Bugün, politik kanı sahibi, her zamankinden daha fazla olarak, neredeyse hiçbir kanıtlanabilir anlayışa sahip olamayacağı inançlar üzerine inşa eder kanısını
Bugün, politik kanı sahibi, her zamankinden daha fazla olarak, neredeyse hiçbir kanıtlanabilir anlayışa sahip olamayacağı inançlar üzerine inşa eder kanısını
“Lacan, İsa’nın ‘komşunu kendin gibi sev’ öğüdünün ironik bir içeriği olduğunu söyler- çünkü insanlar gerçekte kendilerinden nefret ederler.”
Adam Philips
“Mutlak en başından, bize rağmen, kendi içinde ve kendi içindir ve bize rağmen olmak ister.”
Hegel – Ruh Fenomenolojisine Giriş
“Paranoya, köle devriyelerinin oluşturulmasına neden olan endişenin kısmi kaynağı ve bu kadar çok isyan öyküsü duymamızın kısmi nedenidir…{} Bu) Devriyelerin açıkça görünür olan sınırsız vahşetleri, ayna tutulmuş imgelerini, Yeniden Yapılanma[1] döneminde ortaya çıkan ve her türden toplumsal sınırlamanın dışında-hareket eden infazcı grupların yasalarüstü faaliyetlerinde bulur. Beyaz Güneyliler, kendilerini koruyacak hiç bir araca sahip olmayan özgürleştirilmiş kölelerden öçlerini, köle devriyelerinin 2. nesil tecessümü olan Ku Klux Klan aracılığıyla alırlar…”
Sally hadden
“Narsistik toplum, çok yalnız bir yerdir.”
Christopher Barry
Amerikalılar artan bir biçimde kanı toplayıcılarına dönüştüler. Özellikle seçim dönemlerinde bu durum daha görünür hale geliyor. Ancak bu akıl hastalığının kökleri daha derindedir. Adorno, Kanı’nın, “ne kadar nitelikli olursa olsun, öznel bilincin gerçeklik içeriği sınırlanmış bir ikamesi” olduğunu söyler. Bugün ABD’de, bir kanının ifade edilmesine genellikle popüler olmayanı söyleme cesaretine benzer bir ikincil duygu eşlik eder. Her ne kadar ifade edilen kanı aslında tamamen popüler olsa da. Adorno bu notu düştükten sonra ekler, kanı sahibi, iyi düşünülmüş bir argümanla yanıtlandığında ise karşıt görüşü, ‘sadece bir kanı’ olarak damgalar ve ondan kurtulur. Bu durum) bir tür profilaktik özne konumudur, hem örtük bir otorite dayatılır hem de yansıma reddedilir. Ve bu akli mekanizmanın temel yapısı narsisizmdir. İnsanlar kanılarının sahibidirler, başka insanların farklı kanılara sahip olma hakkı konusunda epey gevezelik yapılsa da, bu sahipliğe yönelik her tehdit kişisel algılanır. Gerçekte narsist kanı sahibi her karşıt görüş açısıyla ilgili sessiz bir öfkeye kapılır.
Adorno devam eder…
“Bir kanı belirtmek, işte bu böyledir, şu da şöyledir demek, daha kanıyı bir fetişe dönüştüren psikolojik mekanizmalar devreye girmeden çok önce kendi içinde bir şeyleştirme, fiksasyon iması taşır.”
Kanıyı (Adorno’dan devamla) mülk olarak algılayan belirgin bir duygu vardır. Böylece kanı sahibi olma durumu, kişisel büyüklenme ve dar görüşlülük özellikleriyle birlikte gelir. Bu dar görüşlülük kanı sahibi açısından tekil, eşi olmayan bir nedensellik önermesidir. Her düşüncede abartma eğilimi vardır ama narsistin düşüncesi bir tür vehim biçiminde sona ermelidir. İşte burada teknolojinin tarihsel rolü açığa çıkar. Bugün, politik kanı sahibi, her zamankinden daha fazla olarak, neredeyse hiçbir kanıtlanabilir anlayışa sahip olamayacağı inançlar üzerine inşa eder kanısını. Başvuru noktası ise toplumsal otoritedir. Belki de tarihin herhangi bir döneminden daha fazla şekilde bugün, neyin doğru (kanı için geçerli olmak üzere) neyin yanlış olduğunu belirleyen devletin otoritesidir. Popüler kanı vakalarının hepsinde toplumsal belirlenimin otoritesi fiili başvuru noktasıdır.
Bugün Batı toplumlarında en belirgin ama en az sözü edilen değişikliklerden biri evin içinde teknolojinin varlığının duygusudur, bir arkadaş, hatta bir aile üyesi olarak elektronik medyanın varlığının duygusu.
“Sağlıklı ve patojenik kanı arasındaki sınır uygulamada (praxi), bilgilenmiş muhakeme değil, hakim otorite tarafından çizilir.”
Adorno
Düşüncenin nesnesiyle bağlantısı ise daha da belirsizdir. Nesne ve öznenin karşılıklı olarak birbirini bilgilendirdiği diyalektik sürece dair düşünme biçimi -maddi dünya giderek daha az tanımlanmış ve daha uzağa yerleşmiş olduğu için, körelmiştir. Eğer Adorno haklıysa sözkonusu) kanı, nesnesini bulamamış bilinçtir ve böylece gerçekle kurgu arasındaki ayrım duygusu kaybolur. Sonuçta kanı, en az direncin olduğu hata yerleşir. Estetikle ilişkisi bağlamında, bugünlerde giderek artan biçimde, öznellik için tutarlılığı başat alan bir ön kurulum vardır. Sözkonusu tutarlılık bütün içeriğinden boşaltılmış olsa bile.
