Vedat Türkali’nin, büyük bir sevgi halesiyle kuşatılmasının başat nedeni, 90’lı yılların o puslu günlerinde geliştirdiği direniş ve akıntıya karşı yüzme azmiydi
Vedat Türkali’nin, büyük bir sevgi halesiyle kuşatılmasının başat nedeni, 90’lı yılların o puslu günlerinde geliştirdiği direniş ve akıntıya karşı yüzme azmiydi
Hayatın en şaşmaz yasası bir kez daha hükmünü yürüttü. Sosyalist aydın Vedat Türkali yaşamını yitirdi. Türkali’nin ölüm haberinin duyulmasıyla birlikte sosyal medyaya yansıyanlar, onun ne kadar büyük bir sevgi halesiyle kuşatılmış olduğunu gösteriyor.
Bu büyük sevgi halesi boşuna değil…
Vedat Türkali’yi kuşatan bu sevgi halesi, onun ülkemiz sineması ve edebiyatına taşımış olduğu parlak ışığın ve tüm yaşamı boyunca ezilen ve sömürülenler safında net ve kararlı bir politik duruş sergilemiş olmasının ürünü.
Vedat Türkali, “Karanlıkta Uyananlar” filmi ile, 1960’ların hareketli dünyasında ülkemizde hızlı bir gelişme ritmine sahip olan işçi sınıfını ve sınıf mücadelelerini sinemaya taşımıştı ve onun bu başarılı girişimi, ülkemizde zaman içinde gelişecek politik sinema birikiminin başlangıç noktasını oluşturuyordu.
Vedat Türkali’nin ülkemiz sinemasındaki bu ön açıcı tarihsel rolü çok önemlidir ve bu işi Vedat Türkali’nin üstlenmiş olması, onun içinde biçimlendiği kültürel ve politik ortamın ürünüdür. Bu nasıl bir kültürel ve politik ortamdır?
1919 yılında doğmuş olan Vedat Türkali, Edebiyat Fakültesi’nde okumuş, okulu bitirdikten sonra edebiyat öğretmenliği yapmıştı, ancak edebiyatla kurmuş olduğu sıkı ilişki çocukluk dönemine dek uzanıyordu. Tüm yaşamı boyunca edebiyatla sıkı bir ilişkisi vardı, ancak onun formasyonunu oluşturan kültürel ve politik ortam daha fazlasına sahipti…
Vedat Türkali politik mücadeleye gençlik yıllarında, o dönem yasadışı olan Türkiye Komünist Partisi saflarında katılmıştı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yeni bir örgütlenme hamlesi gerçekleştirmeye çalışan TKP, 1951 yılında tarihinin en büyük tutuklaması ile yüz yüze gelmiş, bu tutuklama sürecinde yoldaşlarıyla birlikte ağır işkencelere maruz kalan Türkali de tutuklanmış ve yedi yıl hapishanede kalmıştı.
TKP’nin ayırıcı özelliklerinden biri, o dönemin üretken ve yaratıcı aydın ve sanatçılarını saflarında toplayabilme yeteneğine sahip olmasıydı. Bu durum, TKP’nin kendi özgül performansının ötesinde, dünyanın o günkü koşullarında komünist hareketin sahip olduğu yüksek prestij ve kültür sanat alanına derinliğine kök salmış olmasıyla yakından ilişkiliydi.
Uluslararası alanda gözlenen bu prestij ve derinliğine kök salış Türkiye’de de var olan bir eğilimdi. Kültür ve sanattan, bilim ve felsefeye uzanan bir alanda TKP mensupları ve oluşturdukları çevreler çok önemli bir birikimi temsil ediyordu.
Vedat Türkali bu birikimi yerel ve evrensel boyutlarıyla içermiş; bu birikimin hem ürünü hem de gelişkin bir parçası olmuştu.
1974 yılında, “Bir Gün Tek Başına” ile edebiyat alanında yaptığı açılış, sinemada açmış olduğu yolla benzerlikler taşır. Politik edebiyat, politik roman ülkede yeni değildir. Türkali’nin eserinde yeni ve sarsıcı olan, yarattığı sinemasal roman dili, bilinç akışının olanaklarını kullanmaktaki ustalığı idi.
“Bir Gün Tek Başına”dan sonra gelen, “Yeşilçam Dedikleri Türkiye”, “Mavi Karanlık”, “Tek Kişilik Ölüm” 1960’lar, 1970’ler ve 1980’ler Türkiyesi’nin toplumsal ve siyasal gerçekliğini en canlı halleriyle, adeta elimizi uzatsak tutuverecekmişiz duygusu yaratan kanlı, canlı roman karakterleri aracılığıyla önümüze seriyordu.
Hepsi çok yoğundu. Hepsi çok politikti. Ve yapılan edebiyattı.
Vedat Türkali, ya edebiyatın politikaya kurban edilmesi, ya da politikanın edebiyat dışına itilmesi ile sonuçlanan ve aslında var olmayan bir ikileme dayanan gerilimi, sahip çıktığı politik ve kültürel geleneğin gelişkin araçlarını kendi yazınsal pratiğinde yeniden daha üst bir seviyede üreterek aşmıştı.
Ve 90’lı yıllara gelmiştik…
Tarihin bir istihzası olsa gerek…
Sosyalist ülkeler yıkılmış…
Her yer, hiç yorulmadan, duvarların aslında komünistlerin üzerine çöktüğünü, “tarihin dinamitinin” patlama yeteneğini ilelebet yitirdiğini söyleyen eski komünistlerle dolmuştu.
