“Mr. Robot en çok izlenen saatlerde devrimi gerçekleştirdi ve Sol’un onun söylemek istediklerine dikkat vermesi gerekiyor,” derken 2. sezonda anlıyoruz ki Mr. Robot devrimi gerçekleştirdiğini düşünürken aslında Amerikan halkına karşı sapık Çinliler tarafından kurulmuş bir komploya alet olmuş sadece. ‘Sol’un, komünistlerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmesinden başka bir şey olmayan bu klişe soğuk savaşın ilk […]
“Mr. Robot en çok izlenen saatlerde devrimi gerçekleştirdi ve Sol’un onun söylemek istediklerine dikkat vermesi gerekiyor,” derken 2. sezonda anlıyoruz ki Mr. Robot devrimi gerçekleştirdiğini düşünürken aslında Amerikan halkına karşı sapık Çinliler tarafından kurulmuş bir komploya alet olmuş sadece. ‘Sol’un, komünistlerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmesinden başka bir şey olmayan bu klişe soğuk savaşın ilk günlerinden bu yana ana akım medyanın en ilkel ve en sık kullandığı propaganda yalanıdır
Bu yazının nedeni Sendika.Org çeviri bölümünde genç arkadaşlarımın yayımladığı bir çeviri: ‘Mr. Robot: Merhaba arkadaş’. (Yazıya ulaşmak için tıklayınız!) Yazının-çevirinin içeriği eleştiriye muhtaç. Benden başka hiç kimse de bu işe talip olmadığı için, her ne kadar ayakları yere basan bir eleştiri ortaya koyabileceğimden emin olmasam da ihale bana kalmış gibi hissediyorum. Umarım bu iki karşılıklı yazı bu alanda bir tartışma başlatır ve benden daha donanımlı insanlar da bu tartışmaya katılırlar. Mesajın, kelimelerin açık anlamından resimlerin kurgusunun örtük anlamına taşındığı, giderek ‘subliminalleştiği’ bu nispeten yeni medyan, biz de daha çok algı operasyonu olarak bilinen, neo-liberalizmin kanı yönetiminin, uzun bir süredir en etkin aracı haline dönüştü. Bu nedenle bu tartışmanın genişlemesi önemli.
Freud, çok etkin sonuçlar almasına rağmen, bilincin atlanarak, neredeyse cerrahi bir müdahaleyle, iyileşmenin hastanın bilinçaltına dayatılması olarak tanımladığı hipnozu bir tedavi yöntemi olarak kullanmayı etik gerekçelerle reddetti. Hipnoz bilincin koruyucu filtresini iptal eder, bilinçaltına bir tünel açar ve istenen değişikliği yerleştirir, bu anlamıyla tam da anestezi altında yapılan cerrahi bir müdahalaye benzer. İnsan hipnozdan uyandığında bir değişim gerçekleşmiştir ama bu değişim bir tarihselliğe sahip değildir ve bilinç tarafından kontrol edilemez.
Reklam sektöründe de subliminal mesajlar verilmesi yasaktır. Teknik olarak subliminal mesaj algı eşiğinin altındaki mesajlara denilir. İnsan gözü bir resmi ancak saniyenin 1/16’sından daha uzun bir süre gördüğü zaman algılayabilir. Eğer siz film arasında satmak istediğiniz patlamış mısırı saniyenin 1/25’inde belirecek şekilde filmin içine yerleştirirseniz mısır satışlarınız patlar ama hiç kimse neden birdenbire canının patlamış mısır çektiğini anlamaz. Bu örnek bu tür mesajlar karşısında çaresiz olduğumuzu gösterir. Subliminal mesaj, anestezi etkisindeyken kurbanı olduğumuz tecavüzdür. Bu tecavüze dair bilinç düzeyine çıkarabileceğimiz bir anıya sahip olmadığımız için ne isyan edebilir, ne ondan kurtulabiliriz. Bize tecavüz edildiğini bile bilmeyiz.
