Burjuvazi Avrupa’ya ve diğer emperyalist ülkelere gelen işçilerin yerli işçilerle bütünleşmesini, dayanışmasını engellemek için, onları dinsel ya da etnik olarak tanımlanan bir ya da birkaç kimliğe indirgeyen, onları tektipleştiren ve yozlaştıran kültür politikalarını desteklemeye başladı. Bu politikalar bizim zihinsel hapishanemizdir. AB’yi destekleyenleri özgürlükçü demokrat, AB’ye demokratik özgürlükler temelinde karşı çıkan emekçileri ise otoriter gösteren, dahası […]
Burjuvazi Avrupa’ya ve diğer emperyalist ülkelere gelen işçilerin yerli işçilerle bütünleşmesini, dayanışmasını engellemek için, onları dinsel ya da etnik olarak tanımlanan bir ya da birkaç kimliğe indirgeyen, onları tektipleştiren ve yozlaştıran kültür politikalarını desteklemeye başladı. Bu politikalar bizim zihinsel hapishanemizdir. AB’yi destekleyenleri özgürlükçü demokrat, AB’ye demokratik özgürlükler temelinde karşı çıkan emekçileri ise otoriter gösteren, dahası özünde ve pratikte emperyalist bir proje olan AB’yi bir demokrasi ve özgürlük projesi olarak gösteren zemin, bu zihinsel zemindir.
BREXİT, HALKIN TEKMESİ – AHMET KAPLAN
BREXİT’İN ASIL NEDENİ AB’NİN ANTİ-DEMOKRATİK YAPISIDIR! – AHMET KAPLAN
Brexit referandumu sonrası solda bir kesim “AB’ye hayır” diyenlerin otoriter olduklarını, göçmen düşmanı, ırkçı olduklarını, “AB’ye evet” diyenlerin ise özgürlükçü demokrat olduklarını iddia ettiler [1]. Kamuoyu yoklamalarına, oy verenlerin sınıfsal konumlarına, oy verme nedenlerine bakınca durum pek öyle görünmüyor, daha önceki yazımda da belirttim. Bu olay burjuvazi içi bir tartışma ama emekçiler diğer referandumlarda olduğu gibi AB’nin anti-demokratik yapısına ve onun en temel taşı olan neoliberal politikalara olan tepkilerini, ellerine geçen bu fırsatı kullanarak “hayır” ile belirttiler.
Ama neden bazı solcular olaya şaşı bakıyor? Neden “AB’ye hayır” diyen emekçileri otoriter olarak nitelerken, başını David Cameron ya da Theresa May gibilerin çektiği evet kampını özgürlük kampı olarak nitelendiriyorlar? Daha Türkiye kamuoyu tanımaz ama mesela Theresa May, ki kendisi birkaç gün içinde başbakan olacak, İngiliz siyaset alanının en gerici politikacılarından birisidir, homofobiktir, göçmenler konusunda mesela UKIP lideri Farage’dan, hatta Brexit’çi rakibi Andrea Leadsom’dam çok daha geri görüşlere sahiptir. Peki solcular neden AB’ye yönelik her eleştiriyi kırmızı görmüş boğa gibi karşılıyorlar?
Solcuların zihin dünyası büyük oranda ’80 sonrası liberalizmle şekillendirilmiştir ve bunlara göre AB bir uygarlık, demokrasi ve barış projesidir [2]. Bunları AB’nin hangi antlaşmasından, hangi projesinden çıkarıyorlar bilinmez ama inandıkları budur. O yüzden mesela Türkiye’de (bazı istisnalar dışında) hemen herkes AB’nin Türkiye’yi de demokratlaştıracağına inanır. Bunlara göre, AB ordunun devlet işlerine müdahalesini asgariye indirecektir, sendikal ve demokratik haklar hızla iyileşecektir vb. Bunları nereden çıkartıyorlar bilmem ama gerçek bunların tam tersidir.
