced to leave Kirkuk after Islamic State attack, residents say, Oct 25)
Musul’u kurtarma operasyonunun henüz başlangıcında su yüzüne çıkmaya başlayan, ülkedeki derin etnik ve mezhepsel bölünmenin ürünü olan gerilimlerin nerede ve nasıl patlayacağını şu an kestirmek güç, ama bu eğilimlerin sürekli olarak güç kazandığı ve her an bir yerde patlayabileceği üzerinde ortaklaşılan bir saptama.
Musul operasyonu başarılı olsa dahi Irak’taki sorunların çözümüne doğrudan katkı sağlaması çok güç, hatta bir dizi yeni çatışmayı tetikleme olasılığı daha yüksek; çünkü Irak’taki derin bölünmüşlüğün ve yıllar içinde sürekli büyümüş düşmanlıkların mevcut yöntemlerle tedavi edilmesi mümkün değil.
“Irak fiili olarak üçe bölündü”
2014 yazında IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği günlerde ve sonrasında, gerek ana akım batı basını ve hükümetleri, gerekse de bölge kamuoyu, IŞİD’in Irak’taki yükselişinin nedeninin o dönemki Maliki yönetiminin mezhepçi politikaları olduğu yönünde ortaklaşmıştı. Maliki’nin seçimi kazanmış olmasına rağmen yeniden başbakan yapılmaması ve yerine şu anki başbakan İbadi’nin tercih edilmesi, İbadi’nin mezhepçi olmayan kapsayıcı politikalar izleyecek olmasıyla gerekçelendirilmişti.
Son aylarda pek çok farklı mecrada, İbadi’nin yeterince kapsayıcı bir yönetim ortaya koyamadığı, Irak’taki derin bölünmüşlüğün devam ettiği vurgulanıyor. Pek çok yorumcu tarafından paylaşılan bu tespiti Gardner’in Musul operasyonu konulu yazısında da buluyoruz. Gardner’e göre, Başbakan İbadi’nin Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında güç paylaşımını restore etme girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve Irak şu anda fiili olarak üç parçaya bölünmüş durumda.
Irak’ın istilasının ardından Irak’taki ABD işgal yönetiminde en uzun süre bulunmuş ABD yetkilisi ve aynı zamanda dünyanın en büyük özel sektör enerji şirketi Exxon Mobil’in Irak danışmanı Ali Khedery de Foreign Affairs’in Kasım 2015 tarihli sayısına yazdığı “Iraq in Pieces (Breaking Up to Stay Together)” başlıklı yazısında uzun uzun Irak’taki bölünmenin derinliğini tarihsel ve güncel boyutlarıyla anlatmıştı. Khedery uzun yıllara dayanan deneyimine dayanarak ABD yönetimine, Irak ve Suriye’deki realiteyi artık kabul etme, bu ülkelerde büyük ölçüde ortaya çıkmış olan etnik ve mezhepsel temellere dayalı sınırları tanıma ve bu çerçevede self determinasyon haklarını bu sınırlara dayalı olarak verme çağrısı yapıyordu.
Khedery yazısında, sıkı ilişkilere sahip olduğu bilinen Mesut Barzani’nin kendisine Irak’taki durumu anlatabilmek için, “Şiiler geçmişteki baskıdan, Sünniler gelecekteki baskıdan, biz Kürtler ise tümünden korkuyoruz” dediğini aktarıyor.
Politikacılar rüşvet ve para hırsında ortaklaşıyor
Khedery, yazısının bir paragraf sonrasında ise bu kez; Irak’taki Sünni, Şii, Arap, Kürt, Seküler ya da İslamcı tümünün birçok anlaşmazlık noktaları bulunduğunu, ancak tümünün yöneticilerinin açgözlülükte birleştiğini yazıyor. Khedery, ABD yönetimi hizmetinde Irak’ta görev yaptığı 2100 gün boyunca tüm Iraklı liderlerde para ve güce karşı büyük bir şehvet gözlemlediğini ifade ediyor.
Khedery, bir Kürt yetkilisinin villasının önünde diğer pahalı araçlarının yanında duran 2 milyon dolarlık Bugatti Veyron’unu, kabinenin bazı üyelerinin özel uçağa sahip olan Sünni bir finansçıya hizmet ettiklerini, 5000 dolar maaş alan bir Şii yöneticinin 150.000 dolarlık kol saati taktığını dile getirerek, Irak’ta farklı etnik ve mezhepsel gruplara mensup politik elitin rüşvetçilik ve para hırsında ortaklaştıklarını örnekliyor.
