ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Araştırma Görevlisi olan Coşku Çelik, Soma Davası’yla ilgili Somalı ailelerin avukatları Sercan Aran ve Denizer Şanlı ile röportaj gerçekleştirdi
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Araştırma Görevlisi olan Coşku Çelik, Soma Davası’yla ilgili Somalı ailelerin avukatları Sercan Aran ve Denizer Şanlı ile röportaj gerçekleştirdi. Soma Davası’nın 8. grup duruşmaları 14 Haziran’da Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Dıuruşma için hala bilirkişi raporu beklenirken dava öncesi, Çelik’in gerçekleştirdiği röportajı yayımlıyoruz
Coşku Çelik: Davanın gidişatına ilişkin değerlendirmelerinizle başlayalım. Neler bekleniyordu ne oluyor?
Denizer Şanlı: Dava şu anda, olumluluk ve olumsuzlukları bir arada barındırıyor. Türkiye’deki bütün davalar gibi, bildiğimiz hukuk sisteminden beklenen şekilde gitme eğilimini her zaman içinde barındırıyor. Nedir bu? Öncelikle, bu bir ceza davası sonuçta. Ve bir insan öldürme davası. Alelade bir insan ölümüyle bunun arasında hukuk tekniği açısından bir fark yok. Ayrıca, özellikle süreç içerisinde işin bu yönde gitmesine yönelik zaten olağan bir akış beklentisi var. Fakat bunu iki şey etkiliyor: Birincisi bunun Türkiye’nin en büyük iş cinayeti davası olması, ikincisi onun içerisindeki aileler ve ailelerin avukatları faktörü. Örneğin ben davada, özellikle bir safhadan sonra ortaya çıkan, yargıçta ortaya çıkan; “olay nasıl oldu”ya kilitlenme eğiliminin bir yönüyle, bir hukuk tekniği anlamında bir insan öldürme davası. Olay nasıl oldu sorusuna yanıt arama beklentisiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yargıcın “olay nasıl oldu”ya kilitlenmesi bu davanın gitme akışı beklentisini simgeleyen etkenlerden biri. Biz de onu karikatürize edersek, “olay nasıl oldu”nun karşısında ne soruluyor da dava nereye evrilmeye çalışılıyor dersek, biz de olayın en geniş anlamda nedenlerini sordurmaya çalışıyoruz mahkemeye. Bu iki karakter aslında davanın gidişatına ilişkin durumu ve süreci de belirliyor. Bir taraftan normal akış içinde gitmesi beklenecek bir dava bir taraftan da onu daha genişletmeye, her anlamda toplumsallaştırmaya, orada sorulan soruları toplumsal kılmaya, hukukun algılayış biçimini etkilemeye, onu da kamusal kılmaya dönük bir çaba içerisindeyiz. Aileler de bu çaba içerisindeler. Davanın gidişatını bu iki gerilim belirliyor. Yenildiğimiz ve yendiğimiz kısımlar oluyor. En son keşiften sonra, başta üretim zorlaması ve taşeronluk sisteminin olayda etkili olup olmadığının bilirkişilerden sorulması olmak üzere önceki gaz sensörü verilerinin değerlendirilmesi, havalandırma sisteminin değerlendirilmesi gibi olayın gerçek faillerini ortaya çıkarmaya yönelik olumlu gelişmeler oldu. Şu anda da bilirkişi safhasındayız ve bekliyoruz.
Bir de şöyle sorayım. Farklı aktörler üzerinden sormak istiyorum. Ben bir sosyal bilimci olarak baktığım zaman neden devlet de yargılanmalı sorusunun çok basit bir cevabı var. Ama hukuken soruyorum devlet neden yargılanmalı, şirket neden yargılanmalı/yargılanıyor?