Bugün Amerikalıların çoğunluğunun politik kanısı astroloji sütunlarındaki inançlar ya da kişisel gelişim kitapları gibi yapılanmıştır. Trump ve Hillary Clinton arasındaki seçim, seçen) öznenin dünyaya uyarlanmasına en iyi hizmet edeni seçmesine dayanır. Başka bir deyişle, yaşadığımız toplumdaki en temel sağduyulu görüşlerin güçlenmesi için gerekli kılavuzu sağlayanın seçilmesidir. Her iki adayın, seçim politikalarının tükenmişliğini kavramanın olanaksız gerçekliği travmatiktir ve saldırıyla savunulacaktır. Ana akım medyanın üstlendiği rol budur. En yaygın ifade biçimlerini ve genellemeleri yeteri kadar tekrar edecek, öyle ki, bunlar) ikili yapıya sahip bir kanının parçaları olarak yapışıp kalacaktır. Bugün sağduyu (ortak akıl) temel amacı narsist özneyi bu veya şu kanının rahatlatan kıyılarına sürüklemek için imal edilen ve yönetilen bir dizi saçmalıktır. TV, internet ya da sosyal medya haber bültenleri aile üyelerinin, (giderek daha az insan ailesiyle birlikte yaşadığı için) patronunuzun ya da yöneticinizin sesleri gibidir. Hillary Clinton’un sahtekarlık, askeri saldırganlık ve sadistlikle dolu uzun kariyerinin bariz tarihiyle ilgili gerçekleri sunmak bir retle karşılanmayacak, sadece yeterliliği ve deneyimi ile ilgili yavan iddialarla göğüslenecektir. Gerçekler hiçbir zaman tartışılmayacaktır. Gerçekler kanıların biçimlendirilmesiyle ilgili değildir.
Maddi dünyadan uzaklık ya da uzaklık duygusu kamusal söyleme bir ölmüşlük niteliği kazandırır. Dünya gittikçe daha ışık geçirmez olarak deneyimlenir. Bu nitelik) sosyal medya ve internetin bazı gerçekleriyle çelişir- her zamankinden çok daha fazla bilgi ve veri vardır ama bu bilgi deneyimlenmemiştir. Şeffaflık sağlamamaktadır, soyuttur. Sonuç olarak kitlesel medyanın anlatıları, belgesel ya da kurgusal olsun giderek artan biçimde tutarsız ve ışık geçirmezdir. Narsist özne için kanı sahibi olmak bir ayrıcalık duygusu da sağlar. Ve ben bu ayrıcalık niteliğinin edilgen tüketim için tasarlanan ve pazarlanan bir şey olduğuna giderek daha fazla inanıyorum. Bu benim ‘kanım’ ve ben bu kanının tıpkı bir tasarımcı masa lambası gibi sahibiyim. Lamba), kanı) sahibine, tamamen kurgusal olan bir tekillik duygusu bahşeder. Örneğin Trump’ı destekleyenlere, ırksal olarak üstün olduklarını bildikleri için önemli bir narsistik iftihar vesilesi bahşedilmiştir. Karl Mannheim’ın ırkçılığın -ayrıcalığın 1. derece kuzeni- bir üstünlük duygusu pompalayarak kitlesel bir psikolojik gereksinimi tatmin ettiği gözlemini alıntılayan Adorno’da bunun farkındaydı. Trump’ın serveti, % 1’in standartlarına göre çok da ahım şahım olmasa da, allanarak pullanarak gösteriye dahil edilmektedir. Başka türlü kapıdan kovulacak olan destekçilerinin, kendilerini %1’e bir göz atma şansına sahip olmuş, gösteriye dahil olmuş insanlar olarak hissetmelerine izin verilmektedir. Bu bana tutuklandığı ya da gözaltına alındığı zaman (mükerrer suçlular da bile ortaya çıkar) kendilerini tutuklayan polislerle arkadaş gibi gözükmeye çalışan insanların davranışlarını hatırlatmaktadır. Stockholm sendromunun bir versiyonu olan bu durum, aynı zamanda sadizmin dışavurumuyla çakışan bir mazoşizm patlamasıdır.
Tüm bunlar iki meseleye çıkar. Bir, kanının yüceltilmesi (ve eşzamanlı degradasyonu) gerçek fikrini yıpratır. Bazı açılardan kapitalizmin kendisi ‘gerçek’in yıpranmasının) hem nedeni hem de sonucudur, çünkü Batı sermayesinin kalbinde bir çeşit bireyselcilik vardır. Tabii ki bu hayali bir bireyselliktir. Öznenin diğer insanları da içeren dünyadan daha da yalıtılmasına hizmet eder. Amerikalıların çoğunluğu için bütünlük duygusu ikirciklidir.
Adorno’nun önerdiği tutarlılığa ilişkin mutabakat, narsistin gerçekliğinde, çağdaş bilincin bir tür arkaplan davul sesi gibidir. “Sürekli olarak, belki bilinçli bir biçimde, kendi kişiliğimizi sakatlıyor ve bozuyoruz. Bu içsel şiddet o kadar acımasızdır ki, bu şiddet) olmadan neye benzediğimize dair hiç bir fikrimiz yoktur. Kendi hakkımızda neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz çünkü) daha kendimizi görmeye fırsat bulamadan (sanki panik içindeymişiz gibi), kendimizi yargılamaya başlıyoruz. Farklı biçimde söylersek, sadece yargılanabilecek olarak kavradığımızı yargılarız. Yargılanamaz olan aynı zamanda) görünmez olandır.” diye yazmış Adam Phillips. Ve bugün bu süreç çok daha karmaşıktır. Phillips’in işaret ettiği yetersizlik duygusu, bir anlamda, kişiye özel kanı sahibi olmanın narsistik tekrarlarıyla tedavi edilir. Bunların hiçbir şekilde özel olmadığı konu dışıdır. Ya da tam da konu budur. Phillips, çağdaş nerotiğin sürekli olarak bir indirgeme itkisiyle kuşatıldığını önerirken haklıdır. Gerçek yorum aşırı yorumdur (Freud). Ama yorum kanı sahibini travmatize eder. Yorumun) yerini kamusal (ana akım medya) kanı, ailenin kanıları alır. Kestirmeden gidersek, bu her zaman otoriteye başvurmak anlamına gelir. Medyanın ürettiği aşinalığın kanıları ise gerçekte otoritenin sesidir.
Ve bunun altında yatan narsisitin yetersizlik duygusunun yarattığı acılardır. Diana Trilling kocası Lionel’e mektubunda, “Gerçekte, mutluluk ve mutlu olduğunu iddia eden insanlar ya da mutluluğu yaşamın diğer hazlarından üstün tutan insanlar hakkında hiç bir zaman yeterince düşünmedi… İnsanın arzulanan durumu ciddiyetti.” diye yazmıştı. Ve bu, bir gerçek fikrinin erozyona uğratıldığı etki kümelerinin sadece bir bölümüydü. Çünkü bir yanıyla hikaye anlatımına ve mimesise dokunurken, diğer yandan, psikolojik bir ideolojik tahkimatın parçasıdır.