Bir önceki yazımda da söyledim; AB otoriter bir yönetimdir ve temel taşlarından birisi neoliberal ekonomik politikalardır. Yunan halkı bunu bir referandumla reddedince bu referandum yok sayılmıştır ve AB başkanı gerçeği arsızca söylemiştir; “AB’ye karşı demokratik seçim olamaz!”
Ayrıca AB işçi haklarını, bu hakların en iyi olan ülkelere değil ama en kötü olan devletlere göre düzenlemektedir. Postal Workers Directive’ine göre eğer Türkiye AB’ye katılırsa haklar mesela bir Almanya seviyesine çıkmayacak, tam aksi Almanya işçisinin ücretleri ve sosyal hakları Türkiye’deki asgari ücretlere doğru kötüleşecektir. Avrupa işçileri bunu hayatları ile biliyorlar. AB’cilerin sürekli öne sürdükleri Kopenhag kriterlerinde bulunan tüm hak ve özgürlükler, idam cezasının kalkması, azınlıkların korunması vb. hemen hepsi AB öncesi dönemde kazanılmış haklardır ve Kopenhag kriterlerinin tek yaptığı, en uygun zamanda altı oyulmak üzere bu hakların varlığını tanımak olmuştur.
Avrupa ülkelerindeki hemen hemen tüm demokratik haklar, oy hakkından tutun sendikal haklara kadar, kadınların siyasi ve sosyal haklarına kadar bir tanesi bile AB’nin eseri değildir. Bu hakların hemen hepsi bu ülkelerdeki emekçilerin yüzyıllar süren mücadelesi sonucu, tırnakla kazar gibi adım adım kan ve can pahasına alınmıştır. AB’nin yaptığı ya bu hakların daha da iyileştirilmesini engellemek için bunları dondurmak ya da daha aşağıya çekmektir. Fransız işçileri 1980’lerde 36 saat iş haftasını kazanmışlardı ama şimdi bu hak kaldırılmak, tüm iş güvenceleri yok edilmek isteniyor ve işçiler Fransa da haftalardır sokaklarda. Kamuoyu yoklamalarına göre halkın çoğunluğu AB’ye karşı referandum istiyor ve eğer gidilirse reddedileceği kesin. Aslında Fransa 10 sene kadar önce AB’yi reddetmişti ama hesapta demokrat olan burjuvazi, bu referandumu yok saydı ve bir daha halka sormak hatasını işlemedi.
Sosyalistinden liberaline kadar sıradan bir solcunun zihin dünyasını şekillendiren en önemli şeylerden bir diğeri ise etnik ya da dini kimliklerdir. Burjuvazi Avrupa’ya ve diğer emperyalist ülkelere gelen işçilerin yerli işçilerle bütünleşmesini, dayanışmasını engellemek için, onları dinsel ya da etnik olarak tanımlanan bir ya da birkaç kimliğe indirgeyen, onları tektipleştiren ve yozlaştıran kültür politikalarını desteklemeye başladı. Bu tektipleştirme politikasını ise çokkültürlülük diye pazarladı, sosyalist ve liberal sol ise, ezilen kimliklerin özgürlüğünü destekleme adına bu politikaları hemen benimsedi. İşte bu politikalar bizim zihinsel hapishanemizdir. AB’yi destekleyenleri özgürlükçü demokrat, AB’ye demokratik özgürlükler temelinde karşı çıkan emekçileri ise otoriter gösteren, dahası özünde ve pratikte emperyalist bir proje olan AB’yi bir demokrasi ve özgürlük projesi olarak gösteren zemin, bu zihinsel zemindir.
