Darbe girişimi ve baskı rejiminin sınıf mücadelesi ile ilgisi yoktur… Darbe girişimi ve baskı rejiminin sınıf mücadelesi ile ilgisi yoktur… Türkiye’de basına, üniversiteye, olup bitenleri ele alan aydınlara, akademisyenlere, siyasi çevrelere bakıldığında maalesef bu kanaat ediniliyor. Sanki bütün olaylar, kişilerin, siyasi grupların, gizli mistik teşekküllerin, emperyalist ajanların kurguladıkları bir sahneymiş gibi sunuluyor. Halbuki, dünyanın neresinde […]
Darbe girişimi ve baskı rejiminin sınıf mücadelesi ile ilgisi yoktur…
Darbe girişimi ve baskı rejiminin sınıf mücadelesi ile ilgisi yoktur…
Türkiye’de basına, üniversiteye, olup bitenleri ele alan aydınlara, akademisyenlere, siyasi çevrelere bakıldığında maalesef bu kanaat ediniliyor. Sanki bütün olaylar, kişilerin, siyasi grupların, gizli mistik teşekküllerin, emperyalist ajanların kurguladıkları bir sahneymiş gibi sunuluyor.
Halbuki, dünyanın neresinde olursa olsun, bütün siyasi ve iktisadi olaylar, toplumsal sınıflar, bu sınıfların mücadeleleri, çelişkileri zemini üzerinde, gerçekleşir. Siyasi mücadelelerin, devlet aygıtında klikler arasındaki çekişmelerin, siyasi şiddetin, arka planında, devasa bir sınıf mücadelesi vardır. Bu sosyal kanun, kendisini açık, belirgin, sınırları belirlenmiş, sivri biçimde çoğu kez gösteremez. Bu dönemlerde, toplumsal ve siyasi olaylar, sınıf mücadelesi ile bağlantısız gibi görünüş sergileyebilir. Ama nihai olarak, sınıf mücadelesi hattı bizatihi kendi mecrasını hayata geçirir.
F. Engels bir makalesinde, K. Marks’a gönderme yaparak, “Siyasal, veya dinsel, felsefi veya tümüyle başka bir ideolojik zeminde yapılmış olsun, bütün tarihi mücadelelerin, esasında toplumdaki sınıf mücadelelerinin şu veya bu ölçüde belirgin ifadesi (yansıması) olduğunu” ifade eder. (Louis Bonaparte’ın 18 Broumaire’ine önsöz) Devam eder… Bu durumun ‘materyalizmin bir kanunu olduğunu ve ilk kez K. Marks tarafından ortaya konulduğunu’ belirtir.
Tabii, şu da var, K. Marks’ın şiddetle eleştirdiği “kaba materyalizm”, devlet aygıtına, kişilere, kurumlara, siyasi öncülere kısacası “iradeye” hiçbir rol tanımaz. Onların tarihi değiştirme, hızlandırma, çelişkileri derinleştirme gibi rollerini kabul etmez. Bu güçlere özerk bir rol vermez.
Halbuki mesele, tarihsel bir çerçevede ve aynı zamanda “çelişkili bir bütünlük” içinde ele alındığında kişilerin, kurumların vb, sınıf mücadelesinin dolaylı veya dolaysız ifadeleri (yansıması) olduğu, sınıfların örgütlülüğü (sermaye, işçi sınıfı ve diğer sınıfların) siyasi temsiliyet kapasitesine bağlı olarak, devleti etkilediği, sarstığı görülecektir. Ve böylece sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına ve şiddetine bağlı olarak rolleri artacak veya zayıflayacaktır.
