Cemaat kadrolaşmasının önünü açanlar ile demokrasi adına devleti bu kadrolardan temizliyoruz diyenlerin aynı yetkililer olması tuhaf değil mi?
Cemaat kadrolaşmasının önünü açanlar ile demokrasi adına devleti bu kadrolardan temizliyoruz diyenlerin aynı yetkililer olması tuhaf değil mi? Toplum bu sorumluluğun kime ait olduğunu görmüyor mu? Sorumlu olanlar, gözyaşı ve mağdur edebiyatı eşliğinde işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar
15 Temmuz 2016, Türkiye tarihine geçecek bir gün olmuştur. An itibari ile herkesin malumu olan ordu içinden bir grubun darbe girişiminde bulunduğudur. Darbe girişimi karşısında çok sayıda açıklama, değerlendirme ve yorum yapılmakla birlikte; yaşananın tam anlamıyla ne olduğu, nasıl olduğu, kimlerin hangi maksatla, ne tür manipülasyonlar sonucu bu girişimde bulunduğu tam olarak bilinmemektedir. Ön hazırlıkları nasıl ve ne kadar sürede yapılmıştır? Elebaşları kimlerdir? Başlangıç yeri neresidir ve seyri nasıl olmuştur? Hazırlık aşamasında hükümetin ve ona yakın çevrelerin şüphesi ve haberi hiç mi olmamıştır? Muhtemelen süreç ilerledikçe bilinmezlerin bir kısmı açıklık/netlik kazanacak, bir kısmı ise karanlıkta kalmaya devam edecektir. Ayrışmalar, pişmanlıklar, karşılıklı suçlamalar, ağır bedeller… Girişimde bulunanlar fiili fail olmakla birlikte, Milli Savunma bakanı, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve istihbarat birimleri bu yaşanandan azade tutulamazlar. Olayın içinde olmamaları sorumluluktan kurtulmalarına gerekçe oluşturamaz. Sanırım, darbe girişimini kendilerine aktaracak organizasyon ve istihbarat kanallarına sahiptirler. İlgililere darbe girişimi ile ilgili istihbarat bilgisi gelmiş midir, gelmemiş midir? Eğer geldi ise, emir komuta zincirinden yoksun bu girişim, neden kimsenin burnu kanamadan önlen(e)memiştir? Eğer gelmedi ise, bunun sorumlusu kim(ler)dir? Ordu içinde darbe organizasyonundan bihaber olmak en hafif ifade ile ciddi bir zafiyettir. Bu çerçevede Milli Savunma bakanı, Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve ilgili istihbarat birimleri parlamentoya ve halka hesap vermek durumundadırlar.
Darbe girişiminin hedefine ulaşması belli koşullara bağlıdır. Bize aktarıldığı kadarıyla darbe girişimi emir-komuta zincirinin desteğinden ve işleyişinden yoksun görünmektedir. Askeri hiyerarşinin tamamını veya önemli bir kısmını kapsamayan girişimler bütünsellikten uzak ve lokalizedirler. Darbe girişiminde bulunanların ABD ve NATO ile ilişkilenmeleri ve olası onayı almaları da emir-komuta zinciri çerçevesinde daha olasıdır. Geçmişteki askeri darbelerin destekçisi/onaylayıcısı olan ABD, bu girişime karşı mesafeli durmuş görünmektedir. Muhtemelen ABD’nin desteğine sahip bir girişim daha geniş çaplı olduğu gibi, sonuca götürücü strateji ve taktikler içerirdi. ABD desteğinin alınamaması çeşitli nedenlere bağlanabilir. Öncelikli nedenler olarak, klasikleşmiş ifade ile soğuk savaş sürecinin geride kalmış olması ve sosyalizm lehine koşulları zorlayan bir halk örgütlülüğünün olmaması sıralanabilir. Ayrıca, emir-komuta zinciri çerçevesinde gelişmeyen, sonuç alma anlamında güven vermeyen bir girişimi ABD neden desteklesin ki? Bu sorular işin pratik boyutuna ilişkindir. Ancak, ABD ve AB’nin bölgeye ve Türkiye’ye yönelik beklentileri ve bu beklentiler çerçevesinde şekillenen politikaları askeri darbeyi gerektirecek mahiyette midir? Başka bir ifade ile bu ülkelerin bölgesel ve global çıkarları açısından Türkiye’de askeri darbe bir zorunluluk mudur? Olumlu yanıt için yeterli bilgi ve bulguya sahip değiliz.
