Biz sosyalistler tecavüz kurbanlarının ‘ruhlarını’ değil bedenlerini kurtarmaya odaklanmalıyız. Suç işlenirken uygulanan fiziksel şiddetle orantılı olmayan her ceza, hukuk değil ahlaktır ve varolan erkek egemen yapının erozyonuyla değil güçlenmesiyle sonuçlanır Yargının, adalet mekanizmasının son derece çürük bir felsefi temeli vardır, kısaca kartezyen ikiciliğe dayanır. Yargı, karşısında bir özne bulmak yoksa yaratmak ve bu özneye bir […]
Biz sosyalistler tecavüz kurbanlarının ‘ruhlarını’ değil bedenlerini kurtarmaya odaklanmalıyız. Suç işlenirken uygulanan fiziksel şiddetle orantılı olmayan her ceza, hukuk değil ahlaktır ve varolan erkek egemen yapının erozyonuyla değil güçlenmesiyle sonuçlanır
Yargının, adalet mekanizmasının son derece çürük bir felsefi temeli vardır, kısaca kartezyen ikiciliğe dayanır. Yargı, karşısında bir özne bulmak yoksa yaratmak ve bu özneye bir ‘özgür irade’ atfetmek durumundadır. Eğer karşısında ‘bağımsız bir varoluş’ olduğunu varsaymazsa, felsefeci gibi yazayım ‘a priori’ kabul etmezse gerçekte yargıladığı şey özne-nesne diyalektiğinin ardında buharlaşır, sislerin arasında kaybolur. Bedeni, biyolojik organizmayı, yani doğayı yargılayamayacağımıza göre yargıladığımız şey aslında bulunması olanaksız olan ve şimdiye kadar sadece eseri atıka olmuş felsefe ve din kitaplarında ortaya çıkan ‘ruh’tur.
Ruhu şimdiye kadar gören olmamıştır, en azından ben görmedim. Tamam (m) harfiyle biten bu cümle bile bir ‘ruh-özne vardır’ önermesidir, kabul ediyorum. Yine de size ‘ruhumun’ düşüncelerini aktarabilmek için elimde bu saçma gramer ve bilimdışı hurafelere dayanan felsefi önermelerle oluşmuş ‘dil’den başka bir şey yok. O yüzden idare edeceksiniz artık.
Yargı karşısındakinin ‘yargılayabileceği bir özne’ olduğunun onayını psikayatriden, yani tam bir bilim olarak kabul edilmeyen ‘bilim’den alır. Nesneyi psikiyatriste gönderir, psikiyatrist onu elindeki araçlarla ölçer, bu araçlar da genellikle toplumsal olarak kabul görmüş normlardır ve deneyimlerine dayanarak bir karar verir. Karşısındaki biyolojik organizma; yargının nesnesi değildir (46), az biraz nesnesidir, epey bir nesnesidir ya da tam nesnesidir, yani ‘özgür ruh’tur. Yargı da bu normlara göre ‘suçun bireyselliği’ ilkesine dayanarak asar keser, yani yargılamada bulunur. Herkes rahat eder ‘suçlu’ bulunmuştur ve suç bireyseldir, eskilerin deyişiyle ‘münferittir’.Toplum bir kez daha suçtan arındırılmış olur.
Suçun bireyselliği ilkesi yani bildiğimiz hukukun temel taşı modern toplumun en büyük palavralarından birisidir. Küçük ve biraz da saçma bir örnekle anlatmaya çalışayım; Şimdi minik Erdoğan’ı henüz daha yeni doğmuş bir tosunken alıp John Lennon ve Yoko Ono’ya evlatlık olarak verelim. ‘Beni verin, beni verin’ diye yükselen seslerinizi duyuyorum ama bilgisayar modellemesi ile oluşturduğum (biyolojik bilgisayar) listemin başında Sedat Peker, arkasında da Erdoğan var. Erdoğan’ı seçmemin nedeni kaynakların ekonomik kullanımı, yani bilimsel. Bir de siz bu seçimi yaptığınıza göre zaten gayet iyisiniz, gidin anne-babanızın elini öpün. Bu örneğin gerisini sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
Anlaşılan o ki yargıladığımız şey aslında organizmanın özgün tarihi, yani bedenin -ayrıca beyin diye eklemeye gerek yok- doğumundan bu yana toplumsalın içinde katettiği o ‘tekil’, kendine özgü yol. Bu yolun en önemli belirleyicilerinden biri de ne tuhaf ki bu yolun sonunda onu yargılayacak olan adaletin kanunları. Kısacası toplumun, yargı-adalet dediğimiz şeyin yargıladığı şey gerçekte biyolojik organizmanın üstüne düşen izdüşümü, yani kendi kuyruğudur.
