Bazı insanların uykuda bile çalıştığı 7/24 kapitalizminin dünyasına hoşgeldiniz. Neden bu kadar iş bağımlısıyız ve buna dair ne yapabiliriz?
Bazı insanların uykuda bile çalıştığı 7/24 kapitalizminin dünyasına hoşgeldiniz. Neden bu kadar iş bağımlısıyız ve buna dair ne yapabiliriz?
Melissa Gregg’ın işkoliklik ile ilgili çok ilginç öyküsünde, bir telekomünikasyon firmasında müdür olan Miranda ile tanışıyoruz.
Miranda bir motosiklet kazasında ciddi biçimde yaralanır. Kocası hastaneye ulaştığında, bilinci yarı açıktır ve sadece birkaç kelime fısıldayabilir. Ne yazık ki çocuklarını sayıklamamaktadır. Miranda’nın istediği ilk şey, sunumun ertesi gün olamayabileceği –ancak acil servise bir laptop gönderirlerse durumu kurtarmak için ne yapılabileceğine bakacağı ile ilgili ofise telefon etmektir. Bu kısa hikaye şok edici ancak o kadar da şaşırtıcı değil.
Aşırı çalışma batı dünyasında bir salgın halini aldı; sağlık yetkilileri insanların sağlığına verdiği zararlarla ilgili olarak aşırı çalışmayı sigarayla aynı lige koyuyorlar. Sevdiklerinden ve arkadaşlardan kaynaklanan sosyal zarar aynı ölçüde kötü olabilir. Bu konuda ne yapabiliriz?
Uyumsuz iş-yaşam ilişkisinin yeni bir sorun olmadığının farkında olmak önemli. Sanayi devrimi esnasında, iş ve özel yaşamın ayrılması üzerine, işçiler tarafından verilen ilk kavga resmi işgününü kısaltmak içindi. Bir günde 17 saat, haftada altı gün fabrikada kapana kıstırılmış yaşamlar, asla yaşam değildi. Karl Marx’a göre, kişinin işe başlama saatinin kaydedilmesi (ya da kaydedilmemesi) üzerine yürütülen mücadele, kapitalist sistemi tanımlıyordu. Marx, haksız değildi.
Son dönemde, iş gününü yeniden gayri resmi olarak uzatmaya başlayan eğilimler ortaya çıkıyor. Bugün işi ve iş dışını birbirinden ayırmak çoğu zaman imkansız. Pazartesi sabahına hazırlanmak için harcanan Pazar gecesini ele alalım? Bu iş mi? Bir çeşit, ama bunun için ücret almıyorum ve etrafta bir patron yok. Bu nedenle, kim bilir?
Bu belirsizlik ile beraber, bazı insanların rüyalarında bile kendilerini çalışırken buldukları 7/24 kapitalizminin yükselişini görüyoruz. Hayır, basitçe işe dair rüya görmeyle ilgili değil, uyurken kodları ve algoritmaları çözenler bile söz konusu.
Çoğu zaman, paraya ihtiyacımız olduğu için herkesin çok çalıştığını düşünürüz. Batı dünyasının birçok yerinde gelirlerin hiç artmadığı ve geçim maliyetlerinin fırladığı ele alındığında, anlaşılan o ki bu doğru. Ancak aynı zamanda diğer birçok değişiklik, hayatın işlerimiz tarafından giderek tırmanan sömürgeleştirilmesine yardım ediyor.
İlk olarak şu not düşülmeli ki, birçok ülkede hâlâ yüksek düzeyde işsizlik olduğundan herkes ücretli işgücüne katılamıyor. İşler toplumda eşitsiz bir biçimde dağılıyor. Daha az insan daha çok iş yapıyor. Kaçınılmaz darboğazı hissedenler baskı altına giriyor.
İkincisi, sürekli olarak “[internete] bağlı” olduğumuz için –bazen takıntılı bir biçimde, e-postaları gerekli gereksiz kontrol ettiğimiz için- mobil teknoloji kati bir rol oynuyor. Ücretlendirilmemiş fazla mesaiyi hesaplayan çalışmalar, sonuç olarak bazı işçilerin, evde çevrimiçi çalışma sonucu ekstra işler yüklenerek tüm yıllık izinlerini sıfırladığını ortaya çıkarıyor.
Üçüncüsü, insanları kendi hesabına çalışan ve yüklenici (taşeron) olarak yeniden sınıflandırma eğilimi, sizi sadece iş yaparken harcadığınız doğrudan zaman için ücretlendirerek aşırı çalışmayı teşvik ediyor. Tipik olarak, düzenli işlere göre gelir daha düşük olduğu için (bu yeniden sınıflandırmanın ana amacıdır) insanlar kendilerini iki yakalarını bir araya getirmek adına aralıksız çalışırken buluyor. Esnek istihdam sistemleri bir zamanlar bize, daha fazla boş zaman ve daha geniş otonomiye giden bir yol olarak pazarlandı. Hepimiz Richard Branson gibi varlıklı girişimciler olacaktık. Ortaya çıkan ne kadar acımasız bir şaka.