Kitlesel bir hayal kırıklığı dizgesi altında, mutluluk ‘arayışı’ kaçılmaz biçimde metalaştırmayla tutsak edilmiştir. Tam da mutluluk kelimesinin bir tür idealden ziyade, somut, dokunulabilir bir şeyi işaret etmesi anlamında; kanılar mülktür ve mutluluk metadır. Trump’ın narsist takipçisi, yine bir örnek olarak, üstün hissetme açlığı içindedir. Eğer konu ırksa hemen hemen her web sitesindeki yorumları okuyabilir, üstün ırkın öfkesini ve alaycılığını duyabilirsiniz. ABD’deki beyaz adam, genel anlamda, kendisini üstün hissettiren şeylerin kaybıyla başa çıkamaz. Koyu bir mutsuzluk içindeki, çoğunlukla yetişkinliğe erişememiş narsist kişilik, genel-geçer bir dizi farklı kanının içinde, kilit altındadır ve aynı zamanda bir ‘mutlu olma’, en azından ‘eğlenme’ (have fun) yükümlülüğü hisseder. Daha önce de yazmıştım, ‘eğlenme’ (fun) kavramı çağdaş toplumun en tuhaf[2] gelişmelerinden biridir. Nispeten yenidir. Çok değil yaklaşık elli yıl önce insanlar herhangi bir ‘aktiviteyi’ ‘eğlenmek’ olarak tanımlarlardı. Eğlenme fikri genellikle çoktan olmuş bitmiş bir şeyle ilgiliydi. İnsan dışarıya ‘eğlenmek’ için, arzı olan olası eğlenceleri satın almak için çıkmazdı. Narsisitik kanı sahibi, bir üstünlük sahibi olma duygusunu ikame eden bir ayrıcalık duygusuyla yetinir ve her iki duygu da yetersizlik duygusunu maskeler. Ve sonuç olarak narsisti, ötekinin eleştirilerinin yarattığı riske karşı temkinli, giderek kurnaz hale getirir. Çözüm tartışmak değil, basitçe kanıya tutunmaktır. Hillary’nin takipçisi, Hillary’nın bariz ‘delilikler kronolojisi’ ile ilgili tartışmayacak zaten adayın kendisi ya da medya tarafından iletilen önceden paketlenmiş halkla ilişkiler bültenini tekrarlamakla yetinecektir. Çünkü bir kere kanı sahibi olduğunuzda artık onu değiştirmek için düşünülmeyecektir. Ve infazcı ya da polisle ‘arkadaş’ olma arzusu bir Clinton galasına davet edilme umuduyla iş başındadır tabii ki. Aşırı narsistik kişilik bozukluklarında özne kendisini nesneden ayırt edemeyebilir de ama bu aşırılıkların artık bir önemi yoktur. Gerçeklik fikrine inancın kaybı böylece çağdaş toplumun uğrağı haline gelir.
“Narsistik ben, ego hedeflerine ulaşmak için çabaladıkça, dışsal örneklere öykünmek ve dışsal taleplere itaat etmek ya da standartlara göre, özellikle de süperegonun ideallerine göre yaşamak için narsistik dengesizliğin subliminal sinyalleri haline dönüşen, küçük ölçekler halinde narsistik-dışavurumsal libido arzeder.”
Heinz Kohut
Bilimsel ve eğitimsel sinemanın ilk örneklerine dair Olivver Gaycken’in yazdığı güzel bir kitap var (Devices of Curiosity- Merakın Aletleri). Bahsetmemin nedeni, 19. yüzyıl sonunun sermaye için yeni bir tür az gelişmiş kültür döneminin başlangıcı olması. Bu tür filmler ben okuldayken hala ortalıklardaydı. Lisenin ilk yılında alabileceğiniz seçmeli derslerden biri de audio/visuel (görsel/işitsel)’di. Öğrendiğiniz tek şey de diğer sınıflara 16 mm eğitim filmleri gösterebilmekti (tamamen boş bir seçmeli dersti). Bu filmlerin birçoğu, doğal olarak, çömel ve siper al tarzı soğuk savaş döneminin konularına dairdi ama bazen çok tuhaf kısa bilimsel filmler de dolaşırdı. Gaycken, belki de üstünde çok düşünülmemiş bir biçimde 19. yüzyıl filmlerinin birçoğunun kürsü eğitimine dayalı olduğunu yazmıştı. Bir başka deyişle bu filmler cepheden bir önerme de, dayatmada bulunuyorlardı. Bu biçimde belirgin ve net bir formalite ve otorite duygusu hakimdi. 1960’ların eğitmenlerinin itiraz ettikleri de tam da buydu zaten. Eğer değişimler, narsistik ben’in müdahalesinden etkilenmeseydi ne olurdu diye insan düşünmeden yapamıyor. Merak yoksunluğu bugün o kadar vahim durumda ki, şimdi lise çağında olan çocukların tuhaf olanın doğal dünyaya dair okumaların arasına nasıl karıştığı konusunda bir duygusu olup olmadığını da bilmiyorum. Ama sorun bundan daha büyük elbette. Kapitalizmi başlangıcında motive eden derin, neredeyse psikotik bir güç zehirlenmesi var. Merak, neredeyse kendine has bir biçimde, kontrol ve egemenlik tarafından biçimlendiriliyor. Derslerin didaktik biçimlenişine muhalefet şimdilerde azalmış durumda ve bu azalma) aslında faydalı bir şey olabilir. Öğrenme ritüel mekanında gerçekleşir. Ve ritüelin otoriteyle tuhaf, uzlaşmaz bir ilişkisi vardır. Ve belki de daha derin bir bakışı hakediyordur. Adorno ve Horkheimer’ın incelediği gerçeklik düşüncesinin yitimini bugün felsefenin azalan etkisinde görebiliriz. Akademik felsefe bölümlerinin çoğo pozitivist ve bilimsel düşüncenin 1. dereceden kuzenleridir artık.
