Yenemeyen yenilir, düşürülemeyen güçlenir. RTE, darbeyi püskürten, ezen başkomutan edası ile demokrasi havarisi kesiliyor. Avrasyacılıkla flört ederek, bir taraftan Batı’ya vazgeçilebilirlik korkusu yaşatıyor, diğer taraftan anti-Amerikan tepkileri AKP düzenine payanda yapıyor. Batı nezdinde yeniden muteber hale gelebilmek için başvurmayacağı provokasyon yoktur. Osmanlı’da oyun çoktur. 15 Temmuz 2016’yı nasıl anlamak gerekir? Naklen kabusa çevrilen bir uzun […]
Yenemeyen yenilir, düşürülemeyen güçlenir. RTE, darbeyi püskürten, ezen başkomutan edası ile demokrasi havarisi kesiliyor. Avrasyacılıkla flört ederek, bir taraftan Batı’ya vazgeçilebilirlik korkusu yaşatıyor, diğer taraftan anti-Amerikan tepkileri AKP düzenine payanda yapıyor. Batı nezdinde yeniden muteber hale gelebilmek için başvurmayacağı provokasyon yoktur. Osmanlı’da oyun çoktur.
15 Temmuz 2016’yı nasıl anlamak gerekir? Naklen kabusa çevrilen bir uzun geceden geride kalan sadece bertaraf edilmiş bir darbe girişimi midir, yoksa “yeni Türkiye”nin ilk alarm zili midir? Önce bir “mıntıka” temizliği yapmaya ihtiyaç var. Anlamayı berraklaştırmak için şart bu. Zira medya papağanlarından akademi softalarına, siyasi düzenbazlardan sivil toplum şeflerine büyük bir koro beyin yıkama seansları icra ediyor.
Tekerlemeler aynı: Darbe kötüdür; seçilmişler baş tacıdır; demokrasi ilaçtır; mili irade mutlaktır vs… Baştan belirtelim; siyaseten toptancı tutumları şüpheyle karşılıyorum. Her şeyi aynı kefeye koymak, aynı şekilde yaftalamak sağlıklı değildir. Sosyal olayları başı-sonu bıçak gibi birbirinden ayırarak ve tek boyutlu ele alarak incelemek doğru olmaz.
Çağcıl iktidar olma yolunun halkoyu ile belirlenmesi, sandıkta tecelli etmesi temeldir. Ancak olağan iktidar yolunun tıkandığı, sandık sonuçlarının çarpıtıldığı, egemen güçlerin çeşitli manipülasyonlarla iktidarı gasp ettikleri ya da iktidarı bırakmakta direndikleri anlarda “darbe” halk açısından meşru bir yöntem olarak kaçınılmaz olabilmektedir. Dolayısıyla ilkesel olarak her darbeyi mahkum etmek, tarihi gerçeklere aykırıdır.
Darbelerden darbe beğenmek, halkın seçimi değildir. Halka daima kırk katır mı, kırk satır mı ikilemi dayatılmaktadır. Örgütsüz halk, şekilsiz bir kütle, elastik bir yığındır. Bu haldeki halkın yüceltilmesi, özellikle “biat” kültürüne bağlı despotların marifetidir. Çünkü halkı parmaklarında oynatmaları böyle daha kolaydır. Halkın her alanda, en geniş ve en sağlam örgütlü temsili etkinleşmeksizin, eğitim ve gelir adaletsizliği giderilmeksizin demokrasi boş bir laf, milli irade naylon bir kalıp, seçilmişler ise maskeli zevattır.
15 Temmuz tırmandırılan gerilimin sonucudur
Türk Dil Kurumu sözlüğünde darbenin kelime anlamı vuruş, çarpış olarak belirtildikten sonra iki türlü tarif ediliyor: “1. Bir ülkede zor kullanarak yönetimi -hükümeti- devirme işi, 2. Birini kötü duruma düşüren, sarsan olay, yıkım, felaket.” Türkiye ikinciden birincisine yol almıştır. 2002 AKP iktidarı ile birlikte cari düzeni sarsan, felakete sürükleyen bütün adımlar atılmış, düzenin kimyasını bozan her türlü müdahalede bulunulmuş, darbe sarmalına/sürecine itilmiştir. Darbeyi darbeler doğurmuş, darbenin de darbe doğurmasının önü açılmıştır. 15 Temmuz yıkıma sürüklenen, kötü duruma düşürülen, felaketin eşiğindeki “eski rejim”in aczidir.