Sercan Aran: Bu soru aslında ilk soruyla çok bağlantılı. Şöyle bir safhadayız şu aşamada, herhangi bir kamu görevlisinin veya devlet yetkilisinin yargılanmadığı, sadece-şirkete bu hizmet sözleşmesi yoluyla devredilmiş olmasından kaynaklı- şirket yetkilileri temelinde giden, üst bir noktaya sıçramayan/dokunmayan bir yargılama süreci görüyoruz. Bu temel taşlardan biri, dosyada en çok itiraz ettiğimiz, en çok sesimizi çıkardığımız ancak mahkemenin dikkate almadığı, alamadığı. Buna ilişkin itirazlarımızı yaptık. Danıştay’a itiraz ettik kamu görevlilerinin yargılanması için, hala bekliyoruz. Beklemeye devam edeceğiz, yapacak bir şey yok elimizde. Neden devlet, kamu görevlileri, özel şirket yargılanmalı hukuken? Burada somut bir durum var, bilirkişi raporunda ve orada yaralı kurtaran ve zaten ocakta çalışmayıp da tanıklık yapan işçilerin anlatımlarından havalandırmada ciddi sorunlar olduğu ve bunun dikkate alınmadığı, sıcaklık artışının olduğu ve bunun dikkate alınmadığı anlaşılıyor. Keza taşeron dedikleri bu dayıbaşı ya da ekip başı ekip şefi denilen kişiler tarafından üretime dönük işçilere yoğun bir baskı yapılması ve işçi sağlığı ve iş güvenliğinin tamamen geri plana itilmesi söz konusu. Bu üç temel üzerine kuruluyor ve bu tamamen şirket eliyle gerçekleştirilen bir durum. Çünkü üretimi arttırmak istiyor, daha fazla kâr elde etmek istiyor. Devletin sorumluluğuna gelince burada, devletin de kanunen kendisine yüklemiş olduğu denetim yükümlülüğünü yerine getirmemesi ve buradan tamamen el çekerek her şeyi, her şeyin kontrolünü şirkete devretmesi, yaptığı bir takım kontrolleri de üstün körü yapması. Ve sermayeyle devletin ilişkisinden doğru, yapılacak denetimlerin önceden bilinmesi ve denetimlerin de fason denetimler olarak geçmesi, niteliksiz denetimler yapılmasından kaynaklı devletin sorumluluğu.
Denizer Şanlı: Yani devletin her anlamda sorumluluğu var. TKİ de bir devlet kurumu, ruhsat sahibi o zaten. Bilirkişi raporunda onların sorumluluğu hem dar anlamda hukuk açısından da saptanmış durumda. İşin vahameti burada. Yani bir siyaset bilimci açısından burada devletin yargılanması gerekir ya da en geniş anlamda madenler devletindir veya denetim yükümlülüğü vardırın dışında en dar hukuk tekniği anlamıyla TKİ zaten bilirkişi raporunda sorumlu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bilirkişi raporundan sorumlu. Mevzu buna rağmen buraya dokunulamaması. O çok vahim ve her şeyi açık eden bir manzara aslında. Niye dokunulamıyor? Dar anlamda hukuk açısından sorumlu devlet görevlilerine bile dokunulamıyor. Her anlamda sorumlu, ruhsat sahibi olarak sorumlu, denetleme göreviyle sorumlu. Burada ceza davası açısından bunların dışında şu da beklenir: Enerji Bakanı’nın bu işte rolü nedir, bakanların rolü nedir, ruhsatı dağıtanın rolü nedir?
Sercan Aran: Burada devletin sorumluluğunun bir başka yanı da TKİ denilen kurumun içinin özelleştirmelerle tamamen boşaltılmış olması. Yani bu süreci sadece TKİ’de değil, hemen hemen her kurumda yaşadık AKP iktidarı ile birlikte. Bu doğal olarak sermayeye ve TKİ’ye de sirayet etmiş durumda. Bunu şuna dayanarak söylüyorum: Soma’da 2831 tane işçi işten atıldı toplu bir şekilde. Bunların bir kısmının biz de davalarını açtık. Orada bilirkişi raporu alındı, keşif yapıldı. Soma Havzası genelinde keşif yapıldı. Biz bu işçiler TKİ işçisidir, bu devredilemez bir iştir dedik. Bu, teknolojik bilgi ve teknik bilgi ve donanım gerektiren bir iştir ve TKİ bu işte uzmandır bunu şirketlere devredemez dedik. Ancak bilirkişilerin hazırladığı keşif neticesindeki raporda mahkeme şu gerekçeyle bizim işe iade talebimizi TKİ yönünden kabul etmeyip sadece Soma A.Ş. yönünden kabul etti, şunu dedi: TKİ kurumu açık ocak işletmesi alanında uzmanlaşmış ve gelişmiş bir kurumdur. Yeraltı madencilik sektöründe uzmanlığı, buna ilişkin yeterli işçisi, teknik donanımı, malzemesi yoktur ve bunu devretmesi doğaldır. Bu aslında yıllardır var olan bir kurumun, 2016 yılı itibariyle hangi aşamaya getirildiğini, durumunun ne olduğunu açıkça gösteriyor. TKİ dediğimiz kurum bu işi yıllardır yapan, kendi kadrolu işçisi olan, devlet memuru işçisi olan bir kurumdu. Ancak özelleştirmeyle birlikte tüm kadrolu işçilerin işlerini feshettiği ve bunu özel şirketlere devrettiği, oradaki işçilerin de özel şirketin personeli haline geldiği bir durumda mahkeme TKİ açık işletmede uzman, yer altında değil diyor. Soma A.Ş.’nin uzman olduğunu söylüyor.