“Ve bir gerçeklik adına gerçek kavramını bir vehim, mitolojinin bir kalıntısı olarak tasfiye eder, kanı ile gerçek arasındaki ayrım giderek daha da belirsizleşir.”
Adorno
Bugün birçok Amerikalının kolektif toplumsal bilincinde felsefi düşüncenin kaybı görünürdür. Felsefi düşünceye aynı keskinlikle ama başka nedenlerle karşı çıkan akademinin yüce salonları dışında, felsefi düşüncenin yerini artık kanı almıştır.
Sömürge duyarlılığı, fethin büyük jeopolitik projelerinde olduğu kadar bilimin dipnotlarında da hala yaşamaktadır. Günümüzün şirketlerin mülkündeki araştırma makinasının öncülleri Gaycken’ın tanımladığı bilimsel vodvillerde bulunabilir. Adorno sadece 50 yıl önce şöyle yazmıştı… “Bugünlerde gerçek adına kanılara karşı çıkmak tümden sorunsal hale geldi, çünkü, kanıyla gerçeklik arasında, kanının inatçı değişmezliğine katkıda bulunan ölümcül bir birleşme eğilimi kuruldu…{} Bugünlerde, insan anlayışının geleneksel kategorileriyle gerçekliğin patojenik öğesini kavrama umudu taşıyan herkes, sağlıklı sağduyuya bağlılığıyla korunacağını umduğu aynı akıldışılığın tuzağına düşüyor.” Öyleyse kanı, günümüzde bireyciliğin eşdeğeridir. Kanı alıcısının pazarı gezip, değerlendirirken bakındığı şey, almaya karar vereceği kanının) yaşam biçimine ilişkin sonuçlarının ne olduğudur.
Adorno’nun kanı hakkındaki öngörüleri tam anlamıyla geçerlidir. Çünkü patolojik saplantı tartışma geçirmezdir ve tartışma her zaman, şu ya da bu biçimde nesnel nedensellik gerektirir. Böylece sermayenin çıkarları, var olan) toplamın tekrar üretilmesinin hizmetine sunulmuş olan kanılarla neredeyse tamamen çakışır. Bilimin bugün inandığı şeye nasıl olup da inandığını sorgulamak ise sorgulayanın, ‘patates kafa’ ve bir yeni yetme olduğuna dair suçlamalar dalgasıyla karşılaşmasının garantisidir. Çağdaş söylemin en belirgin ironilerinden biri felsefi eleştirinin akıldışı ve gizemci olarak etiketlenmesidir. Bireycilik ve öznel mülkçülüğün kuralları o kadar katıdır ki, tarihsel koşullara ya da düşüncenin evrimine en küçük bir başvuru karşısında taştan bir duvar bulur. Adorno’nun dediği gibi, bayağı düşünce egemenlik ilişkilerinin imzasıdır. Ana akım medyanın fasılasız anti entelektüel tavrı da buna eklenir.
Bugün ABD’de devasa bir eklemlenmemiş öfke ve kaygı birikimi vardır. Kitlesel boyutta ve giderek artan polis şiddetinin beyazlar arasında önemli bir tepki uyandırmamasının nedeni beyaz ırkın üstünlüğüne dair değerlerin günlük yaşamdaki hemen hemen her şeye yapışmış olmasıyla ilgilidir. Ve beyaz ayrıcalık derinlere yerleşmiş bir konformizme sahiptir. Bu konformizmin genellikle çok kültürlülük sosuyla veya ‘erime potası’[3] deyimiyle gündeme getirildiğini de söylemek gerekir. 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla çoğalan bütün bu beylik laflar, egemen sınıfın değerlerini güçlendirmek ve hiyerarşik bir toplumu normalleştirmek isteyen post-Edward Barneys pazarlama makinasının ürettiği sonuçların bir bölümüdür.
Erime potası kavramı kastettiğinin tam tersini hedefler. Herhangi bir kurumsal hoşgörünün konusu olabilmek ya da bu hoşgörü tarafından kapsanabilmek için önce insanın gerçekten de çok sınırlı standartlara sahip olması gerekir. Statükoya uygun hale gelmek çok kültürlülük bürokrasilerinin taciz-aşağılama veya akıl sağlığı programlarının kızgın damgasıyla mühürlenmek anlamına gelir. Ancak) Bütün heterojen davranış biçimlerini ve değerlerini tamamen terkettikten sonra kişinin mutluluk arayışına izin verilir. Birleşik Devletler’in sadece düşünce ve kanı konusunda değil, fiziksel aktivite konusunda da inanılması güç bir biçimde konformist hale geldiğinin göstergesidir. Kısacası ‘hoşgörülü Batı’ yabancıyı ya da köktenci düşünürü bilinçli ve sistematik bir biçimde çoktan marjinalize etmiş bir toplumdur. Demokrat Parti’nin gay topluluğuna verdiği destek, kültürel normla uyum içinde olan gayliğin imgesini çizme ve garanti altına alma çabasıdır. Buna direnenler, tıpkı uyuşturucu tedavisine direnen ‘sorunlular’ gibi, uzakta tutulur ve yardımların konusu olamazlar. Bu dahil etme çabasının en önemli göstergesi suçun ya da kurban olmanın itiraf edilmesidir. Bağımlı, nedamet getirmeli ve ‘sorunlu’ olduğunu kabul etmelidir. Lubunya veya transseksüel öteki, kurtarılma arzusunu dile getirmelidir. Birçok bağımlının inkarcı olması, lubunya topluluğu içinde çok sayıda insanın saldırıya maruz kalmış olması bu konformist ayinlerin işini kolaylaştırır.
