Ellerimin ve gözlerimin mesafesiz değdiği tanıklıktan; 10 Ekim’den Gün’e… Dört mevsim geçti; dört mevsim kış… Her anı fotoğraflamış hafızanız sebebiyle göz kapağınızı hareketsiz kılmak istediğiniz uzun bir gecenin sabaha dönmeyen yüzü… A: İyi değilim. Evde, dışarıda ve dahi her yerde ne vakit bir ses duysam deliriyorum sanki! Hızlı çarpıntılar sonrası kalbimi yavaşlatanın, serin sırtımı ateşleyenin […]
Ellerimin ve gözlerimin mesafesiz değdiği tanıklıktan; 10 Ekim’den Gün’e…
Dört mevsim geçti; dört mevsim kış…
Her anı fotoğraflamış hafızanız sebebiyle göz kapağınızı hareketsiz kılmak istediğiniz uzun bir gecenin sabaha dönmeyen yüzü…
A: İyi değilim. Evde, dışarıda ve dahi her yerde ne vakit bir ses duysam deliriyorum sanki! Hızlı çarpıntılar sonrası kalbimi yavaşlatanın, serin sırtımı ateşleyenin ufacık bir ses olduğunu fark edince daha çok deliriyorum.
B: İyileşeceğiz diyebilsem keşke! Bazen bebeğimin ağlama sesi, bazen çöp bidonun hızla örtülen kapağı… Ben de kötüyüm. En çok da geceleri… Bulantıyla gelen bir çığlığı yutuyorum her gece, yuttukça kocaman oluyor içimde. Korkuyorum, o çığlık bir gün çıkacak da susamayacağım diye korkuyorum…
C: Kötüyüz, işittiğimiz her başka seste bir başka kötüyüz. Veysel yaşında bir çocuğun kapı önünde oynarken düşüp “Anneee” diye haykırışında, kanayan yarasını gösterişinde 101 kez ölüp, binlerce kez yaralanıyorum ben!
D: Kurulmuş sofrada çay dolu bir bardak düşüyor zemine; bedenim sıcak, cam paramparça… Yanan bedenim soğumuyor, dağılmış camları toplamaya yetmiyor ellerim… Ellerimden korkuyorum. Ekmeğe, suya başka uzanıyor; yediği ekmekten içtiği sudan öç alıyor sanki!
Yeri göğü inleten sesi ve sesin ardını en az bir kez yaşayanlar, doğanın sesini en yüksekten en başka duyuyor artık…
Gündüz hayalinde, gece düşünde bir tarihi defalarca kez yaşayanlar, aynı tarihte gündelik hayata dönüşe hiç ara vermemiş olanlarla yeni bir tarihte, yeni bir ses sonrası buluşuyor; 17 Şubat, Ankara. Kalabalık alanlara sesi yakın, kendi uzak bir patlama…
A: N’oldu? Neden koşuyorsunuz? (Koşan herkes çığlık çığlığa, cevap yok!)
B: Heey! Size diyoruz? N’oldu? Nereye koşuyorsunuz?
E: Çekil şurdan beee!
Taksicilerin üç-beş katı tarifelerle yolculuğa çıktığı, iş yapamadığına yakınan esnafın ağzından küfürlerin saçıldığı, telefonların “İzdiham var, konuşamıyorum!” cümleleriyle kapandığı bir zaman aralığında Kızılay’ın her sokağına yayılan, aynı yönün “yol” edildiği bir koşuya tanık oluyoruz. Düşüp yere serilenler, kalkmaya çalışırken ezilenler… Düşmüş, kendisine uzanmış ellerden tutmayanlar ve düşenlerin üzerine basarak koşacağı mesafeyi kısaltanlar…
Yol boyu uzanan kalabalık koşuya, neden koşulduğunu bilmeden eklenenlerle daha da artan, koştukça hızlanan, her yanı saran korkulu şüphe, koşuya eklenmiş tipi hoşa gitmeyen biri için bir anda makulleşiyor ve kalabalık içerisinden bir ses yükseliyor: “Canlı bombaaaa!!!” Cübbesi ve sakalı sebebiyle öldüresiye dövülen bir “canlı bomba” seriliyor önümüze…
Canlı bombayı dövmek!