Peki taşeron şirketin o iş kolunda uzman olması gerekliliği burada nasıl işliyor? Nasıl oluyor da ocak işleten bir şirket bunun uzmanı olduğunu kanıtlayıp ihaleyi alabiliyor?
Sercan Aran: Şöyle, iki tip devir söz konusu. Daha öncesi, Kamu İhale Kanunu’ndan kaynaklanan hizmet alım denilen bir yöntem. Ya bu yolla ihale açılıp alınıyor ya da TKİ’ye özel getirilen, rödovans denen sistem var. Aslında her iki sistem birbirine çok yakın karakteristik olarak. Hizmet alım sözleşmesi kanuni dayanakları olan, ihale vesaire süreci bulunan uzun soluklu bir iş. Yani hizmet alım sözleşmesiyle şurayı şuraya devredelim dediğinizde bu yaklaşık 1-1,5 yılı buluyor. Ama özel bir yönetmelikle TKİ rödovans sözleşmesini getirdiği için, rödovansla doğrudan devredebiliyor. Al şu kadar paraya şu işi yap diyebiliyor doğrudan ve bu, kuruma zaman kazandırmış oluyor. Peki, Soma A.Ş. nasıl diyebiliyor ‘Ben bu konuda uzmanım’ diye? O bir ön rapor veriyor. Ben şu makineleri kullanacağım, şu şekilde üretim yapacağım, sizin panolarınız bunlar, çalışma yerleriniz bunlar, şu üretim tekniğini kullanacağım, genel müdürüm maden mühendisi şu şu şu olacak, işletme müdürüm maden mühendisi bu bu bu olacak; şu kadar iş güvenliği uzmanı çalıştıracağım ve gerekli sayıda işçi istihdam edeceğim diyor. Bunu dediği an bakıyor işletebilir mi; evet işletebilir. Devrediyor.
Peki Park Teknik’in ocağa dair raporundaki konulara ilişkin önlemler alınıyor muydu Soma A.Ş.’ye devredilmeden önce?
Sercan Aran: Park Teknik diyor ki bu ocak yangınlı bir ocak. Kızışma dediğimiz, içten yanmanın yoğun olduğu bir bölge, Park Teknik bununla mücadele ediyor. Yurt dışından getirttiği azot basma sistemiyle mücadele ediyor. Çünkü burada iki tip mücadele yöntemi var kızışmayla, biri azot, diğeri kül basma denilen yöntem. Kül basma denilen yöntemde, termikte yanmış ve soğumuş, artık ısı işlevini yitirmiş, tekrar yanma özelliği bulunmayan kömürü suyla ısıtıp şalan hale getirip oraya basılıyor ve orası kapatılıyor, tamamen donuyor. Sonra oradaki yangın bittiğinde tekrar açılıyor, temizlik yapılıyor ve orası kullanılabilir hale getirilip üretime devam ediliyor. Ama bu zahmetli ve zaman alan bir iş ve işçi sağlığı ve güvenliğine dikkat edilmesi gereken bir yöntem. Azotta da, dumandaki o oksijeni kesmek amacıyla ilgili yere, hiç kapatmadan azot basılıyor. Azot, oradaki oksijeni etkisiz hale getiriyor ve yangını durduruyor. Bilimsel açıdan ben bir mütalaa veremem bu konuda, hangisi uygulanmalıdır şeklinde. Park Teknik azot tekniğini kullanmış, Soma A.Ş. kül basma yöntemini kullanmış. Park Teknik, ben yurt dışından sistem getirdim, bu sistemi uyguladım ancak ben burada yangınları engelleyemiyorum diyor. Mütemadiyen yangın çıkıyor, ocağı sürekli kapatıyorum, boşaltıyorum, iş duruyor. Ve ben size yıllık 1,5 milyon ton üretim vaat ettim, ancak şu şartlarda bu hızla ilerleyerek ben kendi taahhüdümü yerine getiremeyeceğim, bu işten ticari anlamda zarar edeceğim, o yüzden sözleşmemi devretmek istiyorum diyor. Soma A.