Gerek 15 Temmuz darbe girişimi, gerek AKP’nin sürdürdüğü baskı rejimi (Hükümetin şimdi, darbe girişimi veya Kürt sorunu üzerinden binlerce emekçiyi kapsayan cadı avına girişmesi de bu baskı rejiminin bir parçası) ve gerekse Kürt meselesinin sınıflar mücadelesinin doğrudan veya dolaylı sonucu olduğu muhakkak. Bütün bu olguların arka planına bakarak, meseleyi sınıflar mücadelesi zemininde ele almak bu makalenin başlıca amacı. Ama bir makale sınırları içinde konuyu ortaya koymanın ciddi güçlükleri de var. Bu nedenle konuyu tartışılmak üzere ana hatları ile ortaya koymakla yetineceğim.
Belirtmeden geçmemeli: Marks “sınıflar mücadelesi” olgusunu kendisinin bulmadığını, burjuva düşüncesinde (tarihçiler tarafından) zaten keşfedilmiş olduğunu belirtir. Yine, Lenin “iyi yetişmiş burjuva liberallerin prensip olarak, sınıflar mücadelesini kabul ettiğini” dikkat çeker. Bunları hatırda tutarsak, günümüz Türkiye’sinde devletle veya sosyal alanla ilgili meselelerde, politik çevrelerin ve aydınların sınıf zemininden (dolayısıyla tarihi materyalizm yönteminden) tamamen kopmuş olmalarının vahameti çok daha acı biçimde ortaya çıkar.
1-Baskı rejiminin maddi temelleri veya işçi sınıfının politik konumu
AKP iktidarının baskıcı bir yönetim sürdürmesinin (baskının şiddeti gittikçe artıyor) başlıca nedeni olarak yıllardır “moral, siyasi, ideolojik tutumlar” gösteriliyor. Maalesef sol siyaset ve aydınlarda da bu düşünce egemen. Kabul etmek gerekir ki, baskı rejiminin oluşumunda AKP’nin politik çizgisinin, siyasi geleneklerinin, İslamcı dayanaklarının, programının, liderliğinin kaprislerinin, parti kadrosunun özel çıkarlarının, devlet bürokrasinin tutumunun vs vs. etkisi muhakkak var. Bu etkileri incelemek, siyaset sosyolojisi bakımından öğretici de olur. Ama bütün bu ögelerin kapsamı ne kadar büyük olursa olsun, kapitalist bir sistemde, devletin demokratik örtüyü çekip çıkarmasını, aşırı otoriter bir hatta yönelmesini, yasakların ve baskının aşağıya doğru yayılmasını belirleyemez. Baskıcı bir rejimin gerekçeleri, muhakkak sınıf mücadelesine ve iktisadi sürece dayanır. Başka bir ifade ile sınıf mücadelesi ve iktisadi süreç baskıcı rejimin var olmasının sınırlarını belirler. Dolayısıyla Türkiye’de AKP iktidarının baskıcı bir karakteri ve bunun gittikçe yoğunlaşması sınıf mücadelesinin günümüzdeki şiddeti (düzeyi) ile sermaye biriktirme sürecinin ihtiyaçlarından kaynaklanır. İnceleyelim:
Bir burjuva partisi olarak AKP’nin, egemen sınıfın hangi kanadını temsil ederse etsin, öncelikli görevi “kapitalist toplumun zaruretlerini” yerine getirmek. “Elhamdülillah” bu konuda kendisini sınırlayan ideolojik, moral, politik engelleri de yok. En büyük itici gücü, doğrudan temsil ettiği orta ve küçük burjuva sınıfların çıkarlarının, işçi sınıfı sömürülmesi konusunda büyük sermaye ile ortak olması. 2002 sonundan 2016 sonbaharına kadar, her düzeyde (Yasa, idari karar, istihdam, sosyalleştirme vs) AKP’nin icraat listesi ile sermayenin (büyük küçük hepsi, yani TÜSİAD, MÜSİAD ve diğer irili ufaklı sermaye fraksiyonları) talepler listesi yan yana konulduğunda ciddi hiçbir çelişkinin olmadığı görülür. Yani AKP hükümeti “sermaye ne istedi de vermedi”? İki somut örnek vermekle yetinelim: AKP iktidarının işbaşına gelir gelmez, Meclis’ten geçirdiği ilk ciddi mevzuat (2003 Haziran tarihli) Yeni İş Kanunu oldu İkincisi, en küçük bir greve bile, devlet şiddeti ile müdahale etmekte tereddüt etmemesi.
