İnsanlık onurunun mültecilerden daha çok mültecilerin yerleştiği ülke vatandaşları açısından en doğru şekilde sınandığı müessir bir politik alan mültecilik
İnsanlık onurunun mültecilerden daha çok mültecilerin yerleştiği ülke vatandaşları açısından en doğru şekilde sınandığı müessir bir politik alan mültecilik. Bir nevi, başkalarıyla hemhal olma-yahut ol(a)mama, birlikte olma-olamama haliyle halleşme dinamikleri üzerinden sınanma mekanına dönüyor tüm ülke
Hiç çocukları olmayan kral ve kraliçenin bir evlat dileğiyle başlar masal. Sabetkar Kral ve kraliçenin zaman sonra bir evladı olur. Fakat bir yılan çocuk doğurmuştur kraliçe. Evlatlarını severler yine de fakat dertlidirler. Zira evlenme vakti gelen yılan prens evlendiği bütün kadınları sokup öldürür. Yeni gelin adayı ölüm korkusuna düşer tabii olarak ve danışmak için gider bir derviş bulur. Derviş öğütler genç kadına: “Seni gerdeğe sokacakları zaman, üstüne kırk gömlek giyeceksin. Sen oraya girince yılan sana, ‘Soyun’ diyecek, sen bir gömleğini çıkart sonra da ona, ‘Sen soyun bakalım yılan bey’ de, o da derilerinden birini çıkartacak, sonra sana yeniden ‘Soyun’ diyecek, sen gene ikinci gömleğini çıkarttıktan sonra ona ‘Sen de soyun yılan bey’ diyeceksin, böyle böyle ona kırk derisini de çıkarttıracaksın, kırkıncı derisini çıkarttıktan sonra yakışıklı bir delikanlıya dönecek.”
Mültecilere vatandaşlık verilmesi haberini ilk duyduğumda bir ohh çektim. Suriyeliler nasıl pazarlık aracı haline getirildiklerini anlayacak olmalarına dair inancım içimi durulttu. Durdum sonra. Derilerimden bir kaçının üzerimdeki ağırlığını keşfedecek, karşımda titreyen prensesleri görmeme yetecek kadar durdum. Suriyelilerin haleti ruhiyesini Erdoğan karşıtlığım üzerinden okumamın ikiyüzlüğünde tahripkarlığımla buluştum. Mülteciler kendileri için yükseltilen kiralardan, yapılan zulümlerden bahsettiğinde de benzer bir muvazene yoksunluğu göstermiştim. “Neymiş müslüman kardeşliği, Türk dostluğu. Gerçekleri gördüler” diyivermiştim. Onları kendi politik karşıtlığımın aracı haline getirmiştim. Meseleyi Suriyelilerin refahı açısından değil, politik karşıtlığımla meşrulaştırdığım sinsi niyetlerim üzerinden okuyarak kendimi merkeze, “ötekileri” periferiye öteleyivermiştim. Oysa kendimizi eşit bir ilişkide görmediğiniz şeyi araçsallaştırırız ancak. Araçsallaştırdığımız şeyi de hesap soran “niye”lerle donatmak yerine “ama”larla çekip çevreleriz. Suriyelilere ev kiralamamayı ayıplar fakat “ama onlar da evi çok kötü kullanıyor” diye tefekkür etmekten çekinmeyiz, vatandaşlık hakkı alsınlar ama Erdoğan’a oy vermesinler onlar da demek iç ferahlatıcımız oluverir. Ne kadar zorda kalsak da bizim yapmayacağımız işleri mülteciler reddedince ayıplar, yalandan “başkasından dileneceğime ne olursa olsun çalışırım” diyerek kendi insanlık onuru mücadelemizde yine kendimizi aklarız. Mültecilerin güneş gözlükleri, parfümleri için getirdiğimiz “lüks” yorumlarının asıl bizim insanlık onurumuz için lüks kaçıverirdiği yere kadar öteleriz kendimizi.