Türkiye’de amacına ulaşan askeri darbeler ekseriyetle sol-sosyalist çevreleri, sisteme muhalefet edenleri ve emek eksenli örgütlenmeleri hedeflemişlerdir. Yanı mevcut düzeni korumak amacıyla halk örgütlülüğüne karşı yapılan darbelerdi. 15 Temmuz darbe girişimi, öncelikleri ve hedefleri bakımından, geçmiş darbelerden oldukça farklıdır. Darbe sonrası neler olacağı hiçbir zaman tam olarak kestirilemez. Yine de oluş(turul)an kanı odur ki, 15 Temmuz darbe girişimi sistem içi bir hesaplaşma olup, bir yönü ile 7 Haziran seçimi sonrası geliştirilen devlet içi ittifaka alternatif olmaya çalışanların girişimidir. Darbe girişimi başarılı olsa idi, belki mevcut ittifakın (7 Haziran seçimi sonrası oluşan ittifak) içinden birilerini de kapsayacak şekilde, darbe ürünü yeni bir ittifak karşımıza çıkacaktı. Zira bölgesel gelişmeler ve Türkiye’nin koşulları otoriterleşme niyetli yönetimleri süreçsel ittifaklara zorlamaktadır. Askeri kalkışma karşısında mevcut ittifakın bileşenleri pozisyon değiştirmemiş görünmekle birlikte, belirleyici olan ilkesel birliktelikten ziyade güç dengesi olmuştur. Darbe girişimine rağmen güç dengesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lehinedir. Erdoğan’ın gücü AKP seçmeninden ve devletten (ordu, polis, MİT, bürokrasi) gelmektedir. Mevcut ittifakın bileşenleri de bu durumun farkındadırlar. Gücün el değiştirmesi durumunda, sağ siyasal anlayışların ve düzen savunucularının tutumunu merak edenler, geçmiş darbe dönemlerine ve Türkiye siyasal tarihine bakmalıdırlar.
Aslında bu darbe girişimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AKP’yi farklı seçenekleri olan bir çeşit kavşağa/yol ayrımına getirmiştir. Gerçek manada demokratikleşmeyi hedefleyen bir özeleştiri süreci devreye girer ise, kavşak konumu Türkiye halklarının barışı ve özgürlüğü açısından tarihsel bir fırsat olabilir. Görünen odur ki, bu durumun fırsata dönüşmesi önemli oranda iktidar olanların tutumuna bağlıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlık talebindeki ısrarını sürdürecek mi? Neredeyse devletle özdeşleşen AKP’li bürokrat ve elitler; devleti yönetmede tep tipçi çoğunluk yerine çoğulculuğu benimseyebilecekler mi? 7 Haziran seçimi sonrası AKP ile ittifak eden çevreler (resmi, yarı resmi ve sivil güç odakları) Kürt sorunu konusunda bir tutum değişikliğine gidebilecekler mi? Başka bir ifade ile, Kürt sorununun barışçıl çözümüne karşı rijit tavırları sürecek mi? Bu soruları sormadan ve bu soruların yanıtlarını olumluya çevirme yönünde çaba sarf etmeden tarihsel fırsatı yakalamak olası görünmemektedir. Erdoğan ve AKP ile ittifak edenlerin Kürt sorunu konusundaki tavrı aşılması en zor noktalardan biri gibi görünmektedir. Bu kesimler, Kürt sorununun barışçıl çözümüne şiddetle karşı oldukları gibi, devletin bölge politikasını da Kürt karşıtlığı üzerine inşa etme gayretindedirler. Bilindiği gibi Erdoğan’ın kendisi de bir süredir, ittifakın ruhuna uygun şekilde, bu çevreleri memnun edecek bir politika izlemektedir. İktidar kendisini sorgulamadan bu üç noktadaki pozisyonunu olduğu gibi korur ise, çok daha olumsuz gelişmelerin önü açılabilir. Dahası, darbe girişimi sonrası oluşan atmosfer iktidar tarafından otoriterleştirmenin sınırlarını genişletme yönünde kullanabilir. Bu yönlü bir politik tutum demokratik kamuoyunun daha fazla baskılanması, hak ve özgürlüklerin iyice sınırlandırılması, iç çatışma ve toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşerek devam etmesi anlamına gelmektedir.