Basitçe sıralayacağım. AKP, cumhuriyetin bütün sütunlarına savaş açmış; dindarların zulüm gördüğü iddiası ile laisizmi kemirmeye başlamış, eğitim sistemini dinselleştirmeye, bütün okulları imam-hatipleştirmeye, kamusal yaşamı tek-tipleştirmeye yönelmiş; devletin laik niteliğini tanımadıklarını ilan etmiştir.
AKP düzeninde ibadet ve inanç meziyetten sayılmış, liyakat çöpe atılmıştır. Tarihle yüzleşme adına TC’nin kurucu liderlerini tarihten silmeye yeltenmişler; “cibiliyetsiz”, “ayyaş” diyerek hakaret etmişler; her fırsatta milli günlere sansür uygulamaya çalışmışlar; G. Sorosların, G. Fullerlerin Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı tezlerini/buyruklarını pazarlamışlar; “kindar ve dindar” bir nesil yetiştirmek için ne lazımsa yapmışlardır.
Vesayet odaklarını ezeceğim diye asker-millet ruhunun timsali ordu kriminal olaylarla özdeşleştirilip itibarsızlaştırılmış, fizikman kırılmış, mahremi yaban ellere geçmiş; elitlerin hukukunu sonlandırma safsatası altında yargı politize edilmiş; polis devletini inşaya hız verilmiştir. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın (RTE) savcılığını üstlendiği ve üst perdeden Türkiye’nin “bağırsaklarını temizlediği”ni ileri sürdükleri Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi düzmece davalarla ülkenin savunma gücü tahrip edilmiş, NATO’ya bağımlılık artırılmıştır. Ordunun disiplini, birliği parçalanmış; imam yetiştirmekte bile ihtiyaç duyulan “meslek” okulu yaklaşımı subay yetiştirmekte terk edilerek asırlık askeri okullar kökten kapatılmıştır. Ama öbür taraftan darbede rol alan hakimi, din adamını, sağlıkçıyı yetiştiren hukuk fakültelerini, diyaneti, üniversiteleri kapatmamak çelişkisine düşmüşlerdir. Eğitimde sorunları en iyi şekilde halletmek için Milli Eğitim Bakanlığı’nı kapatmayı çare gören anlayış hortlamıştır.
Geleneksel barışçı dış politika düsturu korkaklık sayılarak, bütün bir kuşak diplomatlar monşerlikle karalanmış, yeni-Osmanlıcı emperyal hayallere kapılıp tüm komşularımıza rejim ihraç etme denemelerinde bulunulmuş; Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı payesinden aldıkları güçle Türkiye’yi taşeronluğun bataklığına saplamışlardır.
Devleti milletin devleti yapma yalanı eşliğinde devletin tüm varlığını, kurumlarını, kaynaklarını milletin anasına küfredenlere parsel parsel satarak devleti fetret devrine sokmuşlardır. Zarar ettiğini iddia ettikleri KİT’lerden başladılar; köprüler, yollar, ormanlar derken sıra DSİ, PTT, MTA, MKE gibi kurumlara geldi.
Anayasal düzeni kendilerine uyduramadıkları yerde buzdolabına kaldırmaktan, parlamentoyu by-pass yapmaktan ya da gece baskınları ile parmak çoğunluğuna dayanarak akıllarına estiği şekilde torbaya doldurulan düzenlemelerle parlamentoyu göstermelik hale düşürmekten çekinmemişler; fiilen başkanlık düzenini dayatmakta bir anormallik görmemişler, ağızlarına sakız yaptıkları demokrasinin hedefledikleri istasyona kadar katlanılacak bir tramvay olduğunu saklayamaz olmuşlardır. AKP’nin zayıf yanlarından biridir bu: “Eski rejim”in tüm dengelerini bozmuş, ama kendi düzenini henüz tam yerleştirememiştir.