Bu müdahale bedenle zihnin tarihselliğinde bir fark yaratır. Bu fark bedenle zihni ayırır. Bir tecavüzle sapkınlaşmış zihin, bedenin efendisi olur. Bedeni koşturur, hiç dinlenmeden çalıştırır, diyetlerle aç bırakır, obez yapar, beceri kazandırmak uğruna sakatlar, silikon enjekte eder, keser, biçer vs. Sanki beden ölene kadar, bir enfantilin, tamamen kapitalizmin kar amaçlı talepleriyle güdülenmiş, hoyrat muamelesine mahkum olmuştur.
Saniyenin 1/16’sından daha uzun bir süre gördüğümüz resim de, eğer onu bilinçle çözümleyemezsek, eleştirel aklın süzgecinden geçiremezsek kendiliğinden subliminal bir mesajdır. Her reklam, her film ve dizi resmin süresine değil de ayrıntılarına gizlenmiş çok sayıda subliminal mesaj taşır. Resmin taşıdığı subliminal mesajlar bilinç düzeyine çıkarılmadan, görünür içeriği tartışmanın yararı ise sınırlıdır. Bu yarar eleştirel zihin için bir dereceye kadar geçerlidir, ama sadece vakit geçirmek için ekranın karşısına oturuyorsanız subliminal mesajlar etkinliğini sürdürür. Bu nedenle eleştirinin yaygınlığının, derinliğinin; resmin taşıdığı subliminal mesajları kapsamasının toplumsal için önemi büyüktür.
Bu bizim, sendika.org sayfaları da dahil olmak üzere, çok geride kaldığımız bir tartışma. Mr. Robot özelinde de olsa bir yerinden hemen başlamamızda ve sürdürmemizde fayda var.
Önce kategorik bir ayrım yapmak gerekiyor; sanat tanımı gereği subliminal mesaj taşımaz. Biçimiyle-içeriği arasında tarihsel bir sürekilik, iç içe geçmişlik vardır, birbirinden ayrılamaz, birbirini iptal etmezler. Dolayısıyla ambivalent mesajlar taşıyamazlar.
Oysa Mr. Robot, yazarın da dediği gibi biçimsel açıdan bir postiştir. Kendisini kanıtlanmış biçimlerin tekrarıyla dayatır, onların etki güçlerini, subliminal güçlerini kullanarak yeni bir şey söylediğini iddia eder. Ne söylediğinden bağımsız olarak bu söyleme biçimi subliminaldir, mesajı, ortak hafızadaki başka bir imgeyle bilinçsiz çağrışımını kurarak subliminal biçimde iletir. Metinde çarçabuk geçiştirilen Jameson’un eleştirisi sonuna kadar bakidir:
“… bu biçim kültürel referansları tarihsel uğraklarından ayırarak, tarihi dolayısıyla poltikayı kazır.”
Metnin yazarı neredeyse kurnazca diyebileceğimiz bir yöntemle bu eleştiriden sıyrılıyor, sıyrılırken de eleştirinin ne kadar yerinde olduğunu kanıtlıyor:
“Mr. Robot kesinlikle ikna edici karşıt bir örnek sunar; pastişi kullanması izleyicilerle politika arasındaki ilişkiyi maskelemez, onlara bunun aslında kapitalizmle gündelik karşılaşmaları olduğunu hatırlatır.”
Eğer bu saptama Mr. Robot için geçerliyse -ayrı bir tarışma konusu-, Mr Robot sınıfsal mücadeleyi bedeninden, tarihselliğinden kopararak, aslında sadece sonsuz bir bugün olan, kapitalizmle gündelik karşılaşmalara indirgiyor demektir. Tarihselliği, dolayısıyla politik içeriği, yalnızca içerikle biçimi farklı tarihselliklere göndererek kazır. Böylece sonsuz bir kılık değiştirme ve yenilenme yetisiyle, kapitalizm her gün karşımıza başka bir kılıkta çıkmaya başlar. Katliamlarla dolu tarihinden özgürleşir, hayaletlerinden kurtulur. Kendisi bir hayalet hale gelir, görünmez olur:
“Size şimdi söyleyeceklerim çok gizli. Hepimizi aşan gizli bir tertip. Hiç kimsenin haklarında hiçbir şey bilmediği heriflerden söz ediyorum. Görünmez olan herifler. En üstteki yüzde birin de yüzde biri olanlar. İzin almaksızın Tanrıyı oynayan herifler. Ve şimdi sanırım beni takip ediyorlar.”
