Sendika.Org Barış için Akademisyenler dosyasına Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan ile yaptığımız söyleşi ile devam ediyoruz
Sendika.Org Barış için Akademisyenler dosyasına Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan ile yaptığımız söyleşi ile devam ediyoruz. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığı için tutuklanan ve 22 Nisan’da serbest kalan Mungan’ı Boğaziçi Üniversitesi’ndeki odasında ziyaret ettik. Mungan ile aydın kavramı, barış mücadelesi, akademisyenlerin fitilini yaktığı mücadelenin toplumsal karşılığı, üniversitelerden atılan akademisyenlerden meclisten atılmaya çalışılan milletvekillerine kadar saldırılar karşısında neler yapılabileceği üzerine konuştuk
Dosya: Bu suça ortak olmayacağız!
“Biz kasımda, aralıkta artık nefes alamadığımızı söylüyorduk birbirimize. Öğrencilerimizin yüzünde de korkunç bir umutsuzluk görüyorduk. Ülkenin bir tarafı yangın yeri iken aklı başında her insan bilir ki o yangın orayla sınırlı kalmaz. Ve sanıyorum sessiz kalmanın da aslında bir suç teşkil ettiği hissi de olağanüstü büyüdü. Bir anda 1128 imza işte bu psikolojik ve toplumsal ruh hali içinde çıktı diye düşünüyorum.”
“Boğaziçi için özel olarak bir şey söylemek istiyorum… bu eğitim kurumu kendi tarihi boyunca, ve YÖK getirildikten sonra da, siyasi rüzgarlara asla kapılmadı, hep kendi değerlerine göre hareket etmeye çabaladı. Dolayısıyla Boğaziçi’nin şu anki bu ‘namı’ kendiliğinden gelen, atıyorum coğrafi konumu veya eski bir kolej olmasından kaynaklanan bir şey değil, bu bayağı kendi duruşuyla ve cesaretiyle inşa ettiği bir şey. Üniversitemi Türkiye’deki diğer üniversitelerden farklı kılan şey de bu.”
“Bir toplumsal kesim var ki beli bükülemiyor. Bir seküler kesim var ki, bu sekülerlik konusunda her türlü mücadeleyi vermeye hazır. Demokrasi mücadelesinde de öyle. Barış mücadelesinde evet, daha fazla ortaklaşmamız ve temas etmemiz gerekiyor, çünkü herkes barıştan aynı şeyi anlamıyor. Ama demokrasi ve sekülerlik konusunda önemli, direngen ve amasız ve fakatsız ortaklaşmış bir kesim var. Bunun kolay olabileceğini düşünmüyorum onlar için.”
“Toplumsal mücadelelere çok fazla inanan biri olarak şunu söyleyebilirim. Mesela bizim imza metnimiz imzacı sayısının 2 bini aşmasıyla ve tüm o dayanışmasıyla adeta bir ‘Akademideki Gezi’ gibi bir şey oldu.”
“Bu ülkede her şeye, tüm bu baskılara rağmen halen 1 Mayıslarda meydanlara çıkan yüz binler varken, halen Somalar yaşandığında sokağa çıkan emekçiler varken, halen koskoca, dipdiri bir kadın hareketi varken, Kürtler ve Aleviler varken, o kadar çokuz ki, çünkü tüm bu hareketler çok hakiki, varoluşsal meseleler temelinde mücadele ediyor.”
“Sağ muhafazakar aklın kavrayamadığı bazı şeyler var. ‘Siz kaç kişisiniz, biz kaç kişiyiz’ seviyesi 3-5 yaşındaki çocuğun düşünsel seviyesidir. Oysa olay bu değildir. Olay kim haklı, kim değil meselesidir. Haklılığın bir gücü vardır ve bu bizden yanadır.”