Ve dördüncüsü, toplumumuz şu anda yayılmacı bir çalışma ideolojisi tarafından kontrol altına alındı. Bu, sürekli olarak insan faziletlerinin zirvesi olarak vazediliyor. Eğer ofiste insanüstü işler göremiyorsan sende yanlış bir şey vardır. Ve işsiz kelimesini hiç telafuz etme bile… Bu kutsala hakarettir.
Çalışma ideolojisinin en endişe verici yönü şu ki, ekonomik anlamda, somut olarak gerçekten gerekli olmadığında dahi çok çalışmaya mecburuz. Çok meşgul görünmek, toplum için faydalı bir şeyler yapmaktan çok toplumsal beklentileri karşılamaya dair bir şey haline geldi. Bu, temel işlev bozukluklarına yol açabilir.
İşin garip yanı, daima bir şeyler yapıyor gibi görünmeye teşvik edilmekte olan insanlar daha az üretken oluyorlar. Son bir araştırma ikna edici biçimde göstermektedir ki, rahat ve daha kısa iş günleri, şu anda norm haline gelmiş olan eziyetli ve en nihayetinde gereksiz maratonlara göre daha hızlı ve daha akıllıca çalışmamıza imkan vermektedir.
Bunun haricinde, bazı işçiler sürekli olarak, gerçekte baş etmesi çok zor olan bu uzun saatlerde numara yapmaya başladı. ABD’de işletme danışmanlarının bir çalışması, bazı işçilerin 80 saat kuralına (haftalık azami çalışma süresi – çn) uyuyor izlenimi vermenin yaratıcı yollarını geliştirdiklerini ortaya çıkardı.
Tabii ki bu ortaklaşa maskeleme, danışmanların çocuklarını arabayla futboldan almasını ve et yemesini sağlıyor. Ancak belki de işi başarıyla ve zamanında yaptırmaya da yardımı oluyor. Burada görüyoruz ki verimlilik (bir görevi iyi bir şekilde yapma) ve çalışma kültürü (geç saatlere kadar ofiste kalma) garip biçimde ayrışıyor.
Çoğu işveren bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti ancak çalışma ideolojisi bugün her zamankinden güçlü görünüyor. Araştırmacıların “hararetli işkolikler” olarak tanımladığı bazı kişiler, işleriyle 7/24 evli olmayı sevdiklerine dair kendilerini ikna ettiler. Onlar kendi kendine zarar verenlerin ikna edilmesi en zor olanları. Panik-atak geçirmeden tatili akıllarına dahi getiremiyorlar.
Daha iyi bir iş-hayat dengesi tavsiyeleri konusundaki sorun, kişisel gelişim akımı tarafından esir alınmış olmalarıdır. Bu akım tamamıyla birey üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer mutluluk halini yeniden kazanmak ve içsel potansiyelini keşfetmek istiyorsan, bu durumda tercihlerini kontrol altına al, mizacına daha iyi uyan bir iş bul, iş ve boş zaman arasındaki sınırları katı biçimde oluştur ve “hayır” demeyi öğren.
Bu çoğu işte neyin mümkün olduğunun gerçek dışı bir resmini sunar ve ciddiye alınırsa muhtemelen İş ve İşçi Bulma Kurumu’na vakitsiz bir ziyaretle sonuçlanır. Diğer bir ifadeyle, iş-yaşam dengesi guruları herkesin orta yaş yaratıcılığında olduğunu, Londra’da aileden gelen paraya sırtını dayayarak yaşadığını ve hakları dahilinde patronun canını sıkacak şeyler söylediklerini varsaymaktadır. Yav he he…
Buradaki püf nokta, aşırı çalışma ritüelinin kişisel bir hata değil toplumsal bir baskı olduğunu görmek. Ve bu baskının önemli bir kısmı, son 20 yıldan fazla bir süredir gerçekleşen, işgücünün güçsüz kılınmasından kaynaklanmakta. Güvencesizlik –gerçek veya hayali- insanların işleri için her şeyi feda etmesini doğal olarak daha mümkün hale getiriyor. Bu yüzdendir ki, iş manyaklığına birey olarak karşı koymak yararsızdır. Eğer ilerici politikalar ve yasal düzenlemeler biçimlenecekse, bu kaygıları dile getirmek için bir grup olarak bir araya gelmeye ihtiyacımız var. Diğer türlü çok az şey değişir.
Daha sağlıklı bir iş-yaşam dengesi mi istiyorsun? Sendikalı ol. Veya daha da iyisi, kendi sendikanı kur. Fakat havaalanı kitapçısındaki kişisel gelişim bölümünden uzak dur. Çalışma ideolojisinin hâlâ kişisel iradeyle ehlileştirilebileceğini iddia ediyor. Ama yapamaz.
[Guardian Careers’deki 11 Ekim tarihli İngilizce orjinalinden Umar Karatepe tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.