Dün Vietnam’da napalm, Irak’ta seyreltilmiş uranyum bombalarıyla, yüz binlerce çocuğu öldürürken çıplak gözlerimizle gördüğümüz, bugün Halep’teki çocukların koruyucusu haline dönüşür. Dün “occupy’ hareketinde % 1 olup sınıfsal temelinden kopan, sistemin bekaası uğruna sistem dışına atılan ‘kötü’; sistemden “izin almaksızın Tanrıyı oynayan herifler,” bugün % 1’in %1’i haline gelerek görünmezleşir.
TV dizileri uzun süredir hayatımızın ve aklımızın bir parçası. Öncülleri eski gazetelerin roman tefrikalarıdır. Tolstoy ve Dostoyevski’nin de aralarında bulunduğu birçok yazar gazeteler aracılığıyla, bugünkü anlamda gazetenin olmadığı dönemlerde de el baskılarıyla eserlerini halka tefrika tefrika ulaştırdılar. Bunun yararını da gördüler ‘şimdi ne olacak’, Sade sözkonusuysa, ‘daha ne iğrençlikler göreceğiz’ beklentisi sadece yazarların popülaritesini ve gazetelerin satışını arttırmakla kalmadı, tüm hafta, hatta ay boyunca sürecek zengin bir spekülasyon alanı açarak, izleyiciyi-okuyucuyu romanın, dizinin içine dahil etti. Yalnız bugüne kıyasla önemli bir farkla; Tefrika roman okumayı kesintiye uğratarak yavaşlatır ama birbirinden bağımsız parçalara ayırmaz. Bölümler, tam da bir sanat eserinin olması gerektiği gibi, ayrılmaz parçası olduğu bütünle birlikte anlam ifade eder, her bir bölüm illa da kronolojik sıraya göre dizilmese de, zincirin bir parçası, kendinden öncesi ve sonrası arasında bir halkadır. Spekülasyon yapabilmek, belli bir retrospektif-tarihsel çaba ve neden-sonuç ilişkisinin kurulmasını gerektirir. Dolayısıyla, izleyici-okuyucunun zihni paradigması, temel ilkeleri akılcılık, neden-sonuç ilişkisi, tutarlılık, devamlılık, tarihsel belirlenmişlik diye özetlenebilecek olan, aydınlanmanın paradigmasıdır. Okuyucu-spekülatörün zihni bu paradigmaya göre ayarlanır. Bu karşılıklı bir güven duygusuna dayanır, yazarın okura ihanet edip etmediğini tarihsel süreklilikle anlayabiliriz. Eğer filmin başında bir tabanca görürsek, bu tabancanın ilerde patlayacağını, yazarın bizim en temel duygumuza, neden-sonuç ilişkisine, subliminal bir mesajla ihanet etmeyeceğini biliriz. Bu bilgi aklımızı, ayağımızla birlikte toprağa basmamızın garantisidir. Eğer dizi bu sürekliliği parçalarsa aklımızın tutunduğu gerçekliği, yani tarihselliği dağıtır.
Diziler hepimizin tanık olduğu bir evrim içinde değişim geçiriyorlar. Tarihselliğin, politik olanın iptal edilmesine yönelik bu evrimin momentleri zihinsel paradigmamızın evrimiyle de örtüşüyor.