Hatırda tutulması gereken, çok önemli bir tarihi olgu var: AKP, Türkiye işçi hareketinin, 1995’ten beri adım adım geri çekiliş eğrisinin, en dip noktasını oluşturan 2001 iktisadi krizinde uğradığı ağır yenilgi sonrası iktidara geldi. Türkiye işçi sınıfı, 1987’den beri yine adım adım elde ettiği kazanımların çoğunu 2001 krizinde sendika bürokratlarının ihanetiyle (aklıma daha betimleyici bir sözcük gelmiyor) yitirdi. Örgütlenme kapasitesi daraldı, moral bakımdan ciddi bir sarsıntıya uğradı ve nihayet sahadaki inisiyatifini yitirdi.
Böylece 2001’den sonra üretim sürecinde işçi sınıfı aleyhine yeni bir “çalışma rejimi” (12 Eylül 1980’den sonra olduğu gibi) tesis edilebildi. Bu rejim üç temel aksa dayanıyordu:
Birincisi, ücretlerin düşük olması,
İkincisi, esnekleştirme yani işten çıkarılmaların kolaylaştırılması,
Üçüncüsü, emek-yoğunluğunun artırılması.
Bu “çalışma rejiminin” devam etmesi, örgütsüz (sendikasız), grevsiz, fiili çalışma koşullarına tepkisiz, kitlesel hareket yeteneğini ortaya koyamayan, mücadelesi fabrika sınırlarını aşmayan, bir işçi kitlesini gerektirir. Baskı rejimi tamamen işte bu üretim sürecindeki yeni zaruretler ve koşullar (maddi zemin) üzerinden şekilleniyor. Bu koşullar, kamu sektöründe (bütçeden ücretlere daha az pay aktarılması) hizmetler sektöründe (karlılığın düşük olduğu bu sektörde düşük ücret hayati öneme sahip) çevreyi katleden enerji yatırımlarının yapılabilmesi için de geçerli.
Tabii ki bu koşullar, otomatik biçimde baskı rejimi üretmez. Devletin şiddeti, sınıf mücadelesinin toplumsal muhalefetin düzeyine göre şekillenir. İşçi sınıfının geriye çekildiği, örgütlenme düzeyinin düşük olduğu ve nihayet toplumsal muhalefetin son derece zayıf olduğu mevcut koşullarda baskının ağırlığı toplumun üzerine çökmüştür. En sıradan grevi sürdürmek, protesto gösterisini örgütlemek dahi güçleşmiştir.
Kapitalist devletin baskıcı rejiminin, süreklilik taşıyan siyasi propaganda ile tamamlanması gerekir. Hakkını teslim edelim ki AKP işçi kitlesinin muhtemel tepkilerini, üstlendiği milliyetçi, İslâmcı ideolojik söylemiyle ve sosyal harcamalarla (fakir yardımı, sağlık hizmetleri vb) da yatıştırmaya özen gösterdi. Bu aynı zamanda, egemen sermayeye paha biçilmez bir hizmet. Ve tersine, bu söylemin kitleler üzerindeki etkisi, işçi sınıfının mücadelesi önünde, çok ciddi bir engel oluşturuyor.
Sözkonusu çelişkiler derinleşmeseydi bile, uluslararası kapitalist batı sermayesi ile sıkı sıkıya bağlı bir “yerli egemen sermaye sınıfının”, doğrudan yönlendiremediği bir hükümete uzun süre tahammül etmesi beklenemez.