Yanlış anlaşılmasın, emekçilerin elbette dini ve etnik kimlikleri de vardır ve bazı emekçiler bu kimliklerinden dolayı ezilmektedir. Mesela Türkiye’de Kürtler, Aleviler, Avrupa’da göçmen işçiler vb. kimliklerinden dolayı ezilmektedir. Ama bir emekçiyi sadece onun etnik kimliğine, mesela göçmenliğine, Türklüğüne, Kürtlüğüne, Aleviliğine indirgemek onu tektipleştirmek, onu yozlaştırmaktır. Tektipleşen bir emekçi başka emekçilerle dayanışma gücünü kaybeder, ulusal sorunlar da dahil, hiçbir sorununu çözme yeteneği kalmaz. Zaten burjuvazinin medyası, üniversitesi, sivil toplum kuruluşları ile emekçileri tektipleştirmeye çalışmasının nedeni budur; yoksa onların dini ya da ulusal özgürlükleri değil. Bu politikalar emekçilerin ulusal ya da dinsel özgürlüklerini sağlamaz, tam aksine emekçiler arasında önyargıları ve çelişkileri artırır, aralarında ki sorunları kangrenleştirir, bu sorunların demokratik bir tarzda çözümünü imkansız hale getirir. ABD’deki siyah sorunu buna en güzel örnektir.
Çokkültürlülük denmesine rağmen gerçekte olan, bu işçilerin tek ya da birkaç kültüre indirgenmesi, onların kültürel olarak yozlaştırılması, onların gericileştirilmesidir. Çokkültürlülük adına birbiri ile ilişki noktası asgariye indirilmiş, tektipleştirilmiş insanlar yaratmaktır hedeflenen. Şu an Avrupa’daki Türkiyeliler (ya da diğer göçmenler) büyük çoğunlukla gerici örgütlerin ve ideolojilerin etkisi altındadırlar. Hatta solda olduğu kabul edilen kesimler bile Alevilik ya da Kürt milliyetçiliğinin ideolojik hegemonyası altındadırlar. Hepsi kendi gettolarında yaşarlar, Avrupalı yerli işçiler onlar için sadece Almandır, İngilizdir. Bu insanlara karşı sürekli önyargı beslerler, sürekli tedirgindir. Diğer göçmen grupları ile de bağları yoktur ve onlara karşı önyargıları da çok güçlüdür. Yerli işçilerin her hareketinde sürekli olarak ırkçılık görürler ve onları sürekli ırkçılıkla suçlarlar, ancak diğer etnik ve dini gruplara, işçilere karşı ırkçılık derecesinde kendi önyargıları vardır. Tüm bu etnik ve dini grupları kendi tektipleşmiş pencerelerinden değerlendirmektedirler. Getto yaşamının doğal sonucu olarak diğerlerine sürekli şüphe ile bakarlar. Bu psikoloji altında medya ve diğer propaganda aletleri kendilerine ne söylüyorsa buna hemen inanırlar.
Bu noktada, basın tarafından “AB’ye hayır” diyenlerin aslında göçmen düşmanı oldukları tezi işlenmeye başladığında, bu göçmen kitlelerde ve onların arasındaki liberal solcularda hemen kabul gördü. Buradaki göçmenlerin kimlik politikaları nedeni ile diğer etnik ve dini gruplardan işçilerle bir bağı yoktur ve tüm bağ doğrudan burjuva medya aracılığı ile gerçekleşmektedir. Referandumda “AB’ye hayır” diyenlerde de, “evet” diyenler arasında da bol miktarda göçmen düşmanı vardı, ancak bu olayda medya sadece bunu ön plana çıkardı. Halkın neden “AB’ye hayır” dediğini arka plana itti ve tüm referandumu göçmen düşmanları ya da onların karşıtları olarak sundu. Kimlik politikalarının kıskacında olan göçmenler de zihinsel dünyalarına uygun bu tezi hemen kabullendiler.