Dövülme esnasında patlamayan ve dolayısıyla canlı bomba olmadığına kanaat getirilen kişi sinir harbiyle daha çok dövülürken, canlı bomba olduğu düşünülen kişiyi dövme “cesaret”i gösterenler tebrik ediliyor. Canlı bombanın dövüldüğünden haberi olmayanlar ise, can havliyle belirlenmiş ama bilinmeyen o “güvenli” adrese doğru koşmaya devam ediyor. Koşan herkesin boynunda, merkezinde “ölüm” olan bir hedef tahtası asılı sanki! Boynundan aşağı sarkan, göğsünde duran, koştukça savrulan tanıdık bir tahta…
Koşma esnasında, bir nefes kadar kısacık süreliğine adımları yavaşlayan birinin sevgilisine sorduğu bir soruya tanık oluyoruz:
F: Aşkım, sen canlı bomba olsan milleti kovalar mısın?
G: Aşkım koş, canlı bombanın işi hiç belli olmaz!
Sevgililer koşmaya devam ederken bir başka nefes aralığına denk geliyoruz:
H: Koşamıyorum artık, şu apartmanın arkasına geçelim, ortalık sakinlesin öyle çıkarız!
K: Ya yok deli misin, yalnız kalmayalım, kalabalıktan ayrılmayalım!
H: Sen canlı bomba olsan iki kişi için kendini patlatır mısın, kalalım işte burda!
K: Yaaa koşşş!
Herkes koşuyor. Ölümü uzakta ya da yakında her daim yaşayanlar, ölümü ve umudu aklında kalbinde bir arada tutanlar, kimliği göğsüne bir ömür hedef edilenler ve her şeye rağmen kimliğini göğsünde taşıma kararlılığı gösterenler ise bakıyor! Tam o esnada bir arkadaşımın sesi düşüyor aklıma: “Canê, ne vakit eyleme veya mitinge gidecek olsam yazdığım son cümleye bakıp çıkıyorum evden. Fotoğraflarıma bakıyorum sonra; ölürsem paylaşılmasın diye kötü olanları siliyorum.”
Kimsenin kimseyi duymadığı, düşeni kaldırmadığı koşu bir süre devam ettikten sonra gözden kayboluyor. Anons geçiliyor her bir yandan: “Metroya binmeyin! AVM’lere gitmeyin! Kalabalık yerlerde dolanmayın!” Uyarılar genel olarak dikkate alınırken, metro girişinde bekleyen yaşlı bir teyzenin sesi yükseliyor: “Gökçek, bizim o yana giden otobüsleri galdırdı, bizi metroya muhtaç etti, hele deyin n’eydek biz, ölek mi?”
Biniliyor metroya. Uzun süre yolculuk yaptığınız, yer bulduğunuzda karşılıklı oturduğunuz, ayakta kaldığınızda yüzünüzü cama dönerek sırt sırta verdiğiniz, camlara yansıyan siluetlerde makyaj yaptığınız, saç düzelttiğiniz ve kimseyle göz göze gelmemek için o siyah camlarda bakışınıza boşluk aradığınız metrolar o gün başka, bambaşkalaşıyor. Hiç kimse boşluğa bakmıyor, herkes herkesin gözünde korkunç bir şüpheyle uzunca yer ediniyor. Bakış uzunluğu kendini masumlaştırıyor; uzun bakan kazanırken bakılan, bakıştan rahatsız olup gözünü kaçıran kaybediyor. Baktıkça makulleşiyor şüphe, iki dudak arası kalıyor herkes… Yıllar önce savaşın ortasında zorunlu askerlik yapmış olan bir arkadaşımın cümleleri dolanıyor bu kez aklıma: “Canê, savaş ortamında askerlik öyle bir şey ki; bir şeye bir dakikadan fazla baktığında o baktığın şey her şeye dönüşebiliyor ve gözlerini çekip kurtarmazsan kendini o şeye ateş ediyorsun. Geceleri kaç ağacı ateşledim bir bilsen…” İşte tam bunu yaşıyoruz o an; aklında canlı bombayla gezenler etrafa saçtığı korkunç bakışlarla makul bir şüphe yaratıyor ve ateş ediyor: “Canlı bombaaa!”
İnsan kendinden korkar mı? Korkarmış. Bakışlardan korkup kendini patlatarak değil, kaçarak yok etmeye çalışan bir “canlı bomba”ya tanık oluyoruz bu kez. Biliyor ki dinlenecek tek bir sözü yok. Koşuyor. Koştukça katil oluyorsun memlekette, bilmiyor, daha hızlı koşuyor ve nefesine yenik düşerek metro merdivenlerine yığılıyor. Canlı bombayı kovalama ve dövme “cesaret”i bu kez başkalarına nasip oluyor. Öldüresiye dövüldükten sonra yine patlamayan şüphelinin bulunduğu yer, kalabalık tarafından pişmanlıkla, acıyla falan değil; rehavetle terk ediliyor.
