Türkiye’deki akademinin giderek gericileştirmesi ve piyasalaştırması ile ilgili dönüşümler dikkate alındığında, söz konusu seçimlerin kaldırılması kararı, sürecin daha da kontrol edilmesi ve çabuklaştırılması ile ilgili olması bağlamında daha da manidar olmaktadır Rektörlük seçimlerinin mevcut haliyle devam ediyor olmasıyla, kaldırılmış olması ve yerine YÖK’ün belirlediği üç aday arasından birisinin yürütmenin başı tarafından atanması arasında hiçbir fark […]
Türkiye’deki akademinin giderek gericileştirmesi ve piyasalaştırması ile ilgili dönüşümler dikkate alındığında, söz konusu seçimlerin kaldırılması kararı, sürecin daha da kontrol edilmesi ve çabuklaştırılması ile ilgili olması bağlamında daha da manidar olmaktadır
Rektörlük seçimlerinin mevcut haliyle devam ediyor olmasıyla, kaldırılmış olması ve yerine YÖK’ün belirlediği üç aday arasından birisinin yürütmenin başı tarafından atanması arasında hiçbir fark yoktur.
Yani iki yöntem ile ilgili birisini tercih edecek ve birisi için üzülecek bir şey yoktur. Çünkü işin pratiği anlamında iki yöntemde aynı sonucu ortaya çıkarmaktaydı.
Ama mesele ya da eleştiri konusu yapılacak şey başkadır. Olması gereken “İdeal olan ve/veya akademiye yakışan neydi, ne olmalıydı, ne oldu?” konusudur.
Eleştiri ve çözüm önerileri bunun üzerine olmalıdır. Yoksa seçimlerin kaldırılmış olması değil… Çünkü ortada seçim falan yoktu. Çünkü seçim dediğin, seçim sandığı açıldığında biter.
Ve üstelik seçim demokratik, bilimsel ve akılcı olanı seçmek için başlı başına bir ölçme aracı değildir. Bu çok daha farklı bir tartışma konusudur. Seçim olmaksızın daha demokratik ve katılımcı bir işleyiş özellikle kurumlar bağlamında da ve hatta rejimler bağlamında da olasıdır.
Sadece seçimi bir ölçüt olarak alsak dahi, Türkiye’de rektörlük seçimleri sandık açıldıktan sonra bitmesi gerekirken, tamtersi sandık açıldıktan sonra yeni başlıyordu. Yani seçimler bir hikaye ve göstermelik bir çabadan ibaretti.
Sandıktan çıkan oylar sadece altı kişiyi yukarıdan aşağıya doğru sıralamaya yarıyordu. Hepsi bu kadardı. Şu ana kadar bu sıralamaya sadık kalınarak atanmış bir rektör neredeyse yoktur.
Mevcut durumuyla rektörlük seçimleri sonucu sandıktan çıkan altı kişilik liste önce YÖK tarafından sübjektif belirleme ve referans ölçütlerine göre üç kişiye indiriliyor arkasından yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanlığı da bu listenin içinden yine kendi ölçütlerine göre bir kişiyi rektör olarak atıyordu.
Kaldırılan rektörlük seçimleri ile ilgili olarak üç noktanın altını çizmekte yarar var. Birincisi dediğimiz gibi bu bir rektörlük seçimi değil, rektör olarak atanacak adayları sıralama seçimiydi ki; Seçim kavramı ve pratiğine ters bir durum demekti.
İkincisi söz konusu seçim sistemi işleyişinin demokratik katılım ya da çoğulculuk açısından anti-demokratik bir özelik taşıyor olmasıyla ilgilidir. Çünkü sıralamayı belirleyecek seçimlerde oy verme hakkına sahip olanlar sadece üniversitelerde görev yapan yardımcı doçent, doçent ve profesörler kadrosunda bulunan akademisyenlerden oluşuyor olmasıdır. Oysa bir üniversitenin akademik kadrosu sadece bu kadrodaki kişilerden oluşmamaktadır. Araştırma görevlileri, öğretim görevlileri, okutmanlar ve uzmanlar üniversite akademik personeli kavramı ve statüsü içinde yer alan öğretim elemanıdırlar. Dahası idarecilerin ve öğrencilerin bir üniversite oluşumunun ana aktörleri olduğu göz ardı edilmemelidir. Özetle bu bağlamda sıralaması yapılan rektör adayını belirleme üniversitenin tamamını oluşturan kişilerin belli bir kesiminin tasarrufunda bir işleyişe neden olmakta ve bir sonuç üretmekteydi ki; demokratik katılımcılık ve kurumsal paydaşlık adına eleştiri konu olmaktaydı.