Her insan bir kimlik denizidir. Her birey çok fazla sayıda kimliğin bileşkesidir, öyle ki, dünyada ne kadar insan varsa, o kadar farklı kimlik vardır demek yanlış olmaz. Bir kişi etnik grubu, sınıfsal konumu, cinsel tercihi, kültürel alt yapısı, politik inançları, dinsel inançları vb. birçok kimlik tarafından belirlenir. Bu noktada bireyler bir araya geldiğinde farklı kimlikleri üzerinden değil ama ortak kimlikleri üzerinden iletişim kurarlar.
Etnik ve dini temelde tektipleşmiş farklı kimlikler ise, bir iletişim değil ama iletişimsizlik noktasıdır. Kimlikler politikasının dünyanın her tarafında emperyalist kurumlar tarafından desteklenmesinin nedeni zaten budur.
Kimlik politikalarının emekçiler arasındaki dayanışmayı yok etmesine en önemli örnek Kürt meselesinin Türkiye’de aldığı biçimdir. Bu konuda halklar arasında tam bir sağırlar diyaloğu yaşanmakta, bu durum her geçen gün farklı milliyetlerden emekçiler arasındaki önyargıları güçlendirmekte, emekçiler arasındaki düşmanlık artmaktadır. Var olan propaganda savaşının da etkisi ile bir taraf Türk emekçilerini ırkçı, faşizm destekçisi, kötü vb. görürken, diğer tarafta Kürt emekçileri hain, terörist, emperyalizmin maşası vb. görmektedir. Aslında benzer tablo üç aşağı beş yukarı dünyanın her tarafında aynıdır.
Diğer taraftan emekçilerin çok kültürlü davranma, diğer emekçilerle birleşme, dayanışma, beraber mücadele etme eğilimleri çok güçlüdür. Farklı etnik ya da dini gruplardan emekçiler hemen her fırsatta ortak sorunları etrafında bir araya gelme, mücadele etme eğilimi gösterir. Sosyalistler bu eğilimleri desteklemeli, emekçiler arası dayanışma ve birlik eğilimlerini örgütlemelidirler.
Gezi bu konuda ki en önemli örneklerden birisini sunmuştu bize. Normal şartlarda birbirine selam vermeyecek, hatta birbirine düşmanlıkla saldıracak emekçiler Taksim’de bir araya gelmişler, hatta Türk bayrakları ve PKK flaması taşıyan emekçiler polis terörüne karşı beraber direnmişler, omuz omuza dövüşmüşlerdi. Bu emekçileri bir araya getiren şey bunların ortak sorunları idi; yani daha fazla demokrasi, çevresel sorunlar, hükümetin gerici baskılarına, polis baskısına karşı ortak mücadele. Gezi olayları sırasında HDP Genel Merkezi olaya soğuk bakmasına, hatta bazı vekiller düşmanca demeçler vermesine rağmen, AKP ve MHP gibi milliyetçi, ırkçı, dinci partiler de düşmanca davranmasına rağmen emekçiler ortak bir mücadele noktası bulmuş, Kürt, Türk, Alevi, Sünni kökenli emekçiler omuz omuza dövüşmüşlerdi.
Gezi’de ortak sorunlar etrafındaki mücadele bu insanların birbirinin her derdini daha iyi anlamasını da sağladı. Aralarında daha önce var olan milliyetçilik duvarı hızla aşınmaya başladı, öyle ki birkaç gün sonra güvenlik güçleri Lice’de karakol yapımını protesto eden Kürt emekçilere ateş açtığında, İstanbul’da birçok Gezici ellerinde Türk bayrakları ile bu katliamı protesto etmişti. Yani bir araya gelip ortak sorunları etrafında mücadele eden emekçiler, hızla milliyetçi dini önyargılarından kurtuluyor, dini ya da ulusal zulüm altındaki kardeşlerini destekliyordu. Toplum hızla demokratikleşiyordu. Emperyalizmin dayattığı kimlikler politikasının alternatifini halk kendisi, mücadele alanında solcular da dahil herkese göstermişti.
