Korku hiçbir zaman yok olmayabilir, ama biz güç ve denetim yoluyla onu etkisiz hale getirebiliriz “Korku, en amansız suikastçı; sizi öldürmez ama yaşamdan alıkoyar.” Bu eski Fransız özdeyişi savaşlarla, güvensizlikle, uzun süreli ekonomik krizler ve ekolojik felaketlerle harabeye çevrilmiş bir dünyada güçlü şekilde yankılanıyor. Yaygın korku; sosyal olabilme, empati ve dayanışma gösterme, düşünme, özerklik ve adalet […]
Korku hiçbir zaman yok olmayabilir, ama biz güç ve denetim yoluyla onu etkisiz hale getirebiliriz
İspanyol ressam Francisco Goya’nın, 3 Mayıs 1808 ya da Madrid’de 3 Mayıs 1808 (İspanyolca: El tres de mayo de 1808 en Madrid) adlı tablosu.
“Korku, en amansız suikastçı; sizi öldürmez ama yaşamdan alıkoyar.” Bu eski Fransız özdeyişi savaşlarla, güvensizlikle, uzun süreli ekonomik krizler ve ekolojik felaketlerle harabeye çevrilmiş bir dünyada güçlü şekilde yankılanıyor.
Yaygın korku; sosyal olabilme, empati ve dayanışma gösterme, düşünme, özerklik ve adalet için mücadele etme, dünyayı ve onunla beraber kendimizi değiştirme eylemi için istekli olma gibi en değerli yeteneklerimizi tehdit eder. Korku; zulmü teşvik etmenin yanısıra her türlü baskı ve şiddeti meşrulaştırma yoluyla, suskunluk ve acizlik duygularının tetiklenmesiyle ilişkilidir.
Spinoza’dan Arendt’e ve Zapatistalara değin siyaset kuramcıları, yaygın korkunun canlılığımızı tehdit ettiğini ayrıntılı olarak ortaya koymuşlardır. Peki neden? Çünkü uzun sürelidir (anlık korku deneyimleri avuç içlerimizi terletir ve soğutur, sesimizi titretir, gözlerimizi doldurur ve boğazımızdan bir çığlık salıverir), sistemik korku bugün dünyanın çoğunu içine çekmiştir. Bu tip korku çoğunlukla, hislerin hem kişisel hem de toplumsal düzeyde bastırılmasıyla deneyimlenir. Toplamda, korku herkesin düşünmekten ya da kendini farklı biçimde ifade etmekten ürktüğü köreltici bir etki yaratır.
Korku; dikkatimizi dağıtmak, bizden para kazanmak, yalan vaatlerle bizi kandırmak ve düşmanlıkla doldurmak için planlanmıştır. Korku; ırkçılık ile yeni ve her zamankinden daha kötü düşmanların her daim belirlenmesi gibi akıldışı tutkuları tutuşturur. Korku, insanların içe dönmelerine, sevgi ve ilgilerini sadece en özelleşmiş ve politik olarak yakıcı taraflara vermelerine neden olur. Peki yapılacak olan nedir?
Son on yılımı bu soruyu düşünerek ve tüm dünya çapında aktivistlerle, akademisyenlerle ve sanatçılarla bu soru hakkında konuşarak geçirdim. En cesur yanıtlardan biri, Guatemala’nın acımasız iç savaşının ardından cezasızlığa ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı harekette ön planda olan El Sector de Mujeres kuruluşundan, Guatemalalı feminist aktivist Sandra Moran’dan geldi.
Meksika’daki Ciudad Juarez’den gelen şiddet karşıtı yeni dönem feministlerden Ester Chavez ziyaretini anlatırken “dirençli korku, hem bireysel kararları hem de kolektif eylemleri içerir” dedi.
“Chavez o şehirde, kadın cinayeti karşıtı hareketin önde gelen figürü olmuştur. Kadın cinayetlerini, onu besleyen cezasız kalmaları ve her iki yerde de yerleşik halkı kuşatan korkuyu durdurma stratejilerini paylaşmak için Guatemala City’ye geldi.