Dizi yapılarının bugün en yaygın çeşitlemelerinden biri her bölümde aynı karakterlerle farklı bir macera anlatan kurgular. Sanırım Türkiye’de en bilinen ilk örneklerinden biri ‘Bizimkiler’dir. Belli sayıda, değişmez karakter seçilir, örneğin, bir karakoldaki polisler, mahalle arkadaşları ya da en yaygın biçimiyle bir ailenin fertleri olabilir ve biz aynı insanların farklı durum ve mekanlardaki aynı tepkilerinin farklı birleşimlerini izleriz. Böylece tarihsellik ilk olarak ‘ego’dan kazınmış olur. Oysa egonun tarih dışı/üstü olduğu teolojik bir mittir. Peygamberler böylece tarihin labirentlerinden sıyrılıp, her defasında yeni bir imajla, ama her defasında yaşadığımız gerçekliğe tarihüstü bir nitelik kazandırarak, politik içeriğinden soyutlanarak karşımıza dikilirler.
Bölümlere ayrılmış tek bir hikaye çağdaş zihin için giderek takip edilemez bir bütünlük, katlanılamaz bir ağırlık haline geldi ve süreklilik zinciri kırıldı. Artık dizilerin büyük bir çoğunluğu en azından bir sezona ait bir hikaye tutarlığına sadık kalmaktan da çekildiler. Hepsini burada sayamayacağım birçok farklı çeşitleme çıktı ortaya. Kısaca özetlemek gerekirse, hikayenin başında gördüğümüz tabanca artık ilerki bölümlerde patlamamakta, hatta hikayeden silinip gitmekte, bunun yerine ya nereden geldiği belirsiz bir makinalı tüfek etrafa kurşun saçmakta ya da uzaylılar saldırmaktadır. Böylece izleyicinin aklı tutarlılık, süreklilik ve tarihsel belirlenmişlik gibi kaygılardan bağımsızlaşır, zincirin halkaları birbirinden koparak etrafa saçılır. Zihin, gerçeğin ve kurgunun silinen sınırlarında, nerede olduğunu anlamadığı bir ülkede, ‘hiçbir yer’de, çıkarsama, tüme varım ve tümden gelim’den, özgürleşir. Bilgi dikey değil yatay dizilir, marketin raflarına dizilmiş ürünler gibi, istediğinizi seçebilirsiniz. Aydınlanmanın düşünen, bilgiyi radikal düşüncenin araçlarıyla işleyen aklının yerini yatay düzenlenmiş bir hafıza alır. Artık çözümlemeye gerek yoktur, eşit olmayan her şey eşitlenmiştir, bu durumda kanı sahibi olmak yeterlidir.
Sistemin ekranına gönderilmiş zihin ‘çalışırken’, beden silinir, işçi sınıfı uykuya yatırılır. O, evrensel ve ebedi köle olarak, hapishanede, psikoanalistin koltuğunda, mafyanın işkencehanesinde, bir kafenin sandalyesinde veya Halep’te bir mevzide sıkışmış olabilir. Hapishanenin kapısı bedenin üstüne kapanır ve hemen açılır. Ölümcül dayağın yara izleri gibi hiçbir iz bırakmadan silinir gider. Hikayeden-akıl’dan ve egodan silinen tarihsellik artık bedenden de kazınır.
Beden ve zihnin bu ayrışması ‘yeni sol’un sınıfsal temelinden kopmuş olduğu anlamına gelir. Beden, yani işçi sınıfı tarihle birlikte, tarihin çöplüğüne atılır;
“Sen bir muslukçusun, Steve, değil mi? Ne yaptın, altmış yıl yaşadın? Ve bütün başardığın en iyi şey bu mu?”
Tavşan deliğinde, internette yaşayan zihnin teolojik içeriği ise artık açıkça ortadadır. Hiçbir zaman başka bir zihinle konuşmaz, bütün diyalogları esinsel monologlardır. Mr. Robot’ta kamera bile başka bir zihin, bedenle iletişimi rededer. Kadrajda geleneksel olarak öteki için bırakılan boşlukta kendisi vardır ve kadrajın dışına doğru konuşur.