Sendika.Org: Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine bu dönemin “Aydınlar Dilekçesi” benzetmesi sıklıkla yapıldı. Özellikle karşı çıkışı temelinde bir benzerlikten söz etmek elbette olanaklı ancak biliyoruz ki Aydınlar Bildirgesi’ne imza atan isimlerin konum alışları daha farklıydı ve “aydın” karakteri çok daha ön plandaydı. Sonrasında iddia makamı da sizi “aydın olmak” ile suçlulaştırmaya çabaladı. Siz bu bildiriye imza atışınızı bir “aydın tavrı” olarak mı yorumluyorsunuz? Siz bu “aydın” tavrı tartışmasına ilişkin ne düşünüyorsunuz?
Esra Mungan: Henüz imza aşamasında bu metnin Aydınlar Dilekçesi kadar hayati bir yanı olduğunu hissetmiştim. Bizim nesil, elbette herkes için konuşamam ama ben ve çevremdekileri en azından biliyorum, aydın sözcüğünü kullanmayı tercih etmiyoruz. Benim de kullandığım bir sözcük değil. Fazla iddialı buluyorum. Ömrümün sonlarına geldiğim zaman kendime bir nebze aydın diyebilirsem ne mutlu ama zaten insanın kendi kendine bunu demesi de biraz abes gibi geliyor.
Bizim metnimiz eksenindeki “aydın”; okuyan, yazan, çizen, sorgulayan topluluklar. Üniversite tam da böyle bir ortam. Biz derslerde sorgulamayı ve görünürde olanı, olguları bile doğrudan, sorgulamadan veri olarak kabul etmemeyi savunuruz. Mesleğini böyle icra eden insanlar olarak kesinlikle bir sorumluluk düşüyordu üzerimize. Bizim bildirimiz, Aydınlar Dilekçesi’nden farklı bir yerde durdu. Çünkü Aydınlar Dilekçesi ünlü isimler üzerinden başlatılan bir çalışmaydı.
Bizi ilginç kılan ise çoğumuzun bilinmeyen, ünlü olmayan, üniversitelerde bilim yapan ve ders veren akademisyenler olmamız. O ünlü kategorisinden isimler de elbette vardı ama öne çıkan özelliği bu değildi. Aksine akademide kolektif bir birliktelik oldu 1128 imza ve sonrasında 2212 imza da. Bir zümre olarak akademi görünür oldu. Normal şartlarda bu ve buna benzer akademi içindeki metinlerde imza sayısı 200-300 civarında kalırdı. Akademisyen denen canlının her bir sözcük üzerinde ince ince tartışması, onlara eleştiri getirmesi bu imza metinlerinde kendisini gösterirdi.
Ama bizim metnimizin özgün yanı net ifadeler barındırması ve daha önemlisi, 1 Kasım’a doğru giden süreçte ve sonrasında sivil insanlara yönelik saldırılar, seçimlerle katlanarak artan gerginlik ve ardından ortaya çıkan o korkunç, yine yoğun bir şekilde sivil kayıplara yol açan şiddet dolu ablukalar, özyönetim ilanlarına karşı ülkenin kendi yasalarına dahi karşı gelen uygulamalar, 12 Eylül’de bile benzeri görülmemiş 100 günü aşmış 24 saatlik sokağa çıkma yasakları… Tüm bunlardan herkesin, hepimizin çok ama çok kötü derecede etkilenmiş olmasıydı. Biz kasımda, aralıkta artık nefes alamadığımızı söylüyorduk birbirimize. Öğrencilerimizin yüzünde de korkunç bir umutsuzluk görüyorduk. Ülkenin bir tarafı yangın yeri iken aklı başında her insan bilir ki o yangın orayla sınırlı kalmaz. Ve sanıyorum sessiz kalmanın da aslında bir suç teşkil ettiği hissi de olağanüstü büyüdü. Bir anda 1128 imza işte bu psikolojik ve toplumsal ruh hali içinde çıktı diye düşünüyorum. Ne demek 7 Haziran seçimlerinin tekrarı? Ne demek ben bunu saymadım, tekrar seçime gidiyoruz? Tabi Suruç ve sonra Ankara Katliamı. Ülkede normal olmayan gelişmelerin normal gibi gösterilmesi durumu. İmzacıların çoğunun Kürt olmayan akademisyenlerden olması, iktidar ve YÖK baskısına rağmen bu imzayı atmış olması da işte bu güçlü ruh halinin bir göstergesi.