O gece birileri hırsızlık amacıyla ofisimize girdi. Aldıkları tek şey bizi arayanların numaralarını kaydeden, fazlasıyla gösterişsiz güvenlik sistemimizdi. Bu makinenin alınmasının mesajı netti. Geri adım attık.
İki hafta sonra bir toplantı çağrısı yaptım ve böyle gitmeyeceğini söyledim. Başarısız olmamızı istiyorlardı böylece konuyu sokağa dökmeyecektik. Sessiz olmamızı istediler ve bu hakkı onlara vermiş olduk. Bu bir strateji değildi. Bu yüzden bu kadarının yeterli olduğuna karar verdik. Daha sonra, halka açık konuşma, röportajlar yapma ve sokaklarda bağırma gibi eski stratejilerimize geri döndük çünkü kamusal alan benim için güvenliğin kendisiydi.”
Moran’ın deneyimi, yılgınlık ve korkunun direnmeyi engellemek için kullanıldığının gündelik gerçek bir örneğidir. Korkunun dikkatli kullanımı, eylemcileri geri adım atmaya zorlamak ve onların itaatsiz olmalarını önlemek için tasarlanmıştır ve etkilidir. Ama Chavez ve El Sector de Mujeres’de olduğu gibi, halk; hükümetteki siyasi girişimciler, iş dünyası, güvenlik endüstrisi ya da ticari medya tarafından üretilse dahi bir korku kültürü tarafından manipüle edilmemesi gerektiğini bilir. Bizim itkimiz korkunun üstesinden gelmeli, cesur olmalı ve toplayabildiğimiz her türlü içsel kuvvetten yararlanmalı, böylece eyleme geçmeye devam edebilir, yaratabilir ve direnebiliriz. Ama nasıl?
İnsanların korku ile mücadelelerine yakından bakmak öğreticidir. Araştırmalarımda bulduğum, toplumsal korku ile mücadele, bizi nelerin korkuttuğunun ötesinde bir hareket, bir olumlamadır.
Örneğin, Marcus Rediker, köleler, denizciler ve deniz kapitalizminin korsanları arasındaki aşırı şiddete ve baskıya karşı isyanın ve direnişin gizli tarihine odaklanan bir “tabandan” küreselleşme tarihçisidir:
“On sekizinci yüzyılda, bütün cezaların örnek teşkil etmesi amaçlanıyordu”. “Örneğin kamusal alanda idamlar; özel mülkiyetin, iktidarın, sınıfın birinin elinde toplanmasına dair ders vermek anlamına gelen büyük gösterilerdi. Özel ve açık bir korku tiyatrosu dışarıda, darağaçlarında sahneleniyordu. Halka açık idamlara katılanların çoğu; otorite ve ölüm oyunlarını lanetleme ile boyun eğme ve korkuyu izlemeyi reddetme gibi uzun süreli ve güçlü bir geleneğe neden oldular.
Korsanlar, genelde koloninin en zengin kişisini de içeren, infazlarla büyük kalabalıklardan önce yüzleşti. 1720 yılında Virginia’da, mahkum edilen korsanlara infazdan önce bir bardak şarap verilirdi ve bunlardan biri öne çıkarak kadeh kaldırıp ‘valiye lanet ve koloniye kargaşa’ derdi. Bazıları muhtemelen dramanın bir parçası olarak, hükümlülerin muktedirleri lanetlemesini izlemek için gelirdi. Ölümle burun buruna gelen insanlar pişmanlık ve itaat göstermeyi reddederek güçlerini gösterirlerdi.
Darağaçları insanların ‘Ölümde bile, senden korkmuyoruz.’ dedikleri korkusuzluk için bir fırsattı.”
Korku karşısında böylesi radikal cesaret takdire değerdir ve zalim iktidara karşı dururken şüphesiz özenilecek bir şeydir. Şu ana kadarki egemenlik tarihinin gösterdiği gibi, siyasi korku özellikle acizlik hissinin yayılmasına neden olan bir araçtır.