Öldürülmüş olan Dallas polis memurunun (Patrick Zamarippa) Facebook sayfasına baktığınızda gördüğünüz şey bir Irak gazisi (3 tur yapmış) ve kudurmuş bir milliyetçidir. Bir fotoğrafı var, sanırım kendi çocuğunu havaya kaldırmış olarak. Her ikisi de ABD bayraklarının simgeleri olan) yıldızlar ve şeritlerle kuşanmış haldeler. Hatta tırnak içine alınmış bir slogan da var; “Don’t tread on me” (“Ezme beni, ezerim seni” Ç.N). Yani gördüğümüz şey temelde, aşırı sağcı, şiddet bağımlısı, milliyetçi bir psikopat. Ve bir polis. New York Times’ın konuyla ilgili haberi ise Michael Dyson gibi terbiye edilmiş siyah seslerin, siyahların çoğunluğunun ‘barışçıl protesto’dan yana olduğunu söylediği, alışıldık mantraların tekrarından başka bir şey değil. Kısmen doğru olabilir ama kesinlikle kapsamıyor. ABD’deki her siyah, (belki ana akım medyanın bültenlerini yazanlar hariç) bir yönüyle, polise yönelik bu silahlı saldırıları katlanılmaz bir duruma direniş olarak görüyor. Ama bunun dile getirilmesine izin verilmiyor. Tıpkı Filistin direnişinden ya da ABD’nin küresel ölçekteki şiddetinden söz etmenin yasak olması gibi. Patrick Zamarippa’nın faşist doğası medyada analiz edilmeyecek ya da tartışılmayacak. Irak’a üç kez ABD askeri olarak giden bir insan, ortalama olarak kaç kişi öldürmüştür acaba? Bu olgu) neden polis şiddeti tartışmalarının temel bileşenlerinden biri değil?
Bu tavır) ABD’nin kurumsal ırkçılığının ve vatandaşlarının habis narsisizminin de dışavurumu. Popüler medya ölü polisleri kahramanlar olarak sunacak, solun büyük bir kısmı bile yalnızca bu saldırıların ne kadar kötü bir şey olduğunu söyleyecek. Dyson’daki) Barışçıl gösterilerin nasıl rehin alındığını anlatacaklar. Ve buna rağmen polis Zamarippa bir faşist. Ve bir aşırı sağçı. Faşist ise, şiddete düşkün, savaş sevici, bağımlı bir sosyopat, aynı zamanda derinden bir narsistik ve yeni yetmedir. Ve bu durumun hemen insanların gözlerine batmaması beni her zaman şaşırtmıştır.
Belki bu aşamada narsisizm ve kültüre olan etkileri konusunda biraz daha düşünmemiz gerekiyor. Narsizm konusunda) Julia Kristeva’nın derin ve spekülatif çözümlemeleri var. DSM-4[4] narsizmi şöyle tanımlıyor;
“derinlere işlemiş büyüklenme, öze odaklanma ve kibir örüntüsü. DSM-4’e göre narsisistler; başarı, güç ve güzellik hayalleriyle meşguldürler. Kişilerden oluşmuş bir sahnede yaşar, dışavurumcu bir davranışla çevrelerinden dikkat ve hayranlık talep ederler. Özsaygılarına yönelik tehditlere öfke, inkar, utanç ve aşağılanma duygularıyla tepki verirler.”
Listelenmiş daha birçok duygu var ama modern narsistle ilgili gözden kaçan önemli bir şey daha var. Narsistik kişilik manipülasyona çok açıktır ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde hasmane bir tutum izler. Eğer umutsuzca peşinde koştukları kişisel önem duygularına hizmet etmiyorsa başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarsızdırlar. Ve söz konusu kişisel önem her zaman hayalidir.
Narsistin büyüklük hayalleri bugünkü Amerikan kültüründe daha da büyüyebilmek için verimli bir toprak bulur. Özellikle de kurumsal konumlarda. Otoritenin aracı olan polis gittikçe büyüklenmekte ve bu büyüklenme yargıcın, jürinin ve infaz memurunun görevini de devralarak zirveye ulaşmaktadır. Irkçı saldırılara dahil olan polis memurları empati yoksunu olan ve sürekli olarak kendine daha büyük bir önem arzeden kişiliklerdir. Otonomi konusunda aydınlanma vurgusu egonun patolojisini (kapitalizm) izleyerek, araçsal nedensellik yoluyla gelişir.
“Kristeva, Freud’u tashih ederek, kişisel kimliğin dere yatağının, çocuğun duygusal matrisiyle, bakıcının (genellikle anne) duygusal matrisinin bir arabulucu idealle (genellikle ataerkil bir metafor olarak şahıs bulur) kurduğu üçgenle geliştiğini söyler. Ketlemekten ziyade besleyen bir ebeveynin desteğinin yokluğunda matris kırılırsa ben gelişmesini tamamlayamaz ve psişik bölünmeye meyilli bir ‘borderline’ (sınır kişilik bozukluğu) kişilik ortaya çıkar. Ödipal dönem öncesi bu üçgen kurulmazsa çocuğun psişik gelişimi) geriletilmiş bir ilksel narsizm konumunda askıda kalır.”
Jeffrey Adams
Hıristiyanlığın, Batı öznelliğini belirlemek için yaptığı müdahaleye benzer bir durum vardır.
“…Yeni çağın başlangıcında, Hıristiyanlık, insanlığımızı İsa’nın görkemli acısı aracılığıyla benimsememize yol açtı, bu anıştırmaya paralel biçimde, Kalvari’nin[5] adaksal zirvelerinde değil ama küflü, karanlık, çöküntü bölgelerindeki insan deneyiminin, bu içselliğin, psikotizme dönüşen bu psişenin bir bedeli vardı; yeni bir delilik.”
Julia Kristeva
Kristeva’ya göre infantilizm[6] ve sapıklık modern psişenin dere yatağını oluşturur. (Adorno’yu yankılayarak) Delilik, nesnenin yokluğunda gelir. Dionysos’un terkedişi ya da cinsel çılgınlık değildir söz konusu olan) daha çok, ben’in liminal imgeleri-her yerde olan ama hiçbir yerde bulunmayan yansımaları aracılığıyla, akim kalan ben arayışıdır. Bütün olmaktan ziyade kendini bütün görmektir.