Ş. de talip oluyor, sonra Soma AŞ devralıyor ve yangınla kendi yöntemiyle, kül basmayla mücadele edeceğini belirtiyor. Burada esas sıkıntı, devlet açısından da sıkıntı; Soma A.Ş.’nin temel dayanağı-bir dönem basına da yansıdı- biz burada kömürün maliyetini düşürdük, 29 dolarlara düşürdük falan diye övünüyor. Maliyetin gerçekten düşük olması, bu anlamda devletin verdiği ödeneğin düşük olması ve sermayenin kar hırsı birleşince… Çünkü devletin ton başına verdiği miktar belli, sizin yıllık kömür çıkarma miktarınız belli. Bunları oranladığınızda sermayenin ne yapması lazım? Oradaki hem maliyeti kurtarması lazım bir de üstüne kar elde etmesi lazım. Bunu düşünerek ne yapıyor? Kül basıyor, kontrol etmiyor, üç gün sonra tekrar açıyor. Çünkü daha fazla kömür çıkarması lazım, orada kömür var. Gerekli soğutma işlemlerini yapmıyor. Gerekli kontrol işlemlerini yapmıyor ve işçileri mütemadiyen yangınlı bölgelerde çalıştırıyor. Böyle olunca da durum mevcut sonuç ortaya çıkıyor.
Şu anki var olan hukuki çerçeveyi sormuyorum, ama madencilikte rödovans veya herhangi bir özelleştirme yönetiminin, böyle bir iş kolunda sorunsuz bir uygulama biçimi olabilir mi?
Sercan Aran: Yer altı maden işçiliği dediğimiz, riskli bir iş kolu. Yer altındasınız, üstünüzde milyonlarca ton katmandan oluşan kömür ve toprağın altında çalışıyorsunuz. Elbette devlet zamanında da kazalar var ancak burada şöyle bir durum var, kamu görevlileri o zaman en azından oradaki işçinin canını düşünerek faaliyet yapıyor. Çünkü bir kamu kurumu kâr odaklı işletmez, kâr elde etmeyi düşünmez. Kamunun varoluş amacına aykırıdır. Kamu dediğiniz, ülkenin menfaatleri doğrultusunda çalışan kamu kuruluşları ve o ülkede yaşayan, devlete kendi hak ve yetkilerini devretmiş insanların gereksinimlerini karşılamak üzere kurulmuştur diyebiliriz kaba bir biçimde. Ve orada insanların amacı kâr elde etmek değil, orada mevcut olan rezervi, oradaki işçi sağlığı ve iş güvenliğini de gözeterek bir biçimde çıkarmak. Ancak iş sermaye olunca, ana amacı kâr elde etmek zaten. Ve amaç kâr olunca geri kalan her şey teferruat oluyor sermaye için. Kamuda amaç toplum yararına bir iş yapmaktır sermaye için de kârdır. Kâr olunca söz konusu olan, işçinin canı da, iş sağlığı da, oradaki teknik ekipmanların kalitesi de haliyle düşüyor yani.
Denizer Şanlı: Sercan’ın söylediklerine bir ekleme yapmak istiyorum. Benim kişisel, siyasal-hukuksal önerim kamulaştırma tabii, kamunun işletmesi. Ama birikim rejimi böyle olmayan ülkelerde özel şirketler de bu işi tam bir denetim ve teknoloji kullanımıyla, sağlıklıya yakın yapabilirler. Bunun örnekleri de var. Ama Türkiye gibi bir ülke olmaması lazım. Emek yoğun tekniklerin kullanılmak durumunda olduğu, uluslararası iş bölümünün buna zorladığı, bu rolü kabul eden her sektörde; tekstilde, madende bu rolü benimseyen ve benimsetilen bir ülke Türkiye. Bu koşullarda, sermayenin yapısı zaten yoğun işgücü kullanımına dayandığı, yapısal olarak bu böyle olduğu için bizim gibi ülkelerde dikiş tutmuyor bu iş. Devamlı iş cinayetlerine uygun bir hale geliyor.