Basın açıklamasından sonraki tehditlere rağmen, bu imza sayısına binden fazla imzanın daha eklenmesi ile gerçekten “bir zümre olarak akademi” gibi bir şeyin ortaya çıktığını gördük.
Akademide bu kadar geniş kapsamlı yan yana gelmenin olanakları yokken, itiraz etmeye duyulan ihtiyaçtan söz ediyorsunuz yani.
Aynen evet. Tam olarak bunu kastediyorum. Bu güçlü ve kıvırtmayan da bir itirazdı. Bunun Türkiye’de bir eşi benzeri var mı? Bildiğim kadarıyla yok. Aydınlar Dilekçesi, toplumun bildiği, kamuoyunun önünde olan isimlerin öncülüğünde yapılan güçlü bir itirazdı. Bizimkini ise basın toplantısı fotoğrafı aslında bir bakıma çok güzel bir şekilde özetliyor, daha yatay, daha kolektif, o yanıyla da akademiya açısından yeni denebilecek bir şey. Akademiyanın olup bitenlere dair söz söyleme biçimi açısından bu çıkışın sadece Türkiye için değil dünyaya da baktığımızda yeni bir şey olduğunu düşünüyorum çünkü akademiyada genelde hep ünlü bireyler, bireysel olarak, çok daha nadiren bilemediniz birkaç kişilik küçük grup olarak ortaya çıkar. Böylesi toplu, kalabalık ve yatay bir akademik çıkışı ben ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde göremdim ve keşke bundan sonra dünyada da başlasa çünkü buna ihtiyaç var. Sadece Türkiye değil dünyanın birçok yerinde, Batı dahil. Artık yoğun bir şekilde Batı’da gördüğümüz gibi sadece profesyonel birtakım sivil toplum kuruluşları değil, bizzat akademisyenlerin de artık mümkünse topluca kendi ülkelerinde ve dünyada olup bitenlere ses vermesi gerektiğini düşünüyorum.
Devletin burada okumasını yapamadığı bir şey var. Akademinin, yani tam da o zümre olarak akademinin uluslararası akademik camia ile çok iç içe olması. Sonuçta hepimiz uluslararası konferanslara giden, uluslararasi dergilerde de yayın yapan kişileriz. Benim alanım mesela zihinsel süreçler çalışan bilişsel psikoloji, doğrudan politik tarafı olan bir alan değil ve genelde uluslararası camiada bu alanda çalışan bilim insanları çok teknik-bilimsel odaklı çalışan insanlar. Düşünün ki benim alanımdaki uluslararası isimler bile duymuşlar bu durumu, beni tanıyanlar bana yazdı, durumumu sordu ve genel olarak hepsi “Bu nasıl olur? Bir insan düşüncesi yüzünden nasıl hapse atılır?” dedi.