Lacan’ın bilinçsiz hayali, duygulanım ve sembolik olanın, beden ve psişiğin sınırlarını çizer. Baudrillard 40 yıl önce çağdaş insanın etrafında daha çok obje ve daha az insan olduğunu yazmıştı. Bütün bu iplikler şiddetli bir eşitsizlik sistemi altında dokunur. Neredeyse) Feodal olarak tanımlanabilecek ekonomik ilişkilere maddi gerçekliğin giderek uzaklaşması eşlik eder. Gerçek, elle tutulur işler ve görevlere olan uzaklığın giderek artması ben patolojisinin kuruntusal bir durumuyla sonuçlanır. ‘Onaylanmış Toplumsal Şiddet’ (Sanctioned Social Violence) adlı makalesinde Otto Kernberg şöyle yazar;
“Paronayak regresyonla malul bir grup, Bion[7]’un ‘Savaş ya da Kaç temel önerme grubu’ ile ilgili tanımlamalarıyla uyum içindedir. Sanki çok saldırgan bir savunmanın acilen inşasını gerektiren bir düşman varmış gibi daimi bir hiper teyakkuz halindedir. Grup, çok güçlü paranoya eğilimleri olan, aşırı duyarlı, kuşkucu, saldırgan ve hakim bir kişiliğe sahip olan bir lider seçer kendisine. Bu lider) kendisinin ve kendisini takip eden grubun korunması ve karşı saldırıda bulunması gereken bir aşağılanmayı ya da tehlikeyi tanımlamaya ve deneyimlemeye hazırdır. Grubun üyeleri bunun karşılığında, liderin etrafında toplanan bir ‘iç grup’ ve şüpheli ve bu nedenle ‘savaşılması’ gereken bir ‘dış grup’ olarak ikiye bölünme eğilimdedir. ‘İç grup’ ve ‘dış grup’ arasındaki karşılıklı ithamlar ve kavgalar tüm gruba hasmane ve paranoyak bir nitelik kazandırır. Bu durum) Grubun, ya paranoyak bölünmüş gruplara ayrılmasıyla ya da bir dış düşmanın keşfiyle tüm grubun lider etrafında konsolide olmasıyla sonuçlanır. Böylece kavga paranoyak grupla dış dünya arasındaki kavgaya evrilir. Bağımlı grubun narsistik regresyonu ilkel idealleştirme, her şeye kadirlik vehimi ve regresif, asalak bir bağımlılık dolayımıyla eyleme geçme ile karakterize olur. Savaş ya da Kaç grubunun paranoyak regresyonu ise, bağımlı grubun) aksine, özdeşleşme vehimi, bölünme ve akılcılaştırılmış saldırganlık dolayımıyla eyleme geçmedir. Eğer çalışma grubunun liderleri narsistik ya da paranoyak regresif grubun kendilerine has beklentilerini yerine getirmeyi başaramazsa, grup ve grubun beklentilerine yanıt verecek alternatif liderler bunu yapacaktır. Bu gruplar şaşmaz bir kesinlikle, grubun en narsistik veya en paranoyak üyesini karşılık gelen duygusal ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla lider olarak seçme eğiliminde olacaklardır.”
İşte burada kitle iletişiminin ve kitle psikolojisinin etkilerinin önemini incelemek gerekir. Moscovici, eşzamanlı olarak medya ile ilişkide olan bir akışkan kitle kalabalığından ve bu tür bir kalabalığın gerçekdışı olması nedeniyle ortaya çıkardığı) ek patolojik potansiyelden bahsetmişti. Ama durum bundan daha kötüdür. İzin verin Kernberg’den daha geniş bir alıntı yapayım…
“Konvansiyelliğin doğası (yani, spesifik hedef odaklı bir liderin yokluğunda, kitle psikolojisinin etkisi altında onaylanmış ya da görmezden gelinmiş, karara bağlanmış değer sistemleri ve etik yargılamalar) kurgunun, birey tarafından toplam sosyal grup üzerine yansıtılmasıdır, toplam enfantil süperego yapısı üstüne değil, daha çok ‘latens’ yılların enfantil süperego katmanı üzerine (Jacobson, 1964). İleri ödipal aşamayı (4-8 yaş arası) takip eden ve ergenlikle başlayan süperegonun yeniden tanzimine kadar uzayan bu dönemde, süperego ilkel psişik işlevselliğin birçok özelliğini muhafaza eder; iyi ve kötüyü keskin bir biçimde ayırma eğilimi, kararsızlık (ambivalans) ve belirsizliğe (ambiquity) karşı toleranssızlık, nesne dünyasını idealize edilmiş ve infaz edilmiş figürler olarak ayırma, kötülerin cezalandırıldığı ve iyilerin her zaman muzaffer olduğu ilkel bir ahlak; cinselliğin ikrarı, ancak erotizmle sevecenliğin arasındaki bağın katı bir biçimde baskılanması (bilinçsiz olarak odipal çifte özgü), sıvı salgılama işlevleriyle cinsellik arasındaki bağı kuran, ikrar edilmiş ve izin verilmiş cinselliğin katı bir biçimde baskılanmış analizasyonu[8], (yetişkin çifti birbirine bağlayan libidinal bağlara özgü) duygusal derinliğe karşı toleranssızlık, duyguyu, duygusallıkla ikame etme eğilimi ve nihayet, ebeveyn çifte mutlak bağımlılıktan duygusal olarak kurtulma çabasının dışavurumu olarak, evin dışındakı toplumsal yaşamı yansıtan grup örf ve değerlerine uyum sağlamak için gösterilen olağanüstü çaba. Aynı zamanda, enfantil her şeye kadirliği anımsatan, çağıran kültürel objeler; güçsüzlük ve aşağılık duygusuyla başa çıkabilmeye yardımcı olan, insanı acı veren gerçeklik ve sıradan toplumsal kısıtlamalardan özgürleştiren sihir, güçlü bir biçimde arzulanan bir fantazi kaynağı haline de gelir. Kitlesel medya, belki de en tipik olarak sabun köpüğü operalarında, dedektif gerilimlerinde olmak üzere, kitle psikolojisinin bu latent yönünü harekete geçirir; klişenin cazibesi -duygusallıkla şişirilmiş, ve narsistik ihtiyaçları tatmin etmek için örgütlenmiş reklam.”
Çağdaş Batı psişiği, kitlesel kültür ürünlerinin tüketicileri, bu müphem ama süre giden ‘kitlesel grupla’ özdeşleşmeyi garanti altına alır – ucuz erotik fantezileri kışkırtan imgelerle enfantilin tatmin edilmesi ve kaynağı belli olmayan özel ve ayrıcalıklı olma duygusunun aniden belirmesi. İzleyici seçilmiş bir grubun parçasıdır. Kitlesel medya izleyicinin erdemine vurgu yapar, bu grup izleyiciliğinin bir parçası olarak O, iyi ve sadıktır ve üstün bir kolektifin parçası olmayı hakeder. Bu fantezi kolektif daha sonra gerçek kolektifi ve topluluğu olumsuzlamaya hizmet eder. İzleyici zaten, özel ve çok daha iyi bir grubun parçasıdır. Ve başıboş dolaşmalarında bir kez gerçek dünyadan koptuğunu hissettiğinde, bu hayalet grubun nerede saklandığını merak eder. Sonuç, enfantilizmin normalleşmesidir. Gerçek dünyanın insan ilişkileri, özellikle de grup ilişkileri paspal ve fazla talepkar hale gelir.