Elbette, halkın darbe girişimine itiraz etmesi önemlidir. Ancak, daha kıymetlisi/önemlisi, gerçek manada demokrasiye giden yolun izlenip izlenmeyeceğidir. İktidarınıza muhalefet edenlere kapatmaya çalıştığınız alanları, sala eşliğinde tabanınıza açmak ve HDP dışındaki muhalefete karşı daha uzlaşmacı bir tutum sergilemek demokrasi mücadelesi adına kapsayıcılıktan uzak, şekilsel ve eksiktir. Türkiye’nin demokratik, iç barışını yakalamış ve daha huzurlu bir ülke olmasını istiyor musunuz? O zaman öncelikle iktidarınıza yönelik bir özeleştiri yapınız. Özeleştirinizde devlet kadrolarını sadece belli kesimlere tahsis ettiğinizi, bu tutumun Gülen kadrolaşmasının önünü açtığını kabul ediniz. Bundan böyle yanlı kadrolaşmaya gitmeyeceğinizi, kişinin kökenine ve siyasi kimliğine bakmaksızın liyakatı esas alacağınızı, bu çerçevede Alevilere, solculara, sosyal demokratlara ve Kürt aydınlarına engeller konulmasına izin vermeyeceğinize söz veriniz. Kısacası ülkenin yönetim kademelerinde herkesin olması gerektiği mesajını topluma ileterek güven sağlayınız. Anadolu’daki etnik ve inançsal farklılıkları sorun olarak gören devlet anlayışını terk ediniz. Tekçi vurgular yerine, herkese/her kesime sesleniniz. Alevilerin, Alevi olmaktan kaynaklı haklarına engel koymayınız, bu kesimden alınan vergilerin başka bir inancın hizmetine sunulması gibi tarihsel bir garabeti sürdürmeyiniz. Kürt sorununun barışçıl çözümüne sahip çıkınız. Güvenlikçi anlayış yerine, sorunu demokratik zemine taşıyınız. En kötü barış sürecinin, çatışmadan daha iyi olduğunu kabul ediniz ve bu anlayışın toplumsal kesimlere yayılması için çaba gösteriniz. Barışçıl çözüm için Kürt siyasetini muhatap alarak, her kesimin kendisini ifade edebildiği bir tartışma ve uzlaşma zemini yaratınız. Ortadoğu siyasetinizi gözden geçiriniz. Başta Suriye halkı olmak üzere, bölge halkları ile yansız dostane ilişkilerin önünü açınız. Diğer ulus devletlerde olduğu gibi, güçlüden yana ve fırsatçılığa dayalı devlet politikası yerine, mazlumdan yana, hakkaniyetli, barışçıl bir dış politika geliştiriniz. İster kabul edilsin ister edilmesin, gerçek manada demokrasiye sahip çıkmanın ve demokrasiyi kalıcı kılmanın yolu buradan geçmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP tarafından organize edilen meydan buluşmalarına sol-sosyalist çevreler mesafeli durmaktadırlar. Kimileri, fırsat bu fırsat anlayışı ile, bu tutumu darbeye sessiz kalmaya yorma ve suçlama gayretindeler. Bu ülkenin sosyalistleri her tür darbeye ve otoriter anlayışa karşıdırlar. Öncelikleri demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri ve eşitliği savunmak olmuştur. Bu anlamda, muhafazakar-milliyetçi kesimler ve onların destekçileri dönüp kendi içlerine ve geçmişlerine bakmalıdırlar. Bugün demokrasi savunucusu gibi görünen, ancak geçmişte askere övgüler eşliğinde darbe çığırtkanlığı yapmış kişiliklerle karşılaşacaklardır. Burada amaçlanan sosyalistlerin ne kadar darbe karşıtı olduğunu anlatmak ve/veya geçmişteki tutumları nedeniyle birilerini yermek değildir. Ancak, askeri darbeler konusunda siyasal anlayışların ne düşündüğü ve nasıl bir tavır geliştirdiği bir yana, darbelerin hangi siyasal anlayışlara iktidar yolunu açtığı ortada iken, birilerinin sosyalistlerin niyetini sorgulamaya yeltenmesi en hafif ifade ile gerçekleri ters yüz etme gayretidir. Sosyalistler, darbe karşıtı tutumu iktidarın miting alanları ile özdeşleştiren ve sınırlayan anlayışa karşıdırlar. Burada önemli olan, karşı çıkışı tüm özgürlüklere sahip çıkma tutumuna doğru kaydırmak ve genişletmektir. Muhafazakar kesim de demokrasiye sahip çıkma ve darbe karşıtlığını, liderlerine karşı yapılan darbe girişimi karşıtlığı ile sınırlamamalıdır. Beklenen ve daha anlamlı olacak olan, her tür otoriterliğe ve anti-demokratik uygulamaya karşı tutum geliştirmeleri, farklı olanların hak ve özgürlük taleplerini sahiplenmeleridir.