Üçüncüsü söz konusu rektörlük sıralama seçimlerinin üniversitelerde tam bir ayrışma, bölünme, güç gösterisi, anti-demokratik tutum ve davranışlara neden olan yapılanmalara neden oluyor olmasıydı. Akademinin özgürlükçülüğü, bağımsızlığı, evrenselliği, bilimselliği ve özgünlüğü ile ilgili hiçbir referans ve açılımların dile getirilmediği bir seçim süreci yürütülmekteydi. Bunun nedeni seçim işleyişi ve üniversitelerde son yıllarda giderek artan gerici, piyasacı yapılanmanın ve anlayışın egemen oluşuyla da doğrudan ilgili dini, cemaatçi, etnikçi ve millici ideolojik referansların öne çıkmasıyla yürütülmekteydi. Rektör adayları seçim kadroları oluşturuyor, bu kadrolar fakülte, enstitü, yüksekokul yöneticilerin nasıl ve kimlere dağıtılacağına ilişkin pazarlıkların sürdürüldüğü kulislere dönüşüyordu. Dahası akademik yükselmelerini tamamlamış akademisyenlere kadrolarının verilmesi pazarlığı ile iktidar partisinin il ve merkez teşkilatlarındaki görüşmeleri dahi sürecin bir parçası haline geliyordu.
Buraya kadar söylenenler mevcut rektörlük seçimlerinin kaldırılmasının bu şekliyle belki gerekli olduğunu ama kaldırılış biçimi ve yöntemi itibari ile haklı ve doğru olduğu anlamını taşımaz.
Öncelikle kaldırılanın kaldırılma biçimi, gereği ve amacı önemlidir. Daha da önemlisi yerine ne getirildiği ile ilgilidir. Çok daha önemlisi ise yerine getirilenin neye ve kime yarar sağlayıp sağlamayacağı ile ilgilidir. Bu ölçütler açısından bakıldığında rektörlük seçimlerinin kaldırılması üniversitelerde dönüştürmenin daha da hızlandırmasıyla ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü mevcut işleyişin sadece sıralama seçimlerinin iptali ile ilgili olup diğer süreçler aynen korunmaktadır. Bu açıdan 1980 sonrası akademideki YÖK düzenlemesi daha da keskinleşerek sürmekte olup, Türkiye’deki akademinin giderek gericileştirmesi ve piyasalaştırması ile ilgili dönüşümler dikkate alındığında söz konusu seçimlerin kaldırılması kararı sürecin daha da kontrol edilmesi ve çabuklaştırılması ile ilgili olması bağlamında daha da manidar olmaktadır.
Nasıl bir rektörlük seçimi? Ve/veya akademik yaşamda ve kurumlarda rektörlük seçimi diye bir işleyiş şart mıdır? Konuları ise böylesi sığ ve kaos ortamlarında anlam taşımıyor olsa da geleneği ve kültürü olan toplumlarda ve özellikle akademilerde liyakatın esas alındığı, referansların akademinin üretkenliği ve yarar ile ilgili olması gerektiği temelden hareketle dönüşümlü idarecilik, idarenin akademinin dışına alınması, tüm paydaşlarım katılımıyla katılımcı ve çoğulcu seçim sistemleri gibi yöntemler tartışılmakta ve uygulamaları görülmektedir. Ama asıl konu akademinin kamusal var oluş gerekçesidir ve mevcut sorunlar ve açmazla asıl bunun ile ilgilidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.