Akademiyanın artık topluca söz kurmasının zamanı geldi dediğimde de biraz bahsettim. Bir yandan hakikaten kendi örneğimizden yola çıkarak bunu bir emsal gibi başka ülkelere de yayabilir miyiz, yani bir nevi “21. yüzyılın akademik enternasyonali” gibi bir şey örebilir miyiz sorusu doğdu. Baktığımıda ülkeler arasında derece farklılıklarıyla birlikte birçok benzerlikler var. Türkiye ve Hindistan benzerliği mesela. Gericiliğin, faşizmin, siyasi liderler tarafından kışkırtılmış halk faşizminin inşa projesi yürütülüyor. Ama Avrupa’da da durum özünde ne kadar farksız diye de sormak lazım. İşte Avusturya’da aşırı sağın yükselişi ve o aşırı sağın artık marjinal olmayıp sadece bir iki puanla devlet başkanlığını “kaçırışı”. Ya da Fransa. Fransa’daki durum içler acısı. Sosyalizm ile hiçbir alakası olmayan bir Sosyalist Parti. Karşısında yakında iktidar olacağını beklediğimiz sağ ve aşırı sağ partiler. Mesela Sarkozy gibi bir adamın bütün skandallarına rağmen tekrar sahneye çıkabilmesi… Bizde her kötülük eğitimsizliğe bağlanır ama işte eğitim oranının yüksek olduğu Fransa’da da böyle bir tablo var. Aşırı sağ tüm Avrupa’da yükseliyor, yine eğitimin çok yüksek olduğu İskandinav ülkeleri dahil. Yurtdışındaki akademisyen arkadaşlarım ile yazışırken, onlar bizim için üzüldüklerini söyleyip “Durum ne kadar korkunç” derken ben de onların kendi ülkelerindeki aşırı sağın yükselişi, sığınmacılar üzerinden yürütülen iki yüzlü politikalara ilişkin uğraş vermeleri gerektiğini söyleme ihtiyacını hissediyorum. 11 Eylül 2001 sonrasında Batı’da da güvenlik eksenli politikalar kapsamında tırpalanmaya başlanan özgürlükler, sokaklarda bir askeri ordu kadar donatılmış polis gücünün adeta normalleştirilmiş olması, bütün bunları görmek lazım… Mesela polis teşkilatları ne zamandır bir ordu gibi yurttaşların karşısına dikiliyor? Buradaki düşman kim? Kime karşı bu askeri ordu benzeri yapılanma için teçhizat geliştirilip pazarlanıyor? Bizim nesil hala Olof Palme, Willy Brandt gibi belirli kalitedeki siyasetçileri hatırlıyor ama bugüne baktığımızda siyasetçiler açısından durum sadece Türkiye’de değil dünyada da, yine vurguluyorum Batı dahil, içler acısı. Bu korkunç kalitesizliğe güçlü bir itirazın yükselmesi lazım, Podemos, İngiltere İşçi Partisi’ne sürpriz bir çıkışla gelen Corbyn, ABD’de liderlik yarışından artık çekilmiş olsa da Sanders gibi kişilerin çıkması da herhalde bu ihtiyaçtan geliyor. Belki tam da şimdi o ülkelerin akademisyenleri de bu tarz çıkışlara destek verecek, arka çıkacak, söz kuracak, yeni bir dünya mümkün tahayyülü inşa etmek üzere toplu çıkış yapabilir çünkü dünya, evren, yaşam bu kalitesiz siyasetçilere bırakılmayacak kadar değerli. Örneğin, Almanya’daki akademinin yükselen ırkçı hareketlere karşı ses vermesi gerekir. İnsanların bedenleri üzerinden yürüyen kirli mülteci pazarlıklarına itiraz yükselmesi gerekli. Mesela bunun ileriki bir tarih okumasında Avrupa’nın sömürgecilik tarihinin bir uzantısı değerlendirilme olasılığı üzerinden bir tartışma yürütmek gerek. Süregelen bir zihniyet varsa o neden değişmemektedir? Sanıyorum tüm ülkelerdeki akademiyanın “Ne oluyoruz?” demesi gerekli, ama bireysel, tekil değil, artık daha örgütsel, kolektif, toplu olarak.
Aslında sizin tutuklanma sürecinizde de bunu görüyoruz. İşte sizin içinde olduğunuz Boğaziçi Üniversitesi de uzun yıllar boyunca özel, kendine has, daha özgürlükçü bir alana sahipti. Ama gelinen süreçte Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin taraflaştığı, belki daha önce eyleme katılmamış olan akademisyenlerin hapishane önlerinde nöbet tutar hale geldiğini görüyoruz. Siyasal iktidarın bu baskılama ortamı da işte akademisyenlerde görüldüğü gibi toplumun bütününü taraflaşmaya itiyor.