Sendikanın hukuki sorumluluğu nedir ve nerede eksik kalmıştır?
Denizer Şanlı: Bir işveren örgütü olarak çalışması.
Bu yüzden yargılanabilir mi?
Denizer Şanlı: Elbette yargılanabilir. Bir ceza davasında sorumluluğu ortaya çıkarma niyetiniz varsa o sorumluluk için en geniş soruşturmayı yapabilirsiniz. Enerji Bakanı’yla Alp Gürkan’ın ilişkilerinden başlayarak, başbakandan başlayarak… İsterseniz yaparsınız bunları. Bu, onu yapıp yapmama kararına ve ülkenin koşullarına bağlı. Sendika tam bir işveren örgütü gibi hareket ediyor, sorumluluğu bu nedenle. Mesela bana çok vurucu gelir, Can Gürkan olayı sendika şube başkanından öğreniyor. Bu, aradaki ilişkinin ne boyutta olduğunu her şeyiyle ortaya çıkaran bir durum.
Sendika ve taşeronu beraber düşünürsek… Taşeronla ilgili, sendikanın rolüyle ilgili dava sürecinde bir yol alınabiliyor mu?
Denizer Şanlı: Yani ilk yol taşeronluk sisteminin olaya etkisinin bilirkişilere sorulmasıydı. Daha önce alınmış hiçbir yol yok. İlk kez böyle tartışıldı. Dolayısıyla bir yol alınıp alınamayacağını bilirkişi raporunda göreceğiz. Bunu biz birkaç celsedir devamlı dile getiriyorduk. Dilekçelerde aldıkları aşırı paranın resmi hak edişlerdeki listesini falan mahkemeye sunduk. Öyle bir çabaydı, yani bu taşeronluk sistemi olayın gerçek nedenlerinden de bir tanesidir. Yani burada son derece geniş bir yelpaze var aslında devletin dışında da. Doktorlar var, taşeronlar var, sendika var. Var oğlu var. Bunların hiçbiri layıkıyla soruşturulmadı. Yine en dar anlamda söylüyorum, bir kişi raporluyken çalışamaz. Çalışırsa burada yasal olarak doktorun çalış dediği varsayılır. Ya da bu doktorun yükümlülüklerinden biridir. Raporlu bir işçi öldü katliamda. Kimdir bunun doğrudan sorumlusu, bu bile soruşturulmadı.
Ailelerin mahkemeyle kurdukları ilişkide bir dönüşüm, ilgide bir azalma var gibi duruyor. Neden oluyor bu?
Sercan Aran: Birincisi, hukuk sistemine olan güvenlerini yitirmiş olmaları, ikincisi hukuk sistemimizde yargılamaların uzun sürmesi… Çünkü bitmiyor yani. 2014 yılının Mayıs ayında olmuş bir katliam, yargılanmasına bir yıl sonra başlanabiliyor. Ve bir yılı geçtikten sonra, şu anda, yargılama safhasında soruşturma aşaması bir yıl sürdü, kovuşturma aşamasında artı bir yılı tamamlamak üzereyiz ve daha da devam edecek. Üçüncü zorluk, birçok ailenin ciddi anlamda bir yoksulluk içerisinde olmaları. Ve duruşmanın da, aynı ilde olsa da farklı bir ilçede olmasından dolayı ailelerin gidiş geliş imkânları zorlaşıyor. Çünkü ölenler erkekler, kadınlar çocuklarıyla yalnız kaldılar ve onlarla ilgilenmek zorundalar. Benim gördüğüm bu zorluklar var.
Denizer Şanlı: Bence en büyük nedeni örgütlü olmamaları. Solun bu konudaki aşırı beceriksizliği en büyük, diğer bütün nedenleri kendine bağlayan ana neden.
Hukuk sistemine olan güven dedin ya, başta var olan ama zamanla azalan bir güven mi bu?
Sercan Aran: Orada zaten ailelerin bir kısmı zaten bu durum bu işin fıtratında var deyip kesinlikle duruşmaya gelmedi. Böyle bir aile profili var. İkinci profil, iddianamenin yazılmasından itibaren bu yargılamadan herhangi bir beklentisi olmayanlar, burada hiçbir kamu görevlisinin ya da dayıbaşının dahi olmadığını görüp sadece şirket çalışanlarının ve onların da sadece bir kısmının kasten öldürmeyle yargılandığını görüp hukuk sistemine güvenini kaybedenler. Bir de baştan umutla gelip, mahkeme heyetinin kendilerine karşı gösterdiği tavırdan dolayı umudunu yitirenler var.