Suçun genetik-bireysel nedenleri olabileceğine dair bilimmiş gibi yapan saçmalıkları ise es geçiyorum. Haydi diyelim milyarda bir ihtimal böyle bir şey oldu. Bu durum zaten ‘kişi’nin suçlu olduğunun değil masum olduğunun kanıtıdır.
Biz aslında her suç için, niteliği ne olursa olsun, toplumsalı, medyan ortamı, yargılayan adaleti ve iktidarı yargılamalıyız. Titiz bir yargılama her defasında ‘bireyin’ payına birşey düşmediğini bize gösterecektir.
Türkiye toplumsalı, iktidarı her alanda tecavüzcüden başka bir şey üretmemektedir. Bu tecavüzlerin hemen hepsi de adaletin güvencesi altındadır. Ancak kadın meselesi kendine özgü farklar içerir.
Cinsellik karmaşık bir mekanizmadır, eline silahtan başka bir şey tutuşturulmamış olanın üstesinden gelebileceği bir şey de değildir. İktidarın libido denilen enerjiye büyük bir açlığı vardır. Onun doğal, kendiliğinden yollarla bir güzellik, bir şiirle sönümlenmesine asla izin vermez. Her türden faşizmin özellikle de din soslu faşizmin ilk yasakladığı şey ‘mastürbasyon’dur.
Sadece faşizmin değil onun kaynağı olan mülkiyetçi toplumun temel yasakları da cinsellik üzerinedir. Mülkiyetçi toplum bu genel geçer cinsellik yasağına karşılık tek bir kapıyı aralık bırakır; aile. En güzel şiirlerin yasak aşkın şiirleri, en güzel öykülerin yasak aşkın romanları olması rastlantı değildir, her aşk şiiri aynı zamanda başkaldırının şiiridir. Sonu da her zaman kötü biter.
İktidar kaynağını değiştirdiği libidoyu kendi enerjisine katar. Genellikle silahlandırır, fallik bir hedef gösterir ve düşmanının üzerine salar. Bir canlandırma yapmak gerekirse, spermleri silaha dönüştürür. Libidonun doğal hedefini ulaşılmaz kılmak içinde insanın aklını bedenine düşman eder. Bir türlü hedefini bulamayan libidoya gem vurulur ve iktidarın atı olarak savaşa sürülür. Din bunun özüdür.
İktidarın ideologları ve hukukçularının kadın tecavüzlerine karşı önerdiği tek yöntem cezaların ağırlaştırılmasıdır. Bu ağırlaştırma idama kadar ilerletilmek istenmektedir. Şimdi uygulanacağı söylenen bir yöntem de kimyasal kısırlaştırmadır, ki her ikisi de engizisyon hukukudur, modern hukukun insan bedeninde, yani doğanın eşiğinde biten sınırlarını aşmaktadır. Kimyasal kısırlaştırma yönteminin ‘isteğe bağlı’ olması hiçbir şey değiştirmez, aslında libidoyu da bloke etmeyecektir, sadece işlenen cinsel suçları -böyle bir kavram olmaması gerekir-, bu kavramı üreten ve gerçekliğe dönüştüren iktidarın kendisidir, daha da sapkınlaştıracak ve vahşileştirecektir. Bu kez suçlu doğrudan ceza olacaktır.
Tecavüze uygulanan suçların ağırlaştırılması hukuk değil ahlaktır, bu her iki taraf için de geçerlidir. Bunu tartışmaya gerek yok. Cezanın ağırlaştırılması da sadece kurbanın gördüğü fiziksel zararın artmasına yol açacaktır. İster istemez her tecavüz, bir cinayetle sonuçlanacaktır.