Yargının yer yer aleyhlerine kararlarını prangaya benzeterek, yargıda bir mezhebin hakimiyetini ima ederek hukuka inançsızlıklarını yahut da riyakarlıklarını dışa vurmuşlar; keyfi, yanlı uygulamaları yol yapmışlardır. Yargının karşısında kimsenin ayrıcalığı olamayacağını tekrarlaya tekrarlaya kendileri koruma zırhına bürünmüş, suçun kişiselliği ve somutluğu, mülkiyetin dokunulmazlığı, kötü muamele ve işkencenin insanlık suçu olduğu kuralı bir yana atılarak toptan kurum ve kuruluşlara paldır-küldür el konulur olmuş; dahası insanların işkence görüntülerinin teşhiri olağan sayılmıştır. Bir zaman sonra yeni ittifak ihtiyacı duyduklarında yine kandırıldık edebiyatına sığınıp, bugün her türlü hukuksuzluğu reva gördüklerinin haklarını misli ile iade etme taktiğine başvurarak iktidar ömürlerini uzatmak için tükürdüklerini yalamayacaklarına kim inanabilir? Özellikle her şeyi Arapsaçına çeviriyorlar ki gelecekte statülerini tazelemek istediklerinde ellerinde koz olsun.
Bir hırka bir lokma vaazlarıyla göz boyayan AKP kadrolarının akıl almaz hızla zenginleşmeleri, dillere destan yolsuzlukları, arsızlıkları karşısında sadakaya muhtaç duruma düşürülmenin birikmiş öfkesi ile, 2013 Haziran’ında sosyal hayatlarının baskı altına alınmasına ve yobazlığın ihyasına başkaldıran milletin evlatlarını çapulculukla, ayak takımı olmakla aşağılayarak sözde millet sevgilerinin sahteliğini de gizleyemez hale gelmişler; hak arayıcılığını kaos çıkarmakla, “üst akıl”ın aleti olmakla suçlamışlardır.
“Ananı da al git” diye kovdukları halkı, Almanya’da cemaatlerce gelir ortaklığı adı altında toplanan paralarının dolandırılmasını şikayet konusu yapınca yalancılıkla azarladıkları yurttaşı, “demokrasi nöbetleri”nde kahramanlığa terfi ettiren, şehitleri kelle olarak adlandıran onlar değilmiş gibi bol keseden “demokrasi şehitliği” dağıtan AKP, takiyyeyi bir yaşam tarzı haline getirmenin ibretlik örneklerini vermiştir: Evine ekmek almaya giden 14 yaşında bir çocuğu cebindeki bilyeyi bahane edip “terörist” göstererek hedef yapıp yargısız infazına yol açan ve emrine uyan “kahraman polis”iyle övünen hasta vicdan, avlayacak ahmaklara rastladığında 17 yaşında idam edilen devrimci bir gence gözyaşı döküyormuş gibi ve aslında kucağında büyüdüğü cellatlara karşı imiş gibi de gözükerek utanmazlıkta sınır tanımamaktadır. İktidarda muhalefetçilik oynamak, mağdurluğa sarılmak AKP’nin fıtratında vardır.
Zira şimdi de, şeytanlaştırdığı, 14 yıllık cahiliye devrinin her karanlık olayının günah keçisi yaptığı, böylece kendi üzerindeki tüm suçlardan aklanmakta kullandığı Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) başını dizginlerinden boşalmış halkın önüne atarak “idam isteriz, idam isteriz” çığlıkları arasında kışkırttığı halka saygı mizanseni sahnelerken aynı çıkarcılığı sergilemektedir.