O umudunu yitirenler veya gelmeye devam edenler sizinle nasıl bir ilişki kuruyorlar?
Sercan Aran: Onu aslında biz değil de bizi dışarıdan gözlemleyen biri cevaplayabilir. Mesela sen cevaplayabilirsin. Bizden umutlular. Çünkü duruşmada onlar konuşamıyorlar ve biz onların sesi, çığlığı olmaya çalışıyoruz. Onların adına, vekaleten sesimizi yükseltiyoruz, mahkeme heyetiyle tartışıyoruz, karşı tarafın avukatlarıyla tartışıyoruz, sanıklara sorular soruyoruz. O anlamda bize bir güvenleri var, davanın seyrini biz onlara her daim aktarıyoruz. Ama şunu da çok iyi biliyorlar, netice itibariyle kararı biz vermeyeceğiz. Bunun farkındalar. Biz ne dersek diyelim… Ceza alırlar dememizin de bir hükmü yok, almazlar dememizin de bir hükmü yok. Bunun da bilincindeler. Orada biraz daha belirsizlik mevcut.
Denizer Şanlı: Her koşulda onları temsil eden, savunan kişileriz.
Soma’da, kentte bir örgütlenme ortaya çıkmaması için iktidar bloğunun stratejileri belli. Bunun davaya yansımaları nasıl oluyor?
Sercan Aran: Aslında bir gelen tanıklar var bir de gelmeyen, gelse çok şey anlatacak tanıklar var. Ancak iş bulamama korkusuyla gelemiyor. Neden? Çünkü işçilerin her daim söylediği ve ayyuka çıkmış bir kara liste durumu mevcut. Ve bu listede yer alıp ne bileyim basında çıkıp konuşmuş, olay olduktan sonra hemen konuşmuş, demeç vermiş, şirketi eleştiren, ocak içerisinde mevcut durumu anlatan, olumsuzlukları dile getiren işçiler işe alınmıyorlar. Ve birçok işçi de mahkemeye gelip var olan, bildiği gerçekleri anlattığında herhangi bir maden şirketinde, madenci olarak iş bulamayacağını biliyor.
Denizer Şanlı: Sanıkların, özellikle tutuksuz mühendislerin, konumlanışı yine tanıklar gibi. Orada da söz konusu iş bulma korkusu. O da önemli. Yani sonuçta sanıklar bir blok olarak çok çatlamadılar. Bu, adamların başarısı işte, kendilerine bağlama biçimi.
Peki tutuklu veya tutuksuz veya sanık durumunda olmayan şu an mühendislerin bu dava açısından konumu… Şöyle ifade edeyim, ben oraya hiç gelmeden önce şöyle düşünüyordum; Mühendis de emekçidir, işçidir, yaka rengine bakmaya gerek yok, nitekim ölen mühendisler de oldu bu mühendislerin de mücadelesi. Ama burada tablo çok öyle değil sanki? Bu yargılama açısından mühendislerin konumu nasıl düşünülmeli? Tahliyeler oldu mesela, ne düşünmeliyiz?