Khedry’nin verdiği örnekler son derece yerinde ve ABD’nin Irak’ı istilasının ardından doğrudan kendi sömürge valileri ve Khedry’nin de içinde yer aldığı bürokrasisi aracılığıyla oluşturduğu işbirlikçi siyasi düzenin yürütücüsü işbirlikçi Iraklı kadroları çok iyi yansıtıyor.
Ali Khedery ise, sadece Irak’ta bu siyasi düzeni kuran ABD bürokratlarından biri değil, aynı zamanda ABD’nin petrol zengini Irak’ı istilasından en fazla avantaj elde eden şirketlerden Exxon Mobil’in organik bir parçası. Khedery’nin yürüttüğü çalışmalar sonrası Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Exxon Mobil arasında imzalanan petrol anlaşmasının “tarihsel nitelikli” olduğu ifade edilmiş, bu anlaşmanın Kürdistan Bögesel Yönetimi ile merkezi Irak hükümeti arasındaki en önemli anlaşmazlık konularından birisi olduğu daha sonra ortaya çıkmıştı.
Böl parçala yönet
Irak’ta oluşan bu işbirlikçi siyasi düzenin esas temeli ABD’nin “böl-parçala-yönet” ilkesine dayanıyor. Her grubun işbirlikçi katmanları Irak’ın ekonomik zenginliğinden hizmetleri karşılığında pay alırken, asıl parsayı Exxon Mobil örneğinde son derece açık ortaya çıktığı gibi büyük kapitalist tekeller topluyor. Süregelen çatışmalar etnik ve dinsel karakterli gibi görünse de, çatışmaların asıl nedeni bu zenginlik kaynaklarının paylaşılması.
İşbirlikçi gruplar zenginlik kaynakları üzerindeki kontrollerini arttırmak için süreklileşen bir mücadele içindeler ve bu mücadeleler bölgesel ve uluslararası jeo-politik gerilim ve çatışmaların da bir parçasını oluşturuyor. Etnik ve mezhepsel kimlikler, esas olarak bu işbirlikçi grupların zenginlik kaynaklarını kontrol etme mücadelerinin ideolojik çerçevesi işlevine sahip. Bu nedenle, aynı kimlik temelinde bir araya gelen gruplar arasında da son derece ciddi iktidar ve paylaşım kavgaları çıkabildiği gibi, aynı kimlik grubu içinde yer alanlar karşıt gruplarla belirli çıkarlar temelinde ittifaklar gerçekleştirip, kendi gruplarına ait olanlarla çatışabiliyor.
Irak Anayasası’nda statüsü belirsiz kalan bölgelerin önemli bir kısmı zenginlik kaynaklarının bulunduğu alanlarda ve buraların statüsünün belirlenmesi için aradan yıllar geçmesine rağmen adımlar atılamıyor. Bu yönde adımlar atmanın, yeni çatışmalar anlamına geleceğini herkes biliyor. Irak’taki zenginlik kaynaklarının paylaşımı, bölgesel paylaşım savaşının öncelikli başlıklarından biri, bu nedenle Irak’ta durumun netleşmesi büyük ölçüde daha geniş kapsamlı mücadelenin sonuçlarına bağlı olacak.
2014 Haziran’ında 1300 IŞİD militanının eski Baasçılarla ve bir dizi Sünni aşiretle kurduğu ittifak sonucunda ağır silahlara sahip 40.000 kişilik Irak asker ve polisini doğru dürüst çatışmadan Musul’dan atması ve geniş alanları ele geçirmesinin başta gelen nedeni de, ABD’nin kurduğu bu işbirlikçi siyasal düzenin tepeden tırnağa tüm kurumlarıyla büyük bir yozlaşma ve çürüme içinde olmasıydı.
ABD neden Irak hükümetini sahipleniyor?