Aslında halkla yaz-boz tahtası gibi oynanıyor. Hasta despota oyuncak dayanmıyor. İstikrar adına tek parti yönetimini yücelten, her dönem kendine -koalisyonlar, bölücülük, askeri vesayet, milliyetçilik gibi- türedi düşmanlar yaratan ve dönüp dönüp cumhuriyetin 80 yıllık geçmişine saldırmakta usta despot, iki yılını doldurmadan kendi atayıp kurduğu hükümeti, tüm tarafsızlık yeminini çiğneme pahasına istifaya zorlayabiliyor.
Kuşkusuz fazlasıyla kafalarımız ütülendi. Sahibinin sesi bilim adamları, iliştirilmiş gazeteciler, ısmarlama güvenlik uzmanları, omurgasız itirafçılar her gün sabah-akşam derin(!) analizlerle önümüze dehşet tabloları seriyor, nurlu geleceğimizin reçetesini yazıyor, “hükümetimizin” ferasetinden, “cumhurbaşkanımızın” dirayetinden, milli iradenin faziletinden dem vuruyorlar. Ama izin verin, gerilimi bilinçli olarak tırmandıranın, darbeye giden yolun taşlarını döşeyenin bu milli irade istismarcısı dirayet ve feraset sahipleri olduğunu bir kere daha hatırlayalım. Hem de “Kandırıldık, kabahatin %90’ı bizde, Allah ve millet affetsin” demekle geçiştirilemeyecek kadar hafife almaksızın… “Başımıza ne geldiyse Suriye politikası yüzünden geldi” pişkinliğini de reddederek… İktidar çelik-çomak oyunu değildir. Ülkede olan-biten her şeyden birinci derecede sorumlu makamdır; bir fatura kesilecekse iktidara kesilmelidir. Nimetler iktidarın payına riskler başkalarına, demokratik yönetim anlayışına sığmaz.
Halka saygılı, ülkeye bağlı, iktidar ihtirası değil gerçekten hizmet kaygısı taşıyan namuslu tavırdan, “Pardon, güveninizi kötüye kullandım, emaneti kirlettim, ülkeyi darbe duvarına çarptım” diyerek derhal İSTİFA etmesi beklenir. Dolayısıyla “milli mutabakat” için Saray’da hizaya geçip RTE’ye can suyu taşımak, meşruiyet krizini atlatmasına yardımcı olmak değil, FETÖ ile birlikte sanık sandalyesine oturtmayı sağlamalıdır muhalefet. En azından 15 Temmuz geçesi kendi canına siper ettiği halkı can pazarına sürdüğü için.
Kandırılma değil işbirliği
Daha ilk yola çıktıkları andan itibaren “Beraber yürüdük biz bu yollarda” dizlerini şehveti bir mutlulukla terennüm ediyorlardı. AKP, kendi içinde bir koalisyon partisi olarak kurulmuştu; içli dışlı idiler. Koalisyonu buluşturan proje, 1923 Cumhuriyeti’nin sosyal, kamucu, aydınlanmacı yönlerini tamamen budamak, “ılımlı İslam”a dayalı bir düzene geçmek, Ortadoğu’nun kimlikler temelinde yeniden parselizasyonuna hizmet etmekti. RTE’nin, şevkle üstlendiği ve heyecanla yerine getirmek için koşuşturduğu bu görevde en yakını şimdiki kodla söylersek FETÖ idi. FETÖ, vücuda bulaşmış bir “ur” değil, Tayyibistan’ın bir karakteristiği idi. Biri “milli görüş” kökeninde, diğeri “nurculuk” ocağında komünizmle mücadelenin yeşil yollarında “paralel” yürümenin ilahi sırrına ermişlerdi. Aynı yumurta ikiziydiler. Evet, FETÖ tüm burjuva iktidarlarınca korunup kollanarak kök salmış, boy atmış, operasyonel gücüne AKP zamanında