Güncel propaganda yöntemlerinin etkisinde kalan muhafazakar kesim, inançlarının da vurgu yaptığı ve ortak aklın ürünü olan vicdan, merhamet, dürüstlük, paylaşım gibi değerlerden her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktadır “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” Yunus Emre’ye ait olan bu dizeler, sıkça kullanılan bir özdeyiş haline gelmiştir. Kişinin kendisini bilmesinin/tanımasının edinilecek bilgi, geliştirilecek yetenek ve yetkinlik […]
Güncel propaganda yöntemlerinin etkisinde kalan muhafazakar kesim, inançlarının da vurgu yaptığı ve ortak aklın ürünü olan vicdan, merhamet, dürüstlük, paylaşım gibi değerlerden her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktadır
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” Yunus Emre’ye ait olan bu dizeler, sıkça kullanılan bir özdeyiş haline gelmiştir. Kişinin kendisini bilmesinin/tanımasının edinilecek bilgi, geliştirilecek yetenek ve yetkinlik açısından önemi vurgulanmaktadır. Bir yönü ile bu ifade bireyin kendi gerçekliğini bilmesi olarak da tanımlanabilir. Birey, gerçekliğinden kaçınma, onu perdeleme ve yok sayma tutumundan sakınmayı başardığı oranda diğer birey ve toplumsal kesimlerle daha sağlıklı bir ilişkilenme geliştirebilmektedir. Gelişmeler karşısında toplumlar etnik ve inançsal kökenlerine, sınıfsal konumlarına, ideolojilerine, doğa ile ilişkilerine göre farklı değerlendirme ve belirlemeler yapabilmektedirler. Bazı davranış, tavır ve tutumlar vardır ki, toplumsal yapının önemli bir kesimini, bazen neredeyse tamamını kapsayacak yaygınlıktadır. Bu anlamda toplumları sınıflandırmak ve kıyaslamak bir miktar toptancı bir tutum içerse de, kimi toplumsal kesimler tutum ve değerlendirmeleri ile böyle bir genellemeye adeta davetiye çıkarmaktadırlar. Son dönemde gündemi meşgul eden üç gelişme/yaşanmış durum üzerinden belli toplumsal kesimlerin tutumunu değerlendirmeye çalışacağım. Bu üç gelişme; Ensar Vakfı’nda çocukların taciz ve istismara uğraması, Özgecan Aslan’ın katili Ahmet Suphi Altındöken’in cezaevinde öldürülmesi ve “Ergenekon Terör Örgütü” kurmakla suçlananların Yargıtay kararı ile beraat etmesidir.
Ensar Vakfı; inançsal yönü ile ön planda olan, muhafazakar/dindar kesimin daha fazla ilişkilendiği ve AKP hükümeti ile yakınlığı bilinen bir kurum. Yakın bir tarihte, bu vakıfta görevli bir öğretmenin onlarca erkek çocuğuna yönelik cinsel taciz ve istismarı ortaya çıktı. Cinsel istismar yıllar önce ve defalarca yaşanmıştı. Bu kurumda nasıl bir yapı ve işleyiş vardır ki, yaşanan istismar bu kadar süre karanlıkta kalabilmişti? Bu tür kurumlar kapalı devre bir işleyişe sahip oldukları oranda merak, ilgi ve şüphe uyandırmaktadırlar. İnançsal bir kutsiyet atfedilen bu yapılar kamusal denetimden bir miktar muaftırlar. Bu muafiyet salt hükümetlerin yanlı tutumundan ve vakıf yetkililerinin duyarsızlığından/keyfiyetçiliğinden kaynaklanmaz. Muhafazakar kesim, inanç ve hayır işleri ile anılanın/özdeşleştirilenin değerini bir miktar gizliliğinde ve alenileşmemesinde aramakta, bilinir olmayı/şeffaflığı tılsımın bozulması ve sıradanlaşma olarak algılayabilmektedir.
Bu kurumların geneli, belli bir ideoloji doğrultusunda çocukları homojenleştirerek birbirine benzetme gayesi taşırlar. Yoksul çocuklarına el uzatma/yardımcı olma ve hayır işleme iddiasına karşın, varsıllığı ve yoksulluğu eş zamanlı üreten iktisadi ilişki ağı ile iç içedirler. Barındırdıkları çocuklara, inanç ve milli değerlere bağlı kılma adı altında, ideolojilerini, siyasal görüşlerini ve yaşam tarzlarını dayatırlar. Bireyin zihinsel-düşünsel dünyasının, biyolojik gelişimine paralel, farklı yaklaşımları/değerlendirmeleri tanıyarak özgün ve özgür bir atmosferde şekillenmesine izin vermezler. İnanç ve yoksulluk; muhafazakar görünümlü egemenler tarafından ranta, kuşatmaya, baskılamaya ve düşünsel istismara alet edilebilmektedir. Cinsel istismar elbette ciddi bir durumdur. Ancak daha önemlisi, bu çocukların düşünsel ve ruhsal istismara uğramalarıdır.