Çok açık, erkek egemen toplumu değiştirmedikçe, bu düzeni yıkmadıkça bu sorunu çözemeyiz. Ancak bunun için uğraşırken çizeceğimiz stratejiyi de özellikle kadın kurbanlar açısından daha olumlu sonuçlar doğuracak biçimde çizmeliyiz. Cinsel tecavüzlere verilecek cezaların artması değil azaltılması, yani modern hukuka göre düzenlenmesi gerekir. Daha düzgün ifade etmeye çalışırsam, suç özelleştirilmemeli, cinselleştirilmemelidir. Cezada ahlakın değil, hukukun cezası olarak kalmalıdır. Yöntem basittir, tecavüz sırasında kurbanın maruz kaldığı fiziksel şiddet cezayı belirlemelidir, şiddetin yöneldiği beden parçası değil.
Modern hukuk, modernlik taklidi yaparken cezayı ağırlaştırmanın yöntemini yine psikiyatride bulur, kurbanın olmayan ‘ruhu’ ölmektedir, bu nedenle ‘ölüm cezası’ yerindedir. Bu size inandırıcı geliyor mu? Failin ‘ruhunu’ kimyasallarla öldürmek’ ne kadar mantıklıysa bu saçmalık da o kadar mantıklıdır.
Biz sosyalistler tecavüz kurbanlarının ‘ruhlarını’ değil bedenlerini kurtarmaya odaklanmalıyız. Suç işlenirken uygulanan fiziksel şiddetle orantılı olmayan her ceza, hukuk değil ahlaktır ve varolan erkek egemen yapının erozyonuyla değil güçlenmesiyle sonuçlanır.
Erkek egemen toplumla mücadele olanaklarımızı geliştirmek için çözümlemelerimizi derinleştirmeli, hedeflerimizi doğru seçmeliyiz, yoksa varolan iktidarın tuzaklarına düşmekten kurtulamayız.
Eskimoların cehennemi buzdanmış. Bizim cennetimiz ise iktidara, sermayeye oradan da emperyalizme fedai, ‘şehit’ üretmek için kurgulanmış gibi gözüküyor. İçinde bulunduğumuz toplumun ‘dini kanaat önderleri’ cenneti her türlü sapkınlığın yaşanabildiği bedava genelev olarak tanımlıyorlar. Bu kanaat önderleri bir yandan gençlerin libidosunu kışkırtmakta, bir yandan da bu libidoyu, doğal yatağını değiştirerek, emperyalizmin amaçları için araçsallaştırmaktadır.
Evet, sıkı bir araştırma yaparsanız bu sapkın İslam yorumunun düşünsel köklerini, fedai-suikastçi-canlı bomba yetiştirmek için kurulmuş gizli bir örgüt olan Haşhaşilikte, giderek Vahabilikte bulabilirsiniz. Ancak kuramlar her zaman tarihin içine gömülmüş olarak yerlerinde dururlar zaten. Yeni iktidarlar işlerine gelen kuramı bir arkeolojik kazı yaparak açığa çıkarır ve kullanırlar. Bu yolla sorun emperyalizmin bu sapkın kuramı araçsallaştırmasına değil, İslam’a içkin gibi gözükür.
İçinde yaşadığımız medyan ortam tarihin hiç bir anında olmadığı kadar cinselliğe odaklanmış gibi gözükmektedir. Sanırım biz cinsellikten en çok konuşan, onun önemini sürekli arttıran, vurgulayan, giderek insanların gözüne sokan bir çağda yaşıyoruz. ‘Cinsel suçlara’ verilen cezanın arttırılması da bu kışkırtıcılığın önemli evrelerinden biridir.
Yapabileceğimiz en iyi şey bu önemin azaltılmasına yönelik olmalıdır. Bu nedenle cezaların artmasını değil azaltılmasını, cinselliğin kamu alanından çıkartılıp ait olduğu yere; iki insan arasında, -tabii ki eğer bir şiddet üremiyorsa-, bizi ilgilendirmeyen boşluğa geri dönmesi için çaba sarfetmeliyiz. Devlet ve iktidar cinselliğe kör olmalıdır. İktidar sorun çözmez, sorunu kendi yararı için büyütür.