Amerikan kültürünün estetiği hakkında birkaç düşünceyle bitirmek istiyorum. ABD’de, Chomsky ve Norman’ın yaklaşık 30 yıl önce söylediği gibi eğitimli beyazların %30’unun açıkça yoksullardan nefret ettiğini beyan ettiği, sınıf karşıtlığının ötesinde, giderek derinleşen bir kültürel ayrım var artık. Öldürülen Dallas polis memuru Güney’in şoven, NASCAR beyaz kültürünü temsil ediyor. Facebook sayfasındaki fotoğraflar aile ve vatana dair, olmayacak duaya amin nevinden birtakım ideallerin peşinde olduğunu yansıtıyor. Bu fanatik ‘vatanperverlik’ Klu Klax Klan gibi ırkçı politik örgütlenmelerden gerçekte hiçbir zaman ayrışmadı (bu hafta Fruitland Florida’da iki polis memuru Klan üyesi oldukları gerekçesiyle görevden alındı). Her şey ayan beyan ortada ve tekrar etmeye gerek yok aslında. Daha ilginç olan ise psişik kırılganlık duygusu. Taşlaşmış gülümseme, oğlunu kaldırırken duyduğu rahatsızlık hissi ve kitsch kıyafetinin yıldızları ve şeritleri. Gördüğümüz şey) banliyö avmlerinin ve yarıboş park yerlerinin kültürüyle belirlenmiş. Profiline… “Bu mesleğin gerilimine bağımlıyım. Ben gecenin sahibiyim” yazmış ama bu cümleler hiçbir yerde söz konusu edilmedi. Oysa bu beyanlar, tıpkı ‘ezme beni, ezerim seni’ sloganında olduğu gibi yüzeydeki anlamlarından çok daha fazla şey ifade ediyor; eril şiddetin ve paniğin grotesk finali.
“Yeni bir tarihsel dönemin içindeyiz; kanunsuzluk kültürü, aşırı şiddet ve kullanışlılık, yakıtını kısmen korku kültüründen ve teröre karşı savaştan alan, disipline edici, ayrımcı pratiklerinden pişmanlık duymayan ve aleni biçimde ırkçı bir kültür. Bu derinlere işlemiş ırkçılık, bir zalimlik kültürü ile sağlama alınmış neoliberal kapitalizmin işleyiş biçimidir (modus operandi). Bir döğüş) kafesi kültürü, savaş kültürüdür. En zayıfın öldürülmesini bir spor, bir eğlence bir politika olarak gören hiper eril bir kültür.”
Henry Giroux
Toplama kampı muhafızlarının şiddetli enfantil narsizm sergilediklerini söyleyen Henry Dicks’di. ABD’li polis memurları için de ben aynı şeyi söyleyeceğim. Amerikan banliyölerinin manzarası o kadar değişkendir ki hatasız bir tanımı dışlar. Binalar ucuz malzemeden yapılmış ve 10-15 yıllık bir ömre sahiptir. ABD’de genelinde 73.000 GSM şebekesi kulesi vardır ve telefon direkleri bu sayıya dahil değildir. Zengin mahalleleri tabii ki bu afete kapalıdır. Bu normalleştirilmiş çirkinlik, işini ve tüm ekonomik güvencesini kaybetmiş olan beyaz işçi sınıfının narsistik öfkesinde yansır. Aralıksız bir biçimde bu sınıfın) üstüne boca edilen Hollywood ürünleri sonsuz bir kitle şiddeti içeren bilim-kurgu fantezileri ya da göreceli olarak refah içinde olanları hedef alan, kendini beğenmiş beyaz kimlik anlatılarıdır. Bu anlatıların) fabrika ayarları özbeğenidir. Beyaz alt-sınıf için ayan beyan, hatta gündelik bir ırkçılık ve kadın düşmanlığına dayalı baskıcı bir popülizm refleksi açığa çıkartırlar. Bu anlatılar zalimlik derecesinde çirkin manzarayı ise savaş alanı olarak tanımlar. Liberal Hollywood’un refleksif mecazı işte budur. 70’li yılların sonları ve 80’ler belki de bu yeni mitolojinin dönüm noktalarıydı. Adventures in Babysitting, Bonfire of the Vanities, Fort Apache ve Colors gibi filmler kentli koyu renkli tehlike temasını güçlendiren ilk örneklerdi.
Yalnızca Güney Bronx’daki gözlemlerine dayanarak Katherine Simpson’un yazdıkları…
“Kentsel çöküşün Güney Bronx’daki metaforları hastalık ve savaş metaforlarıyla benzerdir.Ülkenin kentlerin durumu hakkındaki kaygısını ve gerçek sorunlarla yüzleşmekten kaçınmasını yansıtır. Kentsel mahalleleri yıkım ve hastalıkla özdeşleştirmek kentsel sorunları çevreleyen histeriyi güçlendirmiştir. Güney Bronx, savaş sonrası Dresden ve Londra’ya, Bronx çevreyolu ise Maginot hattına benzetilir. 20. yüzyıldaki Amerikalılar için savaş uzaklarda meydana gelen bir şeydi; savaşın imgeleri kentin hastalıklarına kayıtsız kalmak isteyen banliyöler için gerekli mesafeyi oluşturuyordu. Los Angeles’de kentsel çöküntü bölgeleri temizlenmesi gereken diş çürüklerine benzetiliyordu. Güney Bronx’un sorunları kentin bedenine saldıran bir kanser gibi, organik hastalıklarla mukayese ediliyordu. Bu metaforların tehlikesi ise ülkenin sorunlar karşısında sorumluluk almaktan kaçınmasını sağlamasıydı; görünmez bir düşman ya da bir hastalık insanın kendini gerçek sorunlardan ayrıştırmasını kolaylaştırıyordu.”