Sendika.Org’da yayımlanan yazı Dövüş Kulübü ve Amerikan Sapığı filmlerini dizinin atası olarak nitelendirdikten sonra, Lolita, Geleceğe Dönüş II, V for Vendetta, Taksi Şoförü, Raising Arizona, Breaking Bad, Fringe, Alf dizilerini de yapımın biçimsel diğer kaynakları olarak tanımlıyor. Matrix serisi ile çok açık benzerliklerine gözünü kapıyor. Oysa Mr. Robot, tıpkı Matrix’in Neo’su gibi, bir ex-machine olarak, kendi evreninde her şeye kadir bir mehdi ve bizim onu algıladığımız evrendeki suskunluğuyla ‘sürgündeki prens’tir.
Mehdinin çift kişilikli olması, bu kimliklerin arasındaki çatışma, her insanın içinde olan, temel çatışmanın kaba bir aksidir; toplumsal savaşıma katılmalı mıyım? Uzak mı durmalıyım? Bu dünyadan olmayan ‘ilahi Elliot’, bu çatışmadan uzak kalmak ister ama O’nun bir mehdi olduğunu anlayan, ‘babası’, aka ‘süper egosu’, aka Pavlus onun bu çatışmaya katılmasını örgütler. Tıpkı Matrix’te olduğu gibi, gerçekte her şey olan kitlelerin ve bedenlerin hiçbir anlamı yoktur. Matrix’te hiç olmazsa örgütlü bir direniş vardır. Zion kenti bir savunma hattı kurmuş ve işgalcilere silahla direnmektedir. Ancak orada da bu direnişin hiçbir anlamı yoktur; Subliminal mesaj, mehdinin yokluğunda bu direnişin bir kibrit çöpü gibi kırılmaya mahkum olmasıdır. Oysa mehdi-Neo tek başına binlerce ‘Smith’le savaşabilir. Matrix ve Mr. Robot’un kitlelere en açık, en gerici mesajı şudur, bir ex-machine, bir mehdi olmadan siz bir hiçsiniz. Bu serilerin ‘süper kahraman’ mitosunun öncül örneklerinin güncel ve daha ucuz tekrarları olduğunu, sokakta olması, bedenlerle yapılması gereken gerçek direnişi fantezi bir gerçeklikte, Mr Robot ve Matrix örneğinde dijital gerçeklikte, simüle ettiğini, tarihselliğinden ve bedeninden kopardığını görmek bu kadar zor mu diye sormak istiyorum gençlere.
Oysa “Mr. Robot en çok izlenen saatlerde devrimi gerçekleştirdi ve Sol’un onun söylemek istediklerine dikkat vermesi gerekiyor,” derken 2. sezonda anlıyoruz ki Mr. Robot devrimi gerçekleştirdiğini düşünürken aslında Amerikan halkına karşı sapık Çinliler tarafından kurulmuş bir komploya alet olmuş sadece. ‘Sol’un, komünistlerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmesinden başka bir şey olmayan bu klişe soğuk savaşın ilk günlerinden bu yana ana akım medyanın en ilkel ve en sık kullandığı propaganda yalanıdır. Bunda da şaşıracak bir durum yoktur. Hollywood ve ABD dizi sektörü ABD oligarşisinin çok uzun bir süredir borazanlığını yapmaktadır. Bir milat verirsek Sen. McCarthy’nin Hollywood’da ‘komi’lere karşı yürüttüğü saldırıdan beri bu böyledir. Matrix, Dövüş Kulübü ve Mr. Robot ise bu borazanın sesini ‘sol’a doğru genişletmeye çalışmaktadır.
1958’de Çekoslavakyalı bir çizerin, ABD ve Türkiye’nin 1957’deki Suriye müdahalesine dair karikatürü.
Oysa tarihsel-sınıfsal bir çözümlemeye ne kurşun işler ne ‘algı operasyonu’. Tarihsel belirlenmişlikleri içinde karakterler giysilerinden arınmışlardır, eğer istiyorsanız bütün çıplaklıklarıyla görebilirsiniz. Böyle bir çözümleme sürecinden geçmemiş her bilgi parçacığı ise niyeti gereği değil ama biçimi gereği eleştirel düşüncenin değil, egemenlerin kanı oluşturma operasyonlarının aracı haline gelir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.