ulaşmış dinci, küresel bir suç organizasyonu, uluslararası bir maşa’dır. Ama ne hikmetse yüce Rab’ları verdikçe veriyordu. “Hocaefendi”nin mübarekliğine, vatanseverliğine methiyeler düzüyorlar, hasretle selamlıyorlardı. Çocuk tecavüzcü Cemaat hocalarının önlerine yatan bakanlar, Yüksek Askeri Şura’da “aykırı” bulduğu subayı ihraç listesine koyan Kemalist kıyımın(!) elinden kurtarmak için yetkilerinin son damlasına kadar direnen başbakanlar, cumhurbaşkanları emirlerindeydi. Devlet kurumlarında gerektiğinde mevzuat askıya alınıp, objektif ölçme-değerlendirme kriterleri göz ardı edilip kadrolaşmalarının önü açılmıştı. Yeter ki gönlü rahat olsundu. Ne isterse veriyorlardı; bir baksındı dün kaç üniversitesi vardı bugün kaç üniversitesi var, dün kaç hastanesi vardı bugün kaç, dün kaç vakfı, kaç okulu, kaç valisi vardı bugün kaç? İşte adeta nankörlüğü cezalandırırcasına mafyavari tarzda el konulan, yasa, kural dinlemeden yasaklanan dün nemalandıkları bu “hizmet”, dün peşkeş çektikleri bu servetti. Zaten düzen yerleştikçe evlatlarını yemez miydi ya da uzayan tırnaklarını kesmez miydi? “Günah işleme özgürlüğü”nün de bir sınırı yok muydu?
AKP (sığlığı ve sakilliği ile ünlü doğal reisleri RTE), her zamanki fırsatçılığı ile, FETÖ’ye bağlanan darbe girişimini “Allah’ın lütfu” sayıp cumhuriyete son darbeleri indiriyor. Uhrevi vasıflar yakıştırdıkları Reisleri, nihayet meydanları evinde tutamadığını söylediği %50’yi sıradan faşizmin kitle ruhunda eğitmek, “kindar ve dindar”lıkla payelendirdiği nesli para-militer kuvvete dönüştürmek için kullanıyor. Bir daha böylesi musibetlerle karşılaşmamak için her türlü önlemi alıyor. Bütün yetkileri tekelinde topluyor, bütün kurumları kendine bağlıyor. Sermaye sınıfına sessiz-sedasız büyük servet transferleri gerçekleştiriyor; teşvikler, muafiyetler, aflarla tam uyum sağlıyor. Olağanüstü hal ilan ederek parlamentodan kurtuluyor; kanun hükmünde kararname mekanizması ile devleti tek adam-tek parti yönetimine göre yapılandırıyor. Havuç ya da sopa politikası ile muhalefeti teslim alıyor. Yağmurdan kaçan muhalefet doluya tutulduğunun belki de farkında değil.
Yenemeyen yenilir, düşürülemeyen güçlenir. RTE, darbeyi püskürten, ezen başkomutan edası ile demokrasi havarisi kesiliyor. Avrasyacılıkla flört ederek, bir taraftan Batı’ya vazgeçilebilirlik korkusu yaşatıyor, diğer taraftan anti-Amerikan tepkileri AKP düzenine payanda yapıyor. Batı nezdinde yeniden muteber hale gelebilmek için başvurmayacağı provokasyon yoktur. Osmanlı’da oyun çoktur. Darbeden sorumlu tuttuğu her kurumun, kişinin üzerine büyük bir şiddetle giderken; bir gecede on binlerce ismi, nasıl tespit ettiler bilinmez, darbecilikle damgalayarak kitlesel tasfiyeler, tutuklamalar, işten atmalarla cezalandırırken, Parlamentoyu bombalayan uçaklara destek sağlayan İncirlik Üssü’nü kapatmaması, emperyalizmin vurucu kuvveti NATO’dan çıkmayı gündeme bile getirmemesi nedendir?