Emperyalist merkezler gerçek bir politik zafer kazanmıştı ve sermayenin sözcüleri dünyanın her yerinde fıtratları gereği; artık tek yol devrim değil, o yol kapandı, artık başka bir alternatif yok!, “Tarihin sonu”na gelindi, serbest piyasa ekonomisi, parlamenter demokrasi ve Batılı kültürel değerler sacayağına dayalı bir model insanlığın evriminin ulaşacağı son nokta olarak tescil edildi diyorlardı.
Ama emperyalist merkezlerin bu propaganda taarruzundan daha etkili olanı, eski komünistlerin önemli bir kısmında gözlenen çözülme eğilimi idi. Eski komünistler arasında, “işçi sınıfına elveda”, “devrimci sınıf partisine elveda”, “sınıf indirgemeciliğine elveda” ve liberalizme merhaba ayinleri başlamıştı. Her ayinde Marksizm-Leninizm’in yeni bir yanlışı, liberalizmin yeni bir meziyeti keşfediliyordu.
Vedat Türkali’nin, büyük bir sevgi halesiyle kuşatılmasının başat nedeni, 90’lı yılların o puslu günlerinde geliştirdiği direniş ve akıntıya karşı yüzme azmiydi.
O büyük direniş ve azim devasa boyutlardaki “Güven”de cisimleşmişti. “Güven”de ülkenin komünist hareketinin tarihi, komünizmin her yerde kapı önüne konduğu bir zamanda derin bir sevgi ve yüksek bir coşku ile estetize ediliyordu.
Vedat Türkali “Güven”le sadece kendi sanatsal ve politik çıtasını son derece yüksek bir noktaya taşımakla kalmıyor; o dönemin koşullarında direnmek isteyen yeni kuşak komünistlere çok değerli motivasyon kaynakları sunuyordu. “Güven”in daha iyi kavranılabilmesi için yazdığı anılarından oluşan “Komünist”te politik kimliğini bir kez daha ödünsüz bir biçimde ortaya koyuyordu.
Ama sadece bu kadar değil…
90’lı yıllarda, Kürt halkının temel demokratik-ulusal hakları için yürüttüğü mücadelede aldığı net politik tutum ile, egemen sınıfın devletinin ürettiği argümanlarla meseleye yaklaşan kimi “eski arkadaşları” ile de yollarını ayırma konusunda hiç tereddüt göstermedi.
Konuya ilişkin yazdığı kimi yazılar ve yaptığı konuşmaların bir araya getirildiği kitabı “Kürt Yazıları”nda, onun hem teorik ve politik beslenme kaynaklarını, hem de konuyu ele alışındaki teorik ve politik derinliği görme olanağı vardır.
Herhalde eseriyle en fazla Nazım Hikmet’e benziyordu…
Farklı alanlarda da olsa, her ikisi de, sanat ve politikanın birbirini dışlayan değil tam aksine besleyen kanallar olduğunu en başarılı eserlerle ortaya koymuşlardı.
Vedat Türkali bu konuda şöyle demişti: “Nazım’ın şiirde yaptığını, romanda yapmak istedim ben tabii. O bir dehaydı, ben bu kadarım.”[1]
Ve başka bir yerde, teorik ve politik beslenme kaynaklarına ilişkin şöyle diyordu: “Uzun yıllar boyu yaşadıklarımı, kiminde tek tek gözlerimin önünden geçirince kendimi, kimi olaylardan ötürü gerçekten talihli sayarım. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yla cezaevindeki karşılaşmış olmam, daha sonra da yıllar yılı yakınında bulunmam en önemlilerinden biridir bunların.”[2]
Vedat Türkali, Türkiye Komünist Hareketi’nin tarihine ilişkin romanlarını yazarken, aynı zamanda hareketin tarihine ilişkin en ciddi araştırmalardan birini de yapmıştı. İhtiyaç duyduğu belgelere ulaşabilmek için Sovyetler Birliği’nde bulunan arşivlere kadar gitmişti. Onun belgesel tadındaki çalışmalarıyla, komünist hareket geçmişiyle daha güçlü bağlar kurma ve kendi köklerini daha iyi keşfetme ve kavrama olanağına da sahip oldu.
Birçok eski yoldaşının düzene döndüğü, geçmişe haksızca saldırdığı günlerde, bir söyleşide sorulan soruya aşağıdaki yanıtı verdiği için o hepimizin sevgili Vedat yoldaşı ve bu büyük sevgi halesiyle kaplı… Ve o, eserlerinin yaydığı parlak ışık ve bıraktığı onurlu, direnişçi imge ile hep yaşayacak…
Söyleşide şunları söylemişti:
İçinde yaşadığımız sistem insanlara ne getiriyor: İşsizlik, yoksulluk. hastalık. Neden? Mülkiyet hala bireysel çünkü… Pazar tıkanıyor. Bugün dünyada kapitalizmin yaşadığı sorun budur. Kendine pazar arıyor. Pazar yaratabilmek için de yıkıyor, öldürüyor, savaşıyor. İnsanoğlu hep bu acılardan, çözümsüzlüklerden kurtulma ihtiyacı içinde. Oysa sosyalizm eğitim, sağlık, işsizlik sorunlarını çözmüştü. Peki bugün egemen olan global sistem ne yapıyor? İşsizlik sorununu yaratıyor. İnsan sağlığını sömürmek için en rezil yollara başvuruyor; eğitimi önlemek için denemediği yol yok! Emperyalist bir kültürü ‘yaşam biçimi’ diye tanımlayarak, dünyaya yaymaya çalışıyorlar.[3]
[1] Yaşadığım Dönemin, Bir Tarihin Yok Olup Gitmesini İstemedim, Vedat Türkali ile Söyleşi, E Dergisi 1999.
[2] Önsöz, sf. 5, TKP ve Dr. Hikmet, Cenk Ağcabay
[3] Söyleşi, E Dergisi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.