Ensar Vakfı’ndaki taciz ve istismar gümdemleşince, kamuoyu tarafından bilinen kimi kişiler (siyasetçi, bürokrat, gazeteci, akademisyen…) ve toplumsal kesimler ağırlıklı olarak ön yargılara dayalı değerlendirmeler yaptılar. Bu tür kurumların amacını, yapısını, işleyişini, devlet-hükümet ile ilişkilerini anlamaya çalışmak ve sorgulamak her zaman yapılması gereken kamusal bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu yerine getirmek için olası taciz ve istismarları beklemek gerekmez. Ancak, değerlendirmelerin salt yaşanan cinsel taciz ve istismara indirgenmesi, eleştiri sahiplerini “istismar fırsatçılığı” ile itham edenlerin elini bir miktar güçlendirmiştir. Ensar Vakfı gibi yapıların kurumsal, siyasal ve sosyal handikapları yerine, istismarın yarattığı zayıflığa yoğunlaşılması, muhafazakar kesimin savunmacı ve sahiplenmeci tutumuna gerekçe oluşturmasına, bu kurumlardan nemalanan muhafazakar görünümlü egemenlerin çok yönlü sorumluluğunun gözden kaçırılmasına katkı sunmaktadır. Taraf olanlar bunun patolojik ve münferit bir durum olduğunu ileri sürerek, kurum yerine fail odaklı bir tartışma yürütmeyi tercih etmektedirler. Yaşanan bir duruma dikkat kesilmek yerine, daha önemlisi; belli çevrelerin tekelinde olan, erişkin olmayan bireyleri kuşatarak taraf kılan, siyasi ve maddi rant aracına dönüşen bu kurumları tüm yönleri ile deşifre etmek, inanç tacirlerinin hedef kitlesi olan muhafazakar/inanç sahibi halk kesimlerine yansız-doğru bilgi taşıyacak mekanizmalar oluşturmak, bu tür kurumlardan nemalanan çevrelerin (devlet-hükümet mekanizması,kimi inanç tacirleri ve egemenleri, siyasi ve maddi rantçılar…) olası baskı ve engellemelerine karşı gerekli mücadele hattını örmektir.
Çocuğa ve kadına yönelik istismar bedensel temas-cinsellik ile sınırlı değildir. Kadının kapanıp kapanmayacağına, evlenip evlenmeyeceğine, kaç çocuk yapacağına ve cinselliğine ilişkin eril söylemler, öneriler ve dayatmalar da istismar kapsamına girmektedir. Günümüz Türkiye’sinde taciz ve tecavüz bir yana, günde ortalama 1 kadın katledilmektedir. Katiller genellikle kadınların en yakınındaki erkeklerdir (eski eş, sevgili, abi, kardeş, baba vb.). Bu erkek tipi, bir yönü ile devletin toplumdaki çehresi ve görünen yüzüdür. Devlet ve erkek, biri topluma, diğeri ise kadına karşı riyakar bir tutum sergilemektedir. Güya, devlet halkın emrinde bir hizmetkar, kadın da erkeğin baş tacıdır. Bu riyakarca tutum mevcut statülerinin taciz, tecavüz, sömürü, talan ve katliama dayandığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Türkiye’de 2015 yılı içerisinde de çok sayıda kadın cinayeti işlendi. Bu cinayetlerden birisi de üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın Ahmet Suphi Altındöken tarafından hunharca katledilmesi oldu. Bu cinayete karşı toplum daha belirgin bir tepki gösterdi. Kadın cinayetlerinin çoğu tanıdık/kadının bildiği bir erkek tarafından işlenirken, Özgecan ilk defa karşılaştığı/tanımadığı bir erkek tarafından öldürülmüştü. Toplumun tanıdık katillerin (kadının tanıdığı erkekler) cinayetlerine daha az tepki vermesi, tanıdık erkeği kadın üzerinde bir miktar hak sahibi ve işlenen cinayeti iç mesele olarak görmesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Gözlemlerimiz bu soruya olumlu yanıt verebileceğimiz yönündedir.