Darbe girişimi, başka bir Türkiye’ye sıçrama tahtası
15 Temmuz, Türkiye’nin darbe zincirinde farklı bir halka. Öncelikle 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) ile kıyaslandığında görülebilir bu fark. 27 Mayıs’ı ayrı bir yere koyuyorum. Her olay kategorik olarak aynı sepete konamaz. Sadece yöntem benzerliğinden dolayı, öncesine ve sonrasına bakmaksızın bir hüküm verilemez. 12 Eylül bir anlamda 27 Mayıs’ın zıddıdır. 12 Mart’a 12 Eylül’ün provası denebilir. 12 Eylül’ün programı, Türkiye’de ekonomi-politik bir model değişimi öngörmektedir. İthal ikameci, üretime dayalı kapalı ekonomik sistem yerine ihracat ağırlıklı, dışa açık serbest pazar ekonomisine geçilmiştir. Temsili demokrasinin merkezileştirilmesi, devletin küçültülmesi, özelleştirmeler, devletin korumacı sosyal işlevlerinden arındırılması, halkın ifade ve örgütlenme haklarının kısıtlanması, ücretlerin düşürülmesi gibi düzenlemelerle 27 Mayıs’ın görece özgürlükçü, sosyal adaletçi, katılımcı ortamı geri alınmış; “bol gelen” elbise daraltılmıştır.
Görünmez bir otoritenin üniformalı temsilcilerince icra edilen 15 Temmuz, anlaşılan bir erken doğumla karşı karşıya kalmıştır. Devlet erkini mutlak yönetimine geçirmek isteyen AKP’nin paydaşı/suç ortağı ile büyük bir hesaplaşmaya hazırlandığı işaretlerini alan FETÖ elini çabuk tutup keskin bir kalkışmaya girişmiştir. Ancak komuta kademesinde birliği sağlayamamıştır. Dış dinamiğin desteğini tam yanına alamamıştır. Kamuoyunu kazanmak bir yana, şaşırtıcı amatörlüklerle karşı hareketin toparlanmasına fırsatlar sunmuştur. Kendine yabancı bir bildiri ile ortalığı toz-duman içinde bırakmıştır. Nasıl bir programa sahip olduğu muğlaktır. Belki de umudunu karanlık noktalara bağlamıştı. Umudunu yitirdiği noktada çıldırdı. Halkın üzerine kurşun yağdırdı.
Darbe girişimini başarısız kılan en baştaki faktör kendi içindeki zaaflardır. Bunu halkın direncini küçümsemek için belirtmiyorum. “Aralarına karışan IŞİD artığı, para-militer AKP militanları ayrı, canı pahasına bir direnç sergileyen çilekeş halkımıza selam olsun.” Bunu, belediyelerin işçi ve araçlarıyla, zorbaca, şehirleri kuşatan; kamu mallarını, kaynaklarını ve zamanını kullanarak üç harflileriyle istişare halinde ucuz kahramanlıklar yapan şarlatanlar için yazıyorum.
Kısaca iki hususa değinip bitiriyorum. Tarikatları-cemaatleri sivil toplumun vazgeçilmez yapıtaşları olarak kutsayan sol görünümlü mürtecilere ders olsun; bunların gözü iktidarda, kolları devletin içinde. Din nedir ne değildir ayrı; AKP’nin elinde bir iktidar ve çıkar aracına dönüşen din, lime lime dökülüyor. Döküldükçe daha da sertleşeceğini ve kabalaşacağını bilmek gerekiyor. Taliban liderlerinden G. Hikmetyar’ın dizinin dibinden gelip laikliğe savaş açtığı unutturulan, Kasımpaşalı yanları kamufle edilen mülayim RTE; keyfi, oldu-bittici çizgisi göz ardı edilen uzlaşıcı AKP kampanyası yanıltmasın. İmaj yenilemek için bir manevraya ihtiyaç duydukları aşikar.
O yüzden artık suya sabuna dokunmadan, müzmin şikayetçi ruh haliyle, ne şiş yansın ne kebap yansın eyyamcılığı ile, sol kenarda etrafa akıl vererek ya da az iş bol laf salatası imalatçılığıyla kafa karıştırarak aydınlığa doğru yol almak mümkün gözükmüyor. Türkiye pratik-yoğun bir döneme giriyor; kartlar yeniden karılacak, saflar yeniden şekillenecek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.