Öyle ki, Maliki’nin mezhepçiliği ve rüşvetçiliğine karşı bir çare olarak başbakan yapılan İbadi, ABD istilasından hemen sonra uzun yıllardır yaşamakta olduğu İngiltere’den Irak’a gelen ve kurulan ilk kukla Irak hükümetinde İletişim Bakanı olarak yer alan ve bir yıl sonra aldığı rüşvetler nedeniyle yargılanan, sorgusu ABD’de yapılan bir işbirlikçiydi. Tayyip Erdoğan’ın militarist ve yayılmacı niyetlerini ortaya koyan konuşmalarına cevaben ABD sözcülerinin sürekli “Irak hükümetiyle çözün”, “Irak hükümetiyle konuşun”, “Irak hükümetinin egemenlik haklarına saygı duyun” türü söylemler kullanması kimseyi yanıltmamalıdır. ABD sözcüleri, bu söylemleriyle Irak’ta kurmuş oldukları işbirlikçi siyasi düzenin ve işbirlikçi uşaklarının gerçekliğini gözlerden gizlemeye çalışıyorlar.
Irak’ın perişanlığı
Tüm etnik ve mezhepsel gruplardan küçük bir azınlığın büyük zenginliklere el koyduğu Irak’ta, işsizlik % 60 düzeyinde, etnik ve mezhepsel milis güçlerinin çok itibar görmesinin nedenlerinden biri uzun zamandır yaşanan çatışmalı ortam nedeniyle güvenlik ihtiyacının önem kazanması, bir başka neden ise genç nüfusun ve işsizliğin böylesi yaygın olduğu bir coğrafyada bu örgütlerin maddi kazanç elde etmenin bir yolu olarak görülmesi.
ABD Hava Kuvvetleri on yıldan fazla süren acımasız saldırılarıyla Irak’ın altyapısını bütünüyle yok etmişti. Petrol gelirlerinden elde edilen kaynaklarla milyarlarca dolar harcanarak altyapı yeniden inşa edildi, ancak hiçbir verim alınamadığı basına sıkça yansıyor. Altyapının durumunu anlayabilmenin yolu, kimi kaynaklarda 5 milyar dolar, kimi kaynaklarda 21 milyar dolar, kimi kaynaklarda ise 35 milyar dolar harcanarak yeniden inşa edildiği iddia edilen yeni Irak Ordusu’nun 2014 Haziran’ında açık bir biçimde gözler önüne serilen durumuna bakmaktan geçiyor. Irak’ın nasıl bir ülke haline getirildiğini en iyi gösteren sahneler ordunun perişan durumuna ilişkindi. Bu büyüklükte paralar harcanarak yeniden inşa edilen ordu birimleri mermi sıkmadan en gelişmiş silah ve teçhizatı IŞİD’e bırakıp kaçmıştı. Tabii o silah ve teçhizatların tümü petrol gelirleriyle ödenerek ABD silah tekellerinden satın alınıyordu.
Halep için yaygara, Musul için sessizlik
Halep’te Suriye Ordusu ve müttefiklerinin elde ettiği askeri avantajlar karşısında Batılı merkezler çılgına döndü ve her zaman olduğu gibi isterik bir propaganda kampanyası ortalığı kapladı. Akıl almaz hile ve abartmalarla süslenen bu kampanyalar yine esas olarak “insani duyarlıklıkları” hedefliyor. Onlar yine kendileri için bir şey istiyorlarsa namertler, her zaman olduğu gibi, onlar sadece “acı çeken Suriyeliler”in acılarını sonlandırmak onlara yardım etmek istiyorlar.
Independent’in deneyimli Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, emperyalist Batı basınının kendi devletlerinin siyasi tercihleri doğrultusunda savaş haberlerini nasıl manipüle etttiğini kendi deneyimlerine dayanarak ortaya koyduğu son yazısında; 8000 militan ve 250.000 sivilin bulunduğu iddia edilen Doğu Halep’teki Rusya-Suriye bombalamaları hakkında Batı basınında son haftalarda koparılan fırtına ile 4000 IŞİD militanı ve 1 milyon sivilin bulunduğu iddia edilen Musul’a koalisyonun düzenlediği hava saldırıları karşısındaki derin sessizliği karşılaştırarak emperyalist Batının ikiyüzlülüğünü ve çifte standardını son derece güçlü bir biçimde gözler önüne seriyor. (Aleppo vs. Mosul: Media Biases, Counterpunch, Oct 24)
Emperyalist Batının ne ikiyüzlülüğü, ne de çifte standartları şaşırtıcı; bunlar onun kimliğine içkindir. Ama ana akım Batı basınında son zamanlarda bir histeriye dönüşme eğilimi taşıyan savaşçı söylem ve anti-Rus, anti-Çin vurgular çok tehlikeli sularda yüzülmekte olduğuna işaret ediyor.