Estetik ve kültürel olarak tehlike bu sorunu) diyalektik olarak görmemektir. Şiddetin inkarı, şiddetin kendisi haline gelir, duygusallık, baskılanmış öfkenin dışavurumudur.
“Korku bir saldırganlığı, belirtisi tersyüz edilmiş, kaynağına dönen şiddeti saklamaz mı? Başlangıçta ne vardı; arzu, yoksunluk, ilksel korku, yoksa reddedilmenin şiddeti, saldırganlık, ölümcül öldürme güdüsü mü? Freud, Rousseauistik meleksi çocuğa tamamen yabancı, son derece karmaşık bir varlığı keşfederek, zalim yumurta-tavuk, neden sonuç döngüsünü terk etti. Ödipus kompleksiyle aynı zamanda, enfantili, sapığı, polimorfik cinselliği, arzu ve ölümün her zaman ve halihazırda taşıyıcısı olanı keşfetti.”
Kristeva
İşte bu nedenle kültürel üretim önemlidir. Kristeva ya da Klaus Theweleit’i okumak önemlidir. Ne hata bulursanız bulun bu çözümleme de önemlidir, çünkü size bir Tipper Gore[9] olmamanız gerektiğini hatırlatır.
“Çeşitleri ne olursa olsun kutsal olan iki yönlü bir yapı olabilir mi? Bir yönü, cinayet ve cinayetin suçluluk duyguları, kefareti ve ona eşlik eden tüm yansıtma mekanizmaları ve takıntılı ayinlerin meydana getirdiği toplumsal kontratla kurulmuş; diğer yönü ise sanki bir astar gibi, daha gizli ve görünmez, temsil edilemez, kararsız kimliğin belirsiz mekanlarına yönelmiş, kırılganlığa – hem tehditkar hem de kaynaşan arkaik ikiliye yönelmiş; özne/nesne ayrımsızlığına, dilin hükmünü kaybettiği yere doğru, korku ve nefretle örülmüş olabilir mi? Bir yönü savunmacı ve sosyalleşen, diğer yönü ile korku ve kayıtsızlık sergileyen. Bu durumda) Freud’un din ve obsesif nevroz arasındaki benzerliklerinin tasviri, kutsalın savunmacı yönünü de içermelidir.”
Kristeva
Franco Moretti 19. yüzyıl ortalarını, estetik gustonun Sanayi Devrimi’nin kültürünü ürettiği zaman olarak tanımlar. Kısmen, yaşlı aristokrasiye bir hürmet, ama aynı zamanda ileriye doğru, o sıralar üst sınıfla paylaşılan, kayıp feodal sembolizmin tahkimatı olarak. Mesele) Kilise ve sermaye birikimiydi ve sonuç Gotik’in yeniden doğuşu ve çeşitli yarı biçimli kültürel ucubeler oldu (St. Pancras). Ama bu aynı zamanda kalabalıkların algılanma biçimini de değiştirdi. E.P. Thompson, erken dönem sınıf ilişkilerinin, genellikle yerel olmak üzere, sıradan kalabalıkların üstüne ataerkil bir otoriteyle yerleştiğini söylerken değinmişti bu konuya. Thompson, bunun nedeninin) şiddetli anti-Jakoben duygular (ve aristokrasinin yeni kaygıları) ve toplumsal baskıların meşrulaştırılması olduğunu söylemişti. Politik ekonominin zaferlerinin ve kalabalıkların damgalanmasının, aynı zamanda estetik ve gustoda ortaya çıkan değişikliklerin başlangıcıydı. Moretti’nin keşfi, bir anlamda, burjuva kültürünü tanımlayan özelliğin ‘sıradanlık’ ve tutarlılık olmasıydı. En azından, biçimde tutarlı ve sürekliydi. Aslında, bir biçimde, bu tutarlılık sahte ve kaba bir çeşitlilikle maskelenmişti. Bugün, Adorno’nun ‘kanı’da belirttiği gibi, bir nesne arayan bir özneydi. Yeni ‘Yaldızlı Çağ’ en azından şimdilik, yeterli akla sahip olan bir mem[10] ve Hadid ve bir düzine star mimarın aracılığıyla gördüğümüz finans kapitalin mimarisiydi. Pekin Havaalanı terminali yeni St. Pancras’tı.
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Amerika_Birle%C5%9Fik_Devletleri%27nin_yeniden_yap%C4%B1lanma_d%C3%B6nemi
[2] Bizarre; ucube, garip (olumsuz anlamını vurgulamak için)
[3] Melting pot
[4] Akıl Hastalıklarının Teşhis ve İstatistik El kitabı 4. Baskı Amerikan Psikiyatri Topluluğu tarafından basılıyor. https://en.wikipedia.org/wiki/DSM-IV_codes
[5] İsa’nın çarmıha gerildiği yer, Golgotha.
[6] Çocuksuluk, bebeksilik, gelişmemişlik, ergenliğe erişememe hali, gelişme bozukluğu.
[7] Lacan’ın ikizi olarak tanımlanır. Neville Symington’a göre Freud’dan sonra en önemli psikoanalitik düşünürdür. Bion bir deney grubunda üç farklı grup olduğunu söyler; Bağımlı grup, Savaş ya da Kaç grubu ve Eşleşme grubu. Savaş ya da Kaç grubunun temel kültürel varsayımı bedeli ne olursa olsun kendisini korumak zorunda olduğu düşüncesidir. Bu da ancak bir insandan kaçarak ya da bir insan ya da bir şeyle savaşarak mümkündür. https://en.wikipedia.org/wiki/Wilfred_Bion
[8] Kişinin anüsünün aşırı ve ayrıntılı fallik gustasyonunun düşüncesi, eylemi ve gerçekleştirilmesi.
[9] Al Gore’un eski karısı, eski 2. lady, sansür yanlısı. https://en.wikipedia.org/wiki/Tipper_Gore
[10] Richard Dawkins, genetik olmayan yollarla, genellikle taklitle bir bireyden diğerine geçen davranış dizgesi ya da kültür öğesi, bir kültür içinde bir bireyden diğerine geçen; bir fikir, bir davranış ya da bir tarz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Mem
[john-steppling.com’daki 10 Temmuz tarihli İngilizce orijinalinden Murat Karadeniz tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.