Bir süre önce, Özgecan Aslan’ın tutuklu katili Ahmet Suphi Altındöken, 50 yıla hükümlü ve suç makinesi olarak tanımlanan Gültekin Alan tarafından öldürüldü. Böylece Gültekin Alan suçlarına bir cinayet daha eklemiş oldu. Kardeşi Teyfik Alan abisi ile gurur duyarken, sosyal medyaya erkeklerin “adam gibi adamsın kardeşim” mesajları yağdı. Dikkat çeken diğer bir durum, Altındöken’in cenazesine gösterilen tepki ve gömüleceği yer konusunda sergilenen toplumsal tavır oldu. Cenazeyi taşımak bir yana, kimse tabutuna dokunmak dahi istemedi. Yine, gösterilen abartılı tepki nedeniyle yetkililer mezar yeri bulmakta hayli zorlandılar. Bu tepkiyi verenler kimlerdir? Kadın-erkek ilişkisi ve eşitliği konusunda ne düşünmektedirler? Namus bekçiliği anlayışı taşırlar mı? Baba iseler aile ortamındaki kadınlarla ilişkileri nasıldır, erkek-kız çocuğu ayrımı yaparlar mı? Günlük ortalama bir kadının katledildiği, onlarca kadının taciz ve tecavüze uğradığı bir ortamda, bu abartılı tepki ne anlama gelmektedir? Tepkinin sahipleri kendilerini aklamaya, zanlı psikolojisinden kurtulmaya ve Altındöken ile olası benzerliklerini gizlemeye mi çalışmışlardır? Sanırım onlar da kadına yönelik taciz, tecavüz ve katliamların toplumsal süreçler içerisinde şekillendiğini ve kendilerinin de bu sürecin bir parçası olduğunu bir miktar bilmektedirler. Yaşanan durum/ortadaki tablo bu tepkilerin sahiciliğine ilişkin ciddi kuşkular yaratmaktadır. Kadına yönelik taciz, tecavüz ve katliamlara karşı Ahmet Suphi Altındöken de geçmişinde ikiyüzlüce benzer tepkiler vermiş olabilir. Erkekler olarak bizi yalanlayan abartılı tepkiler yerine, önemli olan her bir farklılık için gerçek anlamda eşitlik ve özgürlük istemek, kendimizle ve kadınlık anlayışımızla yüzleşmeyi sağlayacak bilişsel bir sürece adım atmaktır.
Bilindiği gibi “Ergenekon Terör Örgütü” mensupları Yargıtay kararı ile beraat ettiler. Bu dava nedeniyle, başta kimi güvenlik görevlileri olmak üzere, farklı mesleklerden çok sayıda kişi örgüt kurmak, yönetmek ve darbe hazırlığı yapmakla suçlanıp, yıllarca tutuklu kalmışlardı. Zamanında, AKP hükümeti yürütülen soruşturma ve tutuklamalara sahip çıkmış, hatta dönemin başbakanı kendisini davanın savcısı ilan etmişti. AKP’ye yakın çevreler (medya kuruluşları, gazeteciler, akademisyenler, hukukçular…) ile birlikte kimi liberal solcular gelişmeleri vesayet rejiminin aşılması ve yeni Türkiye’nin inşası olarak değerlendirmişlerdi. Süreç ilerledikçe cumhurbaşkanı ve hükümet bu davanın tarafı olmaktan vazgeçtiler. “Ergenekon Terör Örgütü” konusundaki tutumlarını 180 derece değiştirerek, yargılama sürecini ve mahkumiyet kararlarını eleştiri konusu yaptılar. “Ergenekon Terör Örgütü” tanımı yerine, imalatı yine kendilerine ait olan “Orduya Kumpas” tanımını kullanmaya başladılar. Bu değişikliğe neden olan iki başat durumdan bahsedilebilir. Birisi Gülen Cemaati ile yaşanan ayrışma ve çatışma, diğeri ise hükümetin Kürt sorunu konusundaki politikasını tekçi ve güvenlikçi bir noktaya taşımasıdır. Burada üzerinde duracağım/irdeleyeceğim cumhurbaşkanı ve hükümetin inandırıcılıktan uzak gerekçelere dayanan tutum değişikliği değildir. Beni ilgilendiren ve sizinle paylaşmak istediğim AKP seçmeninin konu ile ilgili tavrı ve değerlendirmesidir.