Halep’ten Çin Denizi’ne uzanan gerilim hattı
Öyle ki, Financial Times’ın dış politika yorumcusu Gideon Rachmann 17 Ekim’deki yazısında, dünya politikasında savaş tehlikesinin yükseldiği çok tehlikeli bir üç aylık periyoda girildiğini, bu tehlikenin Musul ve Halep’ten Güney Çin Denizi’ne uzanan bir yayılıma sahip olduğu belirtme ve kamuoyunu uyarma ihtiyacı hissediyor. (A distracted America in a dangerous world, Oct 17)
Evet, tırmanan gerginlikler Ortadoğu’dan Doğu Avrupa’ya, oradan Güney Çin Denizi’ne uzanıyor. En hareketli alan Ortadoğu ve burada çok çeşitli aktörler ve çatışma noktaları var. Ortadoğu’da son yıllarda en fazla duyulan kavramlardan birisi “uçuşa yasak bölge”. İsrail askeri yetkililerinin Haaretz’den Amos Harel’e verdikleri bilgilere göre, Rusya’nın Suriye’ye yerleştirdiği S-300 ve S-400 hava savunma sistemleri ülkede fiili bir “uçuşa yasak bölge” oluşturmuş durumda.
İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye hava savunma sistemini 1982’de vurmasından bu yana İsrail’in sahip olduğu mutlak hava hakimiyetinin Suriye’ye yerleştirilen yeni hava savunma sistemleri ile birlikte sona ermesi, İsrailli askeri yetkilileri son zamanlarda en fazla kaygılandıran gelişme olmuş. ( Without Effort, Russia Restricted the Strongest Air Force in the Middle East, Oct 23)
İsrail askeri yetkililerinin bu kaygısı dahi, Ortadoğu’nun ne derece patlayıcı parlama noktalarına sahip olduğunu gösteriyor. İsrail’in uzun zamandan beri sahip olduğu “mutlak hava üstünlüğünü” kaybetmesi, onu olduğundan daha saldırgan ve savaşçı bir noktaya çekecektir. İsrail savaş aygıtı bu durumu kullanarak, İsrail halkının korkularını çok daha rahat sömürebilecek, geniş kitlelerden savaş için daha kolay onay alabilecektir. İsrail basınına hakim olmaya başlayan ton bunun işaretlerini vermektedir.
Mesel Trump, Putin, Erdoğan meselesi mi
Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında tek çıkış yolu, enternasyonal işçi sınıfının anti-emperyalist, anti-kapitalist temelde geliştireceği devrimci sınıf mücadelesidir, çünkü tüm bu çatışma ve gerilimler kaynağını emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yapısal çelişkilerinden almaktadır.
Bu temel gerçeği gizlemek için burjuva ideolojisinin başvurduğu temel yöntem değişmemektedir. Koca bir paylaşım savaşının tüm günahlarını Nazi manyaklığına ve savaşın nedenini Hitler’in ihtiraslarına bağlayarak kendini gözlerden gizleyen emperyalist-kapitalizm; bu yeni aşamada ise “otoriter” Trump’larla, Putin’lerle, Erdoğan’larla kendi gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışmaktadır.
Oysa sadece SİPRİ’nin son 2016 yıllığındaki rakamlar dahi dünya gerçeğini olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. SİPRİ’nin 2016 raporuna göre, 2014 yılında dünyanın silah üreticisi en büyük 100 şirketi toplam 401 milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirmiş. Bu toplam satışın % 80.3’lük kısmı ise ABD ve Batı Avrupa şirketleri tarafından gerçekleştirilmiş. Raporu hazırlayanlar, mevcut eğilimlerin ABD ve Batı Avrupa şirketlerinin silah üretimi ve satışındaki bu ezici üstünlüğünü devam ettireceğini gösterdiğini dile getiriyorlar.
Peki kim bu % 80.3’lük payı alanlar? Onları lanetleyen var mı? Siz hiç bu 401 milyar doların % 80’ini sadece bir yılda cebe indirenlerin resimlerinin üzerine kırmızı mürekkep döküp, sonra o resmi eline alıp sokaklara çıkan insanlar gördünüz mü? Ortadoğu’da oluk oluk akan kan onların ürettiği ve sattığı silahlarla akıtılmıyor mu?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.