Ancak, nüfuzlu Marksist-feminist düşünür Silvia Federici ile konuştuğumda, korkunun neden bu şekilde felç edici olması gerekmediğini açıkladı. Federici, sadece İtalya’daki faşizm döneminde yaşamı ve çalışmalarında maruz kaldığı korkulardan değil aynı zamanda tarihin en vahşi öldürücü korkularından biri olan Avrupa ve sömürgelerindeki cadı avından da farklı bir bakış açısıyla, yoğun tecrübeyle bahsetti.
“İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya’da büyümekte olan küçük bir çocuktum.” “İkinci Dünya Savaşı sırasındaki faşizm, ırkçılık ve Nazizm karşıtı hareketler; siyaset, hareket inşası ve dayanışma anlayışımı şekillendirmiştir. Nihayetinde hareketlerin gücü, insanların korkularıyla başa çıkmalarını ve mücadelenin parçası olmalarını sağlıyordu. Onlar kolektif bir kimlik ve kendilerinden önde giden bir tarih oluşturdular.
Bu, onların imha edilme olasılığını gözde büyütmenin, her zaman düşünüldüğü gibi yıkıcı ya da aksatıcı olmadığı anlamına geliyordu. İnsanlar faşizme karşı mücadelede kolektif bir benliğin parçası olduklarından, bir anlamda, hayatın kurban edilişi bile bireysel tarihlerinin sonu olmaz. Onlar dünyevi hayatlarının sınırlarını aşan ve ölümü, kadim ölüm olasılığını katlanılabilir yapan bir şeylerin parçasıdırlar.”
Bu konuşmalardan çıkarılması gereken bir sonuç var mı? Bence şudur: insanlar tek başlarına korkunun üstesinden gelmeye odaklanmamalı, ancak korkunun kaynaklarına, korkuyu egemenliğin ve tecritin etkili bir aracı haline her gün yeniden getiren toplumsal düzene karşı hep birlikte mücadeleye odaklanmalı.
Yakından baktığımızda, sistem karşıtı hareketlerin tüm dünya çapında her gün yaptığı şey budur: Yunanistan’da kemer sıkma karşısında karşılıklı yardım ağları geliştiren ve faşist politikalara daha fazla itiraz eden sıradan insanlardan, Kahire’de Tahrir Meydanı’nda toplanıp ‘korku duvarı[nın] yıkıldı’ğını tekrar tekrar ifade eden halk yığınına değin milyonlarca başka insan eylemleriyle ‘Öteki’nin bir korku nesnesi olduğuna dair hakim mesajı reddediyordu. Buna karşın, tüm bu örneklerde uzun süren küresel krizlere, savaşlara ve mülksüzleştirmelere verilen yanıt dayanışma ve dostluklaydı.
Her türlü konuşma; olabilirlik, açıklığa kavuşturma ve keşfetme duygusu ile harekete geçer. Konuşmak, ilişkiye geçmek ve birlikte hareket etmek, sorunları ayrıntılı incelememize ve yeniden düşünmemize yardımcı olur. Onlar, alışıldığı üzere yalnızlık, anksiyete, depresyon ve umutsuzluğu vurguluyorlar. Korku bu süreçte ortadan kaybolmayabilir, ama o eski Fransız özdeyişinin dediği gibi o ‘bizi yaşamdan alıkoymamalıdır’.
Bunun yerine, verimli olan duygusal ve toplumsal enerjimizi, gücün ve denetimin teknolojisi olarak korkunun etkisiz hale geldiği bir dünya yaratmak için adamalıyız. Sistemsel korkuya karşı etkin direnme, bireyler olarak cesur olacağımızı deklare etmemizle basitçe gerçekleşmez. Bu yalnızca, korkuyu bir yaşam biçimi olarak reddetmeyi önceleyen bir dayanışma ve ortaklığın toplumsal altyapısını oluşturmak ve hayal etmekle mümkün olacaktır.
[opendemocracy.net sitesindeki 21 Eylül 2015 tarihli İngilizce orijinalinden Çiğdem Çolak Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.