Geçerken, şu önemli konuyu da belirtelim: Sınıf mücadelesini, toplumu değiştirme eşiğine kadar sürdürmeye yetenekli yegane sınıf olan işçi sınıfının geri çekilmiş olması, siyasi örgütlenmesinin (ve bilincinin) zayıflığı, (küçük burjuva, kent yoksulu ve yarı-işçi) kitlelerin AKP ideolojisi ile seferber olmasına da imkan yaratıyor. Daha kötüsü bu küçük burjuva kitle (işçi sınıfının hegemonyası altında olmadığı bütün dönemlerde olduğu gibi) sosyal koşullarının iyileşmesini, İslamcı, milliyetçi siyasi taleplerin hayata geçirilmesiyle mümkün olacağına inanıyor. Dolayısıyla, durumunun kötüleşmesini, sol siyaset, çevre hareketleri, İslamcı yaşam tarzını benimsemeyenler vb’den kaynaklandığından hareketle gerici bir hat oluşturuyor. Ve böylece işçi sınıfının siyaset sahnesindeki konumu iyice gölge içinde kalıyor.
2-Darbe girişiminin maddi temelleri veya devlet aygıtının işlevi
Burjuva devlet aygıtı içinde (ordu içindeki bir fraksiyonun) silahlı bir grubun, çapı çok küçük olsa bile, darbeye girişmesi, pekala mümkün. Bunun pek çok (Türkiye ve dünyada) örnekleri var. Fakat bu türden küçük çaplı kalkışmaya girişiliyor olunması bile sınıflar arası mücadeleden, sınıf dengelerinden bağımsız meydana gelmez. Hele hele 15 Temmuz’da olduğu gibi çapı küçümsenemeyecek, ordu komuta kademesinin neredeyse yarısını kapsayan bir darbe girişiminin, (Ayrıca silahlı kuvvetlerin ve diğer kritik makamların merkezi düzeyde darbenin içinde olmadığı halen açık biçimde ortaya konulamadı) sınıflar mücadelesinden bağımsız olması mümkün olamaz.
Darbe girişimi, sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının geri çekilmiş olduğu, sermayeler arası çelişkilerin üzeri örtülemez biçimde derinleştiği bir zeminde (koşullarda) meydana geldi. (doğrudan işçi sınıfını hedef almadı ama başarılı olması halinde en büyük zararı işçi sınıfı görecekti) Darbe girişimi bu zeminde birçok etkenin oluşturduğu dolaylı olguların ürünüdür. Bu olguların zaman geçtikçe çok daha berrak biçimde ortaya çıkacağı muhakkak.
En başta, işbaşındaki hükümetle, egemen sermaye sınıfı arasındaki temsil sorununun yarattığı çelişkiler var. Bu çelişkiler siyasi iktidarın değişmesi veya darbe ile devrilmesinin en önemli maddi zeminini oluşturuyor. İnceleyelim:
AKP hükümetinin, sermayenin genel çıkarlarını koruyan politikaları gönüllü biçimde uyguladığı bir realite. Fakat Türkiye kapitalizmine yön veren, devlet aygıtını kendi çıkarlarına tabi kılan büyük sanayici, bankacı ve uluslararası sermayeden oluşan (bunlar büyük ölçüde TÜSİAD ve İstanbul Sanayi Odası’nda yığılmışlardır) egemen sermaye sınıfını doğrudan temsil etmiyor. Temsil etme gayesi de yok, temsil etme zorunluluğunu yumuşatan sınıfsal dayanakları var. AKP bu sermaye sınıfı ile iç pazarda rekabet eden (etmek zorunda kalan) orta ve küçük sermaye sınıfını doğrudan temsil ediyor. Kuruluş gayesi de zaten bu temsil ilişkisi. Bu nedenle temsil etmenin ötesinde bu sınıflarla organik bağları var. Bu sınıfın küçümsenmeyecek sayıda temsilcisi AKP’de aktif görevler üstlenmiş durumdalar. Bu nedenle iktidar süreci içinde, AKP (ANAP hükümetleri gibi) büyük egemen sermaye ile mecburi bir doğrudan temsil ilişkisini kurmaya yönelmedi.