Evet ama Avrupa akademisi sığınmacılar konusunda sessiz. Sesini henüz yükseltmedi. Akademide de “celebrity” isimler vardır. Noam Chomsky, Judith Butler gibi isimler örneğin. Onlar kendi kanallarından sözlerini güçlü bir biçimde kurarlar. Biz de burada, ocak ayı gibi bunu tartıştık. İmza atmayan bir meslektaşım sitemli bir şekilde şöyle bir şey diyebildi: İşte biz sağa sola gidip konuşmalar gerçekleştiriyorduk Kürt meselesinde ama bu bildiriden sonra bu da zorlaştı. Sizin bildiriniz buna yol açtı gibi. O zaman da ben şunu soruyorum: Şu ana kadar konuşuyordunuz, kimi yerlerde yazıyordunuz da ne oluyordu? Ablukalar engelleniyor muydu? Ölümler duruyor muydu? Yazdıklarınızı bir uyarı olarak alıp egemenler siyasetlerini değiştiriyor muydu? Bazen düşünüyorum da, belki bu paneller ve gazete/dergilerde yazı yazma alanları entelektüellere sunulan, egemenlere aslında çok da rahatsızlık vermeyen (ne de olsa ayrı ayrı, tekil kişilerce yazılan ve bilemediniz belirli sınırlar aşıldığında işte o tekil kişilere dava açma olanağı tanıyan) , belki de zaten bir nevi “tahsis edilmiş eleştiri alanları”. Bunu sadece Türkiye için değil dünya için de söylüyorum.. O zaman şu soru doğuyor, farklı farklı yerlerde farklı farklı kişiler kendi bireysellikleri içinde belirli durum-vaziyetleri eleştiren yazılar yazdığında bir çeşit “ben üstüme düşen görevi yaptım”, “duruşumu belli ettim” gibi belki toplumsaldan çok kişisel bir işlev mi yerine getirmiş oluyor? Şu an sesli düşünüyorum ama bunun üzerine düşünmek gerek…
Ben sizin söylediğiniz şeye “ilahi diyalektik” demeye başladım. Aralıkta hatırlarsınız Kürt coğrafyasındaki sivil ölümlere yönelik birçok imza metni çıktı, ancak halen bağımsızlığını koruyabilmiş birkaç medya organının dışında ses getirmedi. Sonra bizim imza metni çıktı, aslında basın toplantısında son 2 yıldır olageldiği gibi yine sadece o bahsettiğim medyanın temsilcileri gelmişti, halbuki tüm medyaya haber verilmişti. Ama ne oldu? Bildiri iktidarın “kıyı” diyeceği yerlerde çıkmasına rağmen ülkenin cumhurbaşkanının “radarına” girdi ve kendisi hakkımızda hakaret ve tehdit dolu laflarla bağırmaya başladı, hemen akabinde bir mafya lideri “kanlarımızda duş alacağını” duyurdu. Ama bu sefer de ne oldu, işin “ilahi diyalektik” kısmı işte burada, hemen sonrasında imza metnine binden fazla imza daha eklendi. Bu tabi bizim için de çok ilginç bir durumdu. Aslında biz imza sayımız 2 bini aştığında son imza listesini tam 2212 adet imzasıyla 21 Ocak’ta TBMM başkanlığına iletmiştik, tüm medyaya da iletmiştik ama bu nedense hiç duyulmadı. Ama tabi cadı avı başlamıştı. Soruşturmalar, tehditler, her kanaldan her türlü baskı. Bunun üzerine martta, hem imza sayımızın azalmadığını aksine arttığını, hem de bütün rakamlarıyla üniversite içi soruşturmalarla, işten çıkarmalarla, gözaltılar, bölgede tehdit edilmeleriyle çeşitli kollardan yürütülen cadı avını, bunun yanı sıra da sözümüzün arkasında olduğumuzu ve barış için ne yapacağımızı söylemek için basın toplantısı yaptık. Bu girişim de yine kolektif bir girişimdi, bu sefer Barış İçin Akademisyenler’in İstanbul yerel grubu olarak.