Lakin bundan fenası, birdenbire araçsallaştırdığımız şeyin öznesi olmaya evrilmemizdir. Bu özne kiminde politikamız olur, kiminde devletimiz, kiminde milliyetçiliğimiz. …Özne kıldığımız her şey-kendimiz dahil- kutsallaşma tehlikesiyle göz göze bakar sonra. Bir şeyin kutsallaştırılmasının tehlikeli çukurları oluşur zamanla. Kutsallaştırılan şeyler onun kutsal kalabilmesi için gözden çıkarılabilecek alanlar açarken, kutsal alan içinde vuku bulanlar görüş mesafesinden çıkarılıp sorgulanamaz bir alana çekilir. Sonra bi’ bakıveririz ki muazırı olduğumuz milliyetçilikle aynı yere düşmüşüz. Demem o ki tek mevzu politikadaki yerimiz değil, içerikteki tutarlılığımız. Bu bir zaaf ile malul olmaktan çok daha fazlası. Bir niyet meselesi değil, politik bir içbakış sorgulaması.
İnsanlık onurunun mültecilerden daha çok mültecilerin yerleştiği ülke vatandaşları açısından en doğru şekilde sınandığı müessir bir politik alan mültecilik. Bir nevi, başkalarıyla hemhal olma-yahut ol(a)mama, birlikte olma-olamama haliyle halleşme dinamikleri üzerinden sınanma mekanına dönüyor tüm ülke. Sadece mültecilik için değil, refahımızdan alacak, dayanışma için konforumuzdan özveri gerektirecek şeylerde neyi savunduğumuz politik samimiyet gerçekliğimizin sınırlarını belirliyor. Tüm haklarını yitirmiş ve bir ülkenin değil insanlığın korumasına gereksinim duyan mülteciler vasıtasıyla asıl bizim insanlık onurumuz sınanıyor. “Evet, hayır, belki”lerle başladığımız her cümle mevzunun göbeğine yerleştirilmiş milliyetçilikten, görecelilikten, bize görelikten sıyrıldıkça insanlık onurunun hanesine artıdan giriş yapıyor. Bu konuda getirdiğimiz “ama”lar bizi yılan prens olmaktan öteye geçirmeyen çok bilmiş barikatlar kuruyor. Bu nedenle, üstümüzden bizim ile kendimiz arasına mesafeler koyan o sahte derileri dökmedikçe, sadece kendimizden sahte politikalara geçiş kanallarımızı çoğaltmakla kalmayacağız, birilerinin kendi tutarsızlığımız üzerinden nesneleşip sömürülmesine vesile olmaya devam edeceğiz.
Çok daha içeriden, çok daha rafine ve çok daha sınıraşımı isteyen bir görüden bahsediyorum özetle: İktidarın mültecilere vatandaşlık verilmesindeki ülkeyi daha da kutuplaştırması muhtemel çıkarlarını bilmemizin bizi tehlikelere karşı daha organize bir çabadan alıkoymadığı, fakat bu çabamızın mültecilerin özneliğinden paylanmaya yeltenmediğimiz bir samimiyet politikasından. Bu ülkede iktidarın bize hiç ihtiyaç duymayacağı bir alan var ise o da meşreplerine uygun şekilde işledikleri ölgün samimiyetsizlikleridir herhalde. Kendimizi hem mülteciler hem kendimiz için, haysiyet alanlarını saklı ve diri tutmamıza vesile olacak, her merhaledeki milliyetçilikle mesafelenmiş örgütlü politikalar ürecek şekilde meshul tutumaya devam edelim. Ben biraz sınıfta kaldım. Benden çok daha iyi eyleyenler olacağına eminim.
Yılan prensin sonundan bahsetmedim. Çok ferahlatıcı bir özet: Yılan prens kadından aldığı güvene de dayanarak 40 derisinin 40’ını da çıkarır ve zamanlarının sonuna ve belki de ötesine kadar mutlu yaşarlar.