Sercan Aran: Sondan başlayayım, tahliye edilenlere mahkeme şu sebebi söyledi: Madende mühendislerden oluşan üç vardiya var, her vardiyanın bir vardiya amiri var, mühendis ve onların altında çalışan, vardiyanın mühendisleri ve teknikerleri bulunuyor. Şimdi iki vardiya amiri tutukluydu, diğer vardiyanın amiri zaten olayda vefat edenler. Mahkeme, olayın olduğu 08:00-16:00 vardiyasının vardiya amiri zaten vefat etti, bu iki kişi de diğer vardiyaların amiriydi, olay o saatlerde gerçekleşmedi, o anlamda tutuksuz yargılanan sanıklardan herhangi bir farkı olmadığından bahisle beraat verdi. Çünkü tutuksuz sanıklar arasında o vardiyada çalışmayan vardiya teknikerleri ve mühendisleri de bulunuyor, onlarla durumlarının eşit olduğundan bahisle tutukluluklarının kaldırılmasına karar verdi. Ancak biz orada şunu tartışmaya çalıştık, bu durum o vardiyada olan, ani gelişen bir durum değil zaten. Yıllardan beri var olan ve devam eden bir silsileden kaynaklı bir durum. Bu sebeple de önceki vardiya ile sonraki vardiya arasında bir fark yoktur dedik. Mahkeme o yönde karar vermedi. Mühendislere gelince, mühendisler şunu söylüyorlar biz maden mühendisleri olarak günah keçisi ilan ediliyoruz diyorlar. Bu duruma da karşılar. Çünkü sen mühendissin ve uzmanlık alanın gereği, bir şey olduğunda dur demen gerekir, çalıştırmaman gerekir. Ancak pratikten doğru büküp şunu söylüyorlar, netice itibariyle biz de işçiyiz, orada işi durdurduğumuzda ya da ocağı boşalttığımızda işsiz kalırız. Bir daha herhangi bir maden ocağında iş bulamayız. Bu bizim inisiyatifimizde olan bir durum değil. Yani evet, varsa bir sorumluluk cezalandırılmalı, ancak bu sorumluluk tek başına mühendislerin omzuna yüklenmemeli diyerek tartışıyorlar. Biz şunu söylüyoruz, varsa böyle bir sorun, mühendis işi durduramıyorsa, bu mühendislerin örgütsüzlüğünden kaynaklanan bir sorun. Demek ki mühendis camiası örgütsüz ki bir mühendis iş durduramıyor. Çünkü bu öğretiliyor ona. Neyin tehlikeli olup neyin olmadığı, hangi alanlarda çalışma yapılabileceği, hangi alanlarda çalışma yapılamayacağı öğretilen, bilim tekniği açısından kendisine anlatılan ve bunun bilimini alıp, bu alanda çalışma yapıp bu işi yapan insan zaten. Ve bunu yapamıyorsa, örgütlülük bilincinde bir sorun vardır. Bu da biz avukatların veya ailelerin sorunu, derdi tasası değil. Varsa bir sorumluluğu, ki var, mühendisler de yargılanmalıdır. Ancak onlarla birlikte sorumlulukları bulunan kamu görevlileri de aynı şekilde yargılanmalıdır.
Denizer Şanlı: Mühendislerin tavrı tabi biraz da tipik bir sanık tavrı, yırtmak istiyorlar. Birincisi o etken var. İkincisi, kendi tavırlarından, kendilerini işçi olarak görmelerine rağmen, ayrıcalıklı bir işçi katmanı olarak gördüklerini de biraz anlıyoruz. Üçüncüsü de tipik örgütsüzlük durumunda işçi sınıfı nasıl bir karakter verirse mühendisler de o karakteri veriyorlar.
Peki mesela biz de emir kuluyuz gibi bir yolu denediler mi?
Denizer Şanlı: Bunu yapabilirlerdi. Ama tümüyle şirketin siyasetinin, dava politikasını arkasına gizlendiler. Bunu yapabilirlerdi ama yapmadılar. Yani çıkıp da ya kardeşim bizim suçumuz yok ama şirket çok iyi yönettiği için değil bizim bir inisiyatifimiz olmadığı için. Gerçekler böyle böyle, fakat bu gerçekleri değiştirecek bir yetkimiz, inisiyatifimiz yok o yüzden de suçsuzuz demediler. Tam bir güçsüzlük ve umutsuzluk hali. İşçi sınıfı karakteri olarak ama.
Sercan Aran: Ya da en basitinden klasik bir sanık tavrı. Bir sanık ne der bir suç işlediyse, ben yapmadım der. Yaptım ama şu yüzden yaptım demez. Bu da standart bir sanık profili ortaya çıkarıyor. Çıkıp mühendis şu tür sorunlar vardı, ben bildirdim, amirlerime defalarca söyledim, ben de farkındaydım… Ya da ben farkına varamadım, üzgünüm dahi diyen olmadı. Her çıkan; her şey güzeldi, her şey normaldi, her şey nizamiydi, nasıl oldu biz de anlamadık. Ben tane kamu görevlisi var mühendis, onları ayrı tutuyorum, geri kalan 40 kişiden farklı bir dil kuran, farklı bir çıkış sergileyen, farklı bir bakış açısı getiren olmadı.
Sendika.Org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.