Burada da bir parantez açayım. Ocak’taki tehditler ve cadı avı ortamında imzacılar olarak şubatta Ankara’da bir araya geldik ve herkesin kendi yerelinde, kendi yerelinin koşullarına göre hareket etmesinde anlaştık. Her yerin kendi hassasiyetine göre barış ve demokrasi mücadelesi vermesi gerektiğini söyledik. Ankara, İstanbul, Akdeniz grubu, Ege grubu gibi gibi… Biz mesela İstanbul grubu olarak 10 Mart’taki basın açıklamasıyla bölgeye akademik nöbet tutmaya gideceğimizi ve meslektaşlarımızı işten çıkaran üniversitelerin önünde açık ders yapacağımızı duyurduk. Dördümüz sadece yine kolektif olarak hazırlanmış metnin okuyucusuyduk (çok ilginçtir, ilk defa iktidar medyası da gelmişti, erkenden gelmişlerdi ve en önde bekliyorlardı, belli ki gitmeleri istenmişti). Bu basın açıklaması tabi güç sahiplerinin hiç hoşuna gitmedi ve hızlıca yakalama ve gözaltı kararı çıkartılarak bizi susturma yoluna gitmek istediler. Ama ne oldu? Biz tutuklanınca kamu vicdanı büsbütün zedelendi. Daha önce metni eleştiren kesimler bile dahil olmaya başladı. Etrafında olup bitenlerle ilgilenmeyip laboratuvarlarının dört duvarı arasında yaşayanlar dahi bir söz söyleme ihtiyacı hissetti.
Boğaziçi için özel olarak bir şey söylemek istiyorum. Bizim üniversitemiz için bu sıklıkla söyleniyor tabi. Tabi çok güzel bir kampüsü var, boğaza nazır, işte burası kurtarılmış üniversite gibi… Oysa bu üniversite 153 yıllık. Ve bu eğitim kurumu kendi tarihi boyunca, ve YÖK getirildikten sonra da, siyasi rüzgarlara asla kapılmadı, hep kendi değerlerine göre hareket etmeye çabaladı. Dolayısıyla Boğaziçi’nin şu anki bu “namı” kendiliğinden gelen, atıyorum coğrafi konumu veya eski bir kolej olmasından kaynaklanan bir şey değil, bu bayağı kendi duruşuyla ve cesaretiyle inşa ettiği bir şey. Üniversitemi Türkiye’deki diğer üniversitelerden farklı kılan şey de bu. Bu üniversite, belirli dönemin erkinin değerlerini değil kendi değerlerini oluşturmanın ve onları korumanın hassasiyeti içinde olmuş bir üniversite. Bunun temeli de kurucu ideolojisinde. Burayı kuran kişiler, aslında Amerikan misyonerliği ve fonlamasıyla burayı kuruyor. Bir noktada kurumun dış kaynaklı mütevelli heyeti “Sen herkesi Protestan yapmalıydın, bunu yapmıyorsun” diye ihtar ediyor. Kurucusu da diyor ki, “Ben bunu yapmayacağım. Benim buradaki amacım eğitim. Ben kimsenin mezhebine karışmam.” Bunu derken de artık o parasal desteği almamayı göze alıyor ve nitekim de o destek kesiliyor. İşte bu çok güçlü bir kurucu ideoloji. Bu zihniyetle kurulan bir eğitim kurumu eğitimenlerini de ister istemez buna göre alıyor, yani biat eden değil değerlere sahip insana öncelik tanıyor çünkü insan kendi birimine insan alırken kendisine benzerini seçmeye meyillidir. Boğaziçi Üniversitesi’ni belki en iyi tanımlayan değer, biatı reddeden bir yerde durmasıdır ki bu bir üniversite için olmazsa olmazdır. YÖK geldiğinde kendi rektörlük seçimini yapan ilk üniversite de bu üniversitedir. Ben burada okurken, Ankara’dan dönemin asker cuntası kapsamında İTÜ’den, tıpkı kayyum gibi, üniversitemizle hiçbir alakası olmayan Ergün Toğrol diye bir şahıs rektör olarak atanıyor. 