F. Engels’in belirttiği gibi parlamentoya sol partilerin dahil olması nedeniyle, kapitalist bir ülkede devletin yönetimi işi, (neredeyse 100 yıldır) sadece hükümetlere bırakılmıyor. Hele hele kapitalizmin tekelci aşamasında devlet aygıtı, kapitalist sermaye birikiminin dolaysız bir mali aracı haline gelmişken, parlamentoda şekillenen hükümetler, devleti tek başına yönetemezler. Kapitalist devlet aygıtı parçalanmadan, (iktidara hangi eğilimden parti gelirse gelsin) devlet aygıtının asli işlevi sermaye sınıfının genel çıkarlarını koruyup kollamak olarak kalır. Zaten AKP hükümeti de sermaye birikiminin koşullarını genişleterek, işçi sınıfını ezerek bu işlevi “layıkıyla” gönüllü biçimde yerine getiriyor.
Fakat AKP muazzam ölçüdeki kamu fonlarını, siyasi gücünü kullanarak, bilinçli biçimde doğrudan temsil ettiği sermaye gruplarına aktarmanın türlü yollarını buldu. (Mesela orta ölçekli sermayeye özel düzenlemelerle kamu kuruluşlarının devredilmesi. Süreklilik kazanan aflarla, orta ölçekli şirketlerin pirim ve vergilerinin düşürülmesi. Özel arazi rantlarının sağlanması. Kamu İhale Kanunu’nun özel kaynak aktarımı sağlamak üzere 32 kez değiştirilmesi gibi.) Halbuki kapitalizmin tekelci aşaması aynı zamanda muazzam boyutlara ulaşan kamu kaynaklarının egemen sermaye tarafından kontrol edilmesi anlamına da gelir. Aslında AKP iktidarının ilk yıllarında egemen sermaye sınıfı, bu kaynakları 2008 krizine kadar doğrudan kontrol edebildi.
Başka bir ifade ile bu kaynaklardan büyük ölçüde yararlandı. Fakat bu tarihten sonra, büyük ölçekli askeri, enerji, ulaştırma siparişlerinden adım adım uzak tutuldu. Yani kamu fonları üzerindeki kontrolü gevşemeye başladı. Halen, kriz koşullarının sürdüğünü, sermaye sınıfının bütününde kar hacminin ve kar oranlarının gerileme eğiliminde olduğunu hatırda tutarsak, büyük sermayenin kamu fonlarından doğrudan yararlanmadan sermaye birikimini genişletmesinin mümkün olamayacağı anlaşılır. Dolayısıyla büyük sermaye bu duruma uzun süre tepkisiz kalamaz. Kısacası kamu fonları meselesi, AKP ile büyük sermaye arasındaki gerilimin başlıca maddi temelini oluşturuyor.
Kamu kaynaklarının kontrolü ile doğrudan ilişkili bir başka ciddi mesele devlet aygıtındaki kritik mevkilerde, uzun yıllar boyunca yerleşmiş olan egemen sermayenin adamlarının veya temsilcilerinin (hatta bizzat patronların) tasfiye edilmesinin yarattığı gerilimdir. (Mesela bürokrasinin masonik bağlara sahip unsurları kritik mevkilerden tasfiye edilmiştir.) Halbuki kapitalist devletin tekelci döneminin en belirgin eğilimlerinden biri büyük sermayenin şirket yöneticileri ile askeri personel ve devletin diğer kritik görevlilerinin iç içe geçmesi idi. Bu durum, kamu mali fonlarının kontrolüyle birlikte, sermaye birikimini doğrudan etkileyen iktisadi veya siyasi bir dizi kararın büyük sermayenin çıkarlarına uygun şekilde alınması için önemlidir. Yalnız bunlar da değil. Bu sayede egemen sermaye işbaşına gelen hükümetlerin politik “zikzaklarını”, kamu kaynaklarının “çarçur edilmesini” (sosyalleştirme harcamaları ve özel amaçlarla kullanımını) kontrol edebilir, yatırımları uluslararası ilişkileri, iç pazarın genişlemesini kendi özgül çıkarlarına göre öngörebilirdi.