Basın yolu ile bize ulaşan verilere bakılır ise, başta hukuk, eğitim ve güvenlik olmak üzere, Gülen Cemaati devletin en stratejik birimlerinde ciddi bir kadrolaşmaya gitmiş bulunmaktadır. Ancak bu çapta bir kadrolaşmanın hangi koşullarda, nasıl ve kimlerin sorumluluğunda gerçekleştiğine ilişkin değerlendirmelerden kaçınılmaktadır. Bu tutum, bilineni tekrarlamamaktan ziyade, bu yönlü bir sorgulamanın göreceği baskıcı ve otoriter yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Eski Cemaatçi Latif Erdoğan’ın itiraflarına da yansıdığı gibi Cemaat kadrolaşmasının altın çağı son 15 yıla denk düşmektedir. Bu durumda kadrolaşmanın öncelikli sorumlusu iktidardan başkası olabilir mi? Peki, kayırmacı tutum salt AKP iktidarına özgü bir durum mudur? Kayırmacı tutum, keşke sadece AKP hükümetlerine özgü bir uygulama olsaydı. Devletin resmi ideolojisinden türevlenen yanlı/kayırmacı tutum, devlet adına hareket eden iktidarlarda ete kemiğe bürünerek somutlaşmaktadır. Ancak, yanlı kadrolaşma konusunda hiçbir iktidar AKP’nin eline su dökemez. Kamu kurumlarındaki tüm yönetici kadrolar AKP’lilere ve/veya AKP’li görünenlere tahsis edilmiş, çalışanlar baskı ve soruşturmalarla iktidara yakın sendikalara yönlendirilmişlerdir. Kamu kurumları bir yana, belli şirketlerin yönetim kurullarına müdahale edilerek, özel sektörde de kadrolaşmaya ve kontrole gidilmiştir. Kayırmacı tutum zamanla topluma da benimsetilmiş, iktidar olanın liyakatı hiçe sayarak, kendisine yakın olanlara kamu kadrolarını ve imkanlarını sunması neredeyse normal görülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla cemaat kadrolaşmasını sızma olarak tanımlamak, devleti ve devletin yanlı tutumunun uygulayıcısı olan AKP’yi aklama gayretidir. Sızma gizlilik taşıyan bir eylemdir, lütfen aklımızla alay etmeyiniz. Yetkililerin açıklamalarında ve yayın organlarında hainler ve vatan severler tasnifine gidilerek nedenlerden ziyade sonuçlar konuşulmaktadır. Demokrasi nöbetlerinden ve demokrasinin gerekliliğinden dem vurulmakta, ancak Türkiye’de gerçek demokrasiye nasıl ve hangi koşullara da ulaşılabileceğine, demokrasinin önündeki engellerin neler olduğuna değinilmemektedir. Cemaat’in sinsiliği ve taktiksel başarısı abartılarak, asıl sorumlu olması gerekenlere de mağdur ve aldatılmış muamelesi yapılmaktadır.
Daha önce de ifade edildiği gibi darbe girişiminin demokratikleşme anlamında fırsata çevrilmesi (darbe girişiminden olumlu manada ders alınması), önemli oranda iktidar olanların tutumuna bağlıdır. Bu anlamda 15 Temmuz’dan günümüze izlenen politikalar iç açıcı olmaktan uzaktır. Ülkeyi “FETÖ terör örgütünden arındırma” adı altında kimi KESK üyelerini ve barış isteyen akademisyenleri kapsayacak şekilde ucu açık operasyonlar yürütülmektedir. Cemaat kadrolaşmasının önünü açanlar ile demokrasi adına devleti bu kadrolardan temizliyoruz diyenlerin aynı yetkililer olması tuhaf değil mi? Toplum bu sorumluluğun kime ait olduğunu görmüyor mu? Sorumlu olanlar, gözyaşı ve mağdur edebiyatı eşliğinde işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Taşların yerine oturması için, öncelikle sorumlu yetkililerin istifa etmesi gerekmez mi? Yalan ve hilelerin başka hileler ile kapatılmasına göz yumarak demokrasi inşa edilebilir mi? Ayrıca, Kürt siyasetine karşı dışlayıcı tutum sürmekte, darbe ve otoritelik karşıtı olan HDP’nin siyasi arenadaki varlığı gözardı edilmektedir. MHP’den ziyade CHP’nin desteğinde ısrar edilerek, HDP üzerinde psikolojik baskı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu tutum, önümüzdeki süreç içerisinde HDP siyaseti ile diyalog geliştirmek bir yana, siyasetçisine ve tabanına karşı anti-demokratik hamleler ihtimalini güçlendirmektedir. Kamudaki operasyon ve tasfiyelerin gerçek muhalefete ve demokratik çevrelere sıçraması an meselesi olabilir. Umarım yanılırız, Türkiye açısından hayırlı olan yanılmamızdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.