90’ların başında buranın hocaları diyor ki “Biz bu adamı tanımıyoruz. Yeter! Biz kendi rektörümüzü kendimiz seçeceğiz.” Annem ve babam başka üniversitelerde akademisyen olduklarından çok iyi biliyorum, yine 80’li 90’lı yıllarda YÖK üniversitelere öğrencileri ne şekilde “ölçüp biçeceğine” karar veriyordu (örn. 2 vize, 1 final, her birinin yüzdesini bile empoze ediyordu) ama bizim okulumuzda bu uygulanmazdı, hocalar istediklerinde ödevlerle ve istedikleri puanlamalarla bizi değerlendirmeyi seçiyordu, bu da nefis bir sivil itaatsizliktir ve doğrudur çünkü bir öğrencinin başarısının nasıl değerlendirileceğini akademisyenin kendisi bilir, Ankara bürokratları değil. Bence insanlar genel olarak şunun farkında değil: siz doğru bildiğinizin arkasında tereddütsüz durduğunuz zaman aslında çok güçlüsünüz. Boğaziçi bunu yapmış bir üniversitedir. Yani Boğaziçi’nde bu sorunuzda bahsi geçen özgürlükçü ortam kendiliğinden bahşedilen bir şey olmadı, bildiğinden şaşmama yoluyla, anlık rüzgarlara göre değil doğru bildiğini yapmada ısrar yoluyla ortaya çıktı, yani arkasında bir mücadele var. Ve tam da bu degerleri nedeniyle de bizler tutuklandığımızda sadece bizim üniversite kitlesel bir duruş sergileyebilmiştir. Burada sağlam duruş açısından 11 Ocak metni sonrası benzer bir dik duruş sergilemiş A.Ü. SBF’yi ve İletişim Fakültesi’ni de anımsatmak isterim!
Bu vesileyle bir not daha düşmek istiyorum. Zaten dördümüzden iki arkadaşımız bildirideki imzaları nedeniyle çalıştıkları vakıf üniversitesinden hemen işten çıkarılmışlardı, vakıf üniversiteleri için çok tipik ve onların üniversite vasıflarını yokeden bir durum. Kıvanç hoca ise Mimar Sinan Üniversitesi hocasıdır biliyorsunuz. Tutuklanmadan sonra kendi bölümü doğal olarak rektörden randevu istemiştir ve o rektör randevu vermemiştir! Bir üniversite rektörünün böyle bir şey yapması 12 Eylül YÖK projesinin aslında bayağı başarılı olduğunun da hüzünlü bir göstergesidir. Akademi demek özgür düşünce demektir, özgür düşünceye sonuna kadar sahip çıkmaktır. Ama görüyoruz ki akademideki yöneticiler korkuyor, neyden korkuyorlarsa…
Sizin bu tutuklanma sürecinizde bahsettiğiniz yerel-ulusal-uluslararası destekler bir barış cephesi oluşturdu. Tüm bu olumsuz koşullar içinde bu cephenin varlığı ve sözü, toplumun geneline de bir umut oldu. Siz bunu biraz daha kendi alanınızdan nasıl bir yere oturtuyorsunuz?
Benim alanım zihinsel süreçler o nedenle genel bir tahlil yapmayayım. Ama toplumsal mücadelelere çok fazla inanan biri olarak şunu söyleyebilirim. Mesela bizim imza metnimiz imzacı sayısının 2 bini aşmasıyla ve tüm o dayanışmasıyla bir adeta bir “Akademideki Gezi” gibi bir şey oldu. Çaresizlik hissinin verdiği “Yeter artık, bir şey yapmak lazım” sıkışması içinden adeta patlamıştır, aynen Gezi’deki gibi. Bence bu olay ileride kendi başına çok yönlü akademik bir çalışmayı hakkeden bir şey.
Mesela biz tutuklanınca üniversitemin öncülüğünde başlatılan cezaevi önündeki nöbetler de bu sefer bana Gezi’den sonraki forumları anımsattı. Gezi’de meydan elimizden çıktığında bu sefer ne yapıldı, alternatif mekanlarda forumlar ortaya çıktı, bu çok önemliydi. Bizde de giderek büyüyen, kalabalıklaşan cezaevi önü