Böylece, AKP iktidarı, genel olarak sermayenin ortak çıkarlarını koruyup genişleten bir yönetim sergilese de büyük sermayenin (bu tanıma uluslararası sermayeyi de dahil etmek gerekir) hükümet üzerindeki kontrolü önemli ölçüde gevşemiş oldu. AKP iktidarı, iç ve dış politikada kontrolsüz, öngörülemeyen, uzun vadede sermaye birikimini olumsuz etkileyecek politikalara sapabildi.
Bir başka gerilim konusu, AKP’nin doğrudan temsil ettiği orta sermayenin (sınırlı sayıda da olsa) iç pazardaki rekabet gücünün, egemen sermaye aleyhine genişlemiş olmasıdır. Egemen sermayenin ve temsilcilerinin “hukuka saygı, yasaların adil uygulanması” diye bağırıp çağırmasının (özgürlüklerin genişlemesi için hukuk ve yasaya pek vurgu yapmıyorlar) arka planını da işte bu rekabet gücünün yitirilmesi oluşturuyor.
Başlıca üç noktada özetlediğimiz çelişkiler büyük sermaye ve uluslararası çevreler için her seçimden galibiyetle çıkan AKP ve lideri R. Tayyip Erdoğan’ın, değiştirilmesinin maddi ve sınıfsal temelini oluşturuyor. Darbe girişimi tam da bu çelişkilerin üzerinde şekillenmiştir. Böylece darbe girişimi derinleşen bu çelişkilerin devlet aygıtı ve siyaset üzerinde yarattığı basınçla, gündeme gelmiştir.
Hiç kuşkusuz büyük sermayenin (uluslararası sermaye dahil) bu darbe girişimini doğrudan yönetmesi veya açık veya kapalı destek vermesi gerekmez. Hatta büyük egemen sermaye darbeyi lanetleyen bir pozisyon bile alabilir.
Ama nihai olarak kendi çıkarlarına göre işleyecek bir süreç sözkonusu olacağının da herhalde bilincindedir. Çünkü darbeyi fiilen üstlenen silahlı unsurların, devlet aygıtından AKP’li unsurları kesin olarak temizlemeyi hedeflemesi, aygıt üzerinde büyük sermayenin kontrolünün, dolaysız olarak yeniden kurulmasının imkanını yaratmış olacaktı. Ve bütün darbelerde olduğu gibi kısa sürede başta askeri mevkiler olmak üzere, devletin kritik makamları yeniden kapitalizmin tekelci dönemine has yerleşik “kurallara ve kanunlara uyan” çizgilerine dönerek, aslında egemen sermayenin çıkarlarını koruma işine devam edeceklerdi.
Aslında darbe girişimi, parlamentonun ve oradan çıkan bir hükümetin (bazı özel koşullar sağlanmadığı sürece) hiçbir zaman burjuva devletine hakim olamayacağını da açık biçimde gösterdi. Bu durum bile egemen sermayenin devlet aygıtı üzerindeki kontrolünün (AKP taviz vermek zorunda kalacağı için) belli ölçüde artmasına da neden olacağı çok açık.
Geriye, Fethullah Gülen Cemaati’nin darbe girişimindeki belirleyici çapta bir rolünün olup olmadığını incelemek, bunun sınıflar mücadelesindeki yerini ortaya koymak kalıyor. Hemen belirtelim darbe girişimini, iktisadi bakımdan sermayenin bir parçası olan, gücünü esas devletin kritik mevkilerine (Masonik ilişkilerin tasfiyesi ile) yerleşmiş olmaktan alan bir teşekkülün, devleti ele geçirmeye kalkışması olarak ele almak, en hafif ifadeyle “burjuva devlet teorileri”nin bile gerisine düşmektir.