Ama bu güzel şey, genel olarak solda var olan, özel olarak HDP’nin dar milliyetçi anlayışları ile büyük oranda darbe yedi. HDP kendini Türkiye halklarına sadece Kürtlük üzerinden dayatmaya, emekçilerin diğer sorunlarını yok saymaya devam etti. HDP’nin politikasına bakan herhangi bir kimse, Kürtler arasında hiç işçi olmadığını düşünür. HDP tarafından organize edilen tek bir tane işçi eylemliliği yoktur. Türkiye solu ise Türk milliyetçi sayılma korkusu ile bu politikaya itiraz edemedi, HDP’nin yanlış politikalarının ardına takıldı ve Gezi’nin yarattığı bu kardeşlik ortamı hızla kayboldu.
Seçimler öncesi başta Bursa olmak üzere bir çok şehirde metal emekçileri kendiliğinden grevlere gitmişlerdi. Onyıllardır ilk kez Türkiye işçi sınıfı bu kadar eylemseldi. HDP Bursa’da seçim mitingi yaptığında halihazırda bir sürü fabrikada onbinlerce işçi eylemlilik halinde idi ama HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş yaptığı konuşmada işçi grevlerine, işçilerin sorunlarına vb. ilişkin tek laf etmedi. Halbuki orada greve giden işçilerin birçoğu Kürt kökenli idi ve bu grevler emekçiler arasındaki düşmanlığı yok etmek için en önemli fırsatlardan birisi idi. Sol hareket ve partilerde bu konuda HDP’den daha farklı davranmadılar (bazı istisnalar dışında).
Bu olaylar neden burjuvazinin medyası, üniversitesi, STK’ları ile tekkültürlülük politikalarını dayattığını, bizim ise neden emekçiler arası kardeşliği, sınıfsal ilişkileri üzerinden kurmamızın olanaklı ve zorunlu olduğunu gösterir. Ama bunun ilk koşulu zihinsel hapishanemiz olan kimlik politikalarından kurtulmamız, emekçiler arasında ki dayanışmayı sınıf temelinde örgütlemeye çalışmamızdır. Bunun anlamı emekçilerin farklı dinsel, cinsel, ulusal vb. kimliklerinden kaynaklanan sorunların olmadığı değildir, bunun anlamı bu sorunların ancak emekçilerin bir araya gelmesi ile aşılabileceği, emekçilerin ise önce kendi ortak sınıfsal sorunları çerçevesinde bir araya gelebileceğidir. Bu noktada ulusal vb. sorunların çözümü sınıfsal mücadeleye bağlıdır. Sınıfsal temellerinden soyutlanmış kimlik mücadelelerinin bu sorunları çözme şansı yoktur. Böyle bir durumda sorun ancak kangrenleşir, ki Filistin sorunundan Kürt meselesine kadar olan hemen her sorun şu an kangrenleşme eğilimi göstermektedir.
[1] Bu konuda en ilginç yazı 7 Temmuz günü Cumhuriyet gazetesinde Ergin Yıldızoğlu tarafından yayınlandı. Finans tekelleri, hemen tüm önemli partiler, bölgesel milliyetçi partiler vb. hemen herkes tarafından desteklenen “AB’ye hayır” diyen yoksul halk kesimlerinin otoriter, “AB’ye evet” diyen kesimlerin ise özgürlükçü demokrat olduklarını iddia ediyor Sayın Yıldızoğlu.
[2] Aydın Engin’in 26 Haziran 2016 da Cumhuriyet’de yayınlanan makalesi bu kafa karışıklığına en iyi örneklerden birisidir. Sayın Engin bir yandan AB yi bir ”Avrupa’daki ulus-devletlerin milliyetçi yargı ve önyargıları aşıp bir üst kimlikte buluşmalarını hedefleyen bir proje” olarak tanımlar ve buna karşı olan hareketleri gericilik olarak damgalarken, diğer yandan serbest piyasa ekonomisinin vahşeti yüzünden halkın şirketler avrupasına hayır dediğini ifade etmektedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.