Makul olma hali ile meşrulaşmış, doğal afetleşmiş şiddet..!
Birbiri gözünde şüpheli duruma ilişkin makullük, olup bitenin akla olan şiddetiyle kişiyi kendine de makulleştiriyor. Makul olan tanımlanıyor gayri iradi; yıllardır takılan şallar, çantalar çıkarılıyor, sakalsız gezmem diyenler sakallarına kıyıyor. Giriş çıkışlarda kendisine henüz doğrultulmamış dedektörlere uzanıyor, üzerine salınmış üniformalı köpeklere korkuyla teslim oluyor…
Zaman geçiyor, insandan uzak kalarak oluşturulmaya çalışılan güvenlik çemberi ihlal ediliyor. Koşulan sokaklarda adımlar yavaşlıyor, buluşmalar örgütleniyor. Sonra yine bir ses…
Kalabalık bir meydanın ortası ve sesi yakın, kendi yakın bir patlama; 13 Mart, Ankara.
Yer gök üçüncü kez inliyor, zemin üçüncü kez çekiliyor altımızdan, üçüncü kez dökülüyor pencereler üzerimize, ağıtlı çığlıklar üçüncü kez yükseliyor göğe; fakat paramparça edilmiş bedenler sadece ikinci kez görünüyor gözlere… Her “yeni” cehennemi yaşamakken bize, gidenden sayılmıyor bizim canlarımız… Bundandır ki; sayılmadığımız yerde saymak düşüyor aklımıza… 1,2,3,4. Sadece dört saniye sürüyor patlama ve ambulans sesi arasındaki mesafe, sadece dört saniye…
Tarihin en büyük katliamının yaşandığı yere gazıyla, suyuyla, copuyla gelenler, paramparça edildiğimiz zeminde bedenimizi terk etmiş uzuvlarımızı çiğneyerek geçenler, yaralarımıza basanlar, son nefesimize dokunanlar dört saniye sonra ambulanslar eşliğinde alana varıyor. 13 Mart’ta “sadece” olan kısacık mesafe umut olurken düşene ve bakana; kalbimiz taş düşürüyor bizim. Kocaman bir acı doluyor içimize, “yeni”ye ağlarken “eski” büyüyor içimizde ve “Barış”, kalıyor düşümüzde…
“Yaşam” diye haykıran cansız bedenlerimiz ölüden sayılmıyor; göğsümüzde taşıdığımız kimlikle ölüm “hak” eyleniyor bize… Uzun sürecek diyor birileri! “Gün gelecek”le başlayan seslere eşlik etmiyor, yeminlere yumruk olamıyor kimse…
Savaş öldürüyor bizi; meydanlarda, sokaklarda, kaldırımlarda, duraklarda, otobüslerde, servislerde…
Savaş öldürüyor bizi; yere serilmiş sofralarda, bodrumlarda, kapı önlerinde…
Savaş öldürüyor bizi; düğünlerde, cenazelerde, konserlerde, şenliklerde…
Savaş öldürüyor bizi; Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da, Antep’te, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de…
Savaş öldürüyor bizi; son ifadenin sesi, son kelimenin harfi kalıyor dudaklarımızda…
Savaş öldürüyor bizi…
İşte bütün bu tarihlerden sonra içimden bir şey düştü benim; azaltan değil, çoğaltan… Çünkü korku artık “bizim” değil, “hepimizin”…Çünkü acı, öfke ve isyan artık “bizim” değil, “hepimizin”…
İşte tam da bu nedenle, yine, yeniden ve daha çok istiyoruz Barışı… Acıda, öfkede, isyanda buluşan bu akrabalığın hatrıyla, birlikte bir yaşam için, yaşamak için istiyoruz Barışı…
Ve şimdi, Barış güvercinlerinin yüzünde yarım kalmış ifadenin son sesiyle:
Kalbi barıştan yana atan kardeşlerim! Umudumuzu, Barışa olan inancımızı, Barış ısrarımızı ve en çok da devlete olan öfkemizi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek birinci vazifemizdir, unutmayalım! Unutmayalım ki; sesle gelip korkuyla büyüyen ve bize şüpheyle değen gözler yeşil ağaçları ateşlemesin…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.