Egemen sınıfın tartışılmaz gücüyle devlet aygıtı üzerine çökmüş olduğu, kapitalizmin aşırı biçimde merkezileşmiş tekelci devlet aşamasında, (gücü F. Gülen Cemaatini kat be kat aşan diyelim ki başka bir çetevari teşekkül dahi) darbe veya başka bir yolla devlet aygıtını tek başına yönlendiremez, ele geçiremez. Dolayısıyla herhangi bir bürokratik kliğin; dini esaslı bir cemaatin; yahut mafyatik ilişkiler şebekesinin bırakalım iktidarı ele geçirmesini, darbeye kalkışması bile tek başına ve özel bağlantıları olmaksızın mümkün olamaz. Çünkü devlet aygıtı üzerindeki her türlü girişim (siyasi iktidar değişikliği, uzun vadeli politika değişiklikleri, devletin biçiminin değişmesi) gerçek iktidar sahibi büyük sermaye sınıfına rağmen tamamlanamaz. K. Marks’ın belirttiği gibi, devlet iktidarı havada asılı durmaz, bir sınıfı temsil eder.
Şunu da belirtelim, Fethullah Gülen’e ve cemaatine başlangıçtan itibaren devlet aygıtının destek verdiğine, önünü açtığına dair pek çok kanıt var. Devlet başlangıçta destek vermeseydi, sonra gelişmesini teşvik etmeseydi bile, bu türden oluşumların, devlet aygıtını kendi özel istekleri, özel amaçları için yönetmeleri mümkün olamazdı. Tersine, bu tür oluşumlar, devlet aygıtına ciddi ölçüde nüfuz etseler dahi, kapitalist devletin bürokratik çarkı, onların özel çıkarlarını ve işleyiş mekanizmalarını törpüler. Kısa süre içinde devlet aygıtının temel işlevleri için kullanışlı, etkili sivri uç haline getirir. Aksi halde tasfiye olmaları kaçınılmazdır.
Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminde de Cemaatin işlevi, kolayca ve etkili biçimde harekete geçirilme elverişliliğine sahip, devletin kritik mevkilerinin sivri ve kanlı ucu olmaktan öteye gidememiştir. Darbe başarılı olsaydı, Fethullahçıların devleti yöneteceği iddiası bu nedenle saçma olduğu kadar komiktir de.
Bir süre geçtikten sonra, darbe girişiminin göründüğünden çok daha ciddi bir kapsama sahip olduğu görülecektir. Öyle anlaşılıyor ki sermayenin çıkarlarının tümüyle tehlikeye girme olasılığı (devlet aygıtının paralize olması ve iç savaş tehlikesi) nedeniyle yarım kalmıştır. Yarım kalmasının bazı pazarlıklar sonucu meydana geldiği kuvvetle muhtemel.
Şurası muhakkak ki, darbe başarılı olsaydı devlet büyük sermayenin çıkarlarına göre restore edilirken, işçi sınıfının koşulları iyileşmeyecek, (hatta geciken reformların hızla yapılması bahanesiyle) mevcut kazanımları ortadan kaldırılacaktı. Bunun hayata geçirilmesi ise özgürlüklerin çok daha geniş biçimde sınırlanmasını gerekli kılacaktı.
Umudumuzu koruyalım, gayretimizi artıralım… İşçi sınıfının birkaç gün sürecek kitlesel bir hareketi bile, AKP’nin seferber edebilir gözüktüğü küçük burjuva yığınların zayıflığını ortaya koyduğunda, AKP bu küçük burjuva kitlenin dolaysız desteğini yitirecek ve gerçek yüzü (işçi sınıfı için) kesin biçimde açığa çıkmış olacaktır. İşçi hareketinin kitlesel mücadelesinin örgütlenmesi ve politikleşmesi, siyasi alanda taşların yerine oturmasını da sağlayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.