Bir televizyon kanalında AKP seçmeninin “Ergenekon Terör Örgütü,” cumhurbaşkanı ve hükümetin örgüte ilişkin tutum değişikliği ve yargıtayın beraat kararı ile ilgili değerlendirmesini izleme fırsatı buldum. Muhabirin öncelikli sorusu örgütün varlığına ilişkin idi. Mülakata katılan seçmenler böyle bir örgütün var olduğunu savunarak, dava sürecini ve tutuklamaları da örgütün varlığına kanıt gösterdiler. İkinci soruda, cumhurbaşkanı ve hükümetin dava ile ilgili tavır değişikliği ve Yargıtay kararı soruldu. Görüşülen tüm seçmenler cumhurbaşkanı ve hükümetin tavır değişikliğine sahip çıkarak, bir önceki yanıtlarını anında yalanlayarak böyle bir örgütün olmadığını savunmaya başladılar. Birinci soruya ilişkin değerlendirmeleri hatırlatıldığında, biraz gerilerek cumhurbaşkanı ve hükümet yok diyorsa yoktur mealinde yanıtlar verdiler. Karşımızda ezberin ve yanlılığın esiri bir seçmen tipi vardı. Diğer partilere oy veren seçmen, benzer sorular karşısında nasıl bir tutum sergiler, bu kadar yanlı mıdır? Doğrusu bilmiyorum. Burada gelişmeleri, olguları ve yaşanmışlıkları dışlayan, siyasal bilinçten yoksun, nesnellikten uzak bir futbol takımı tarafgirliği ve fanatizmi görülmektedir. Bu seçmen tipi efendisine/efendilerine olan bağlılığını zedelemek yerine, bir dakika içinde kendisi ile çelişmeyi ve kendisini yalanlamayı yeğlemiştir. Bu durum, başta AKP seçmeni olmak üzere, toplumun siyaset ve demokrasi adı altında nasıl bir kuşatma ve esaret altında olduğunu göstermektedir. Bu esaret elbette salt fiziki güç kullanmanın eseri değildir. Günümüzde, toplumları kuşatmak ve taraf kılmak için daha esnek, kısmen kamufle/dolaylı, kitlelerin zihinsel dünyalarını ve algılarını hedefleyen yöntemler izlenmektedir.
Güncel propaganda yöntemlerinin etkisinde kalan muhafazakar kesim, inançlarının da vurgu yaptığı ve ortak aklın ürünü olan vicdan, merhamet, dürüstlük, paylaşım gibi değerlerden her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktadır. Genellikle kendilerini, içinde bulundukları yapıyı ilgilendiren gelişmeler karşısında gerçeklikten kaçınmayı, sessiz kalmayı veya koruyucu ve kollayıcı bir tutum sergilemeyi yeğlemekte, kendi içlerine yönelik eleştiri, özeleştiri ve sorgulama süreçleri yerine, sorgulanamaz genel doğrulara ve egemen olana biat etme anlayışını ikame etmektedirler. Bu durum, çeşitli gelişmeler/yaşanan durumlar karşısında sergiledikleri toplumsal tutuma yansımaktadır. Yanlı tutumlarına ilişkin o kadar çok örnek var ki… 1993 Madımak Katliamı konusunda yeterli düzeyde vicdani ve ahlaki bir değerlendirme ve sorgulama yapılmamış, Roboski’de hükümetin sorumluluğunda çoğu çocuk yaşta 34 kişinin paramparça edilmesine sessiz kalınmış, başta IŞİD olmak üzere selefi grupların İslam adına sergiledikleri vahşete (belli inanç ve etnisiteleri hedef alan) tepkisiz kalınmış, 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları konusunda adeta “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı benimsenmiştir. Söylemlerinde vicdan, dürüstlük, merhamet ve iyilik gibi vurgular ön planda olsa da, yaşanan gerçeklik ne yazık ki bu vurgulardan hayli uzak kalmaktadır.
Bu üç farklı durum karşısında, başta muhafazakarlar olmak üzere, farklı toplumsal kesimlerin ortak kelimelerle ifade edilebilecek bir tutumu söz konusudur. Bu tutumda; ezber düzeyinde değişmez yargılar, nesnellikten uzak tarafgir bir tavır ve taraf olma adına etik değerlerin yok sayılması, kendi gerçekliği ile yüzleşme cesaret ve isteğinde yetersizlik, bir durumun gerçekliği yerine işimize gelen sonucu çıkarma çabası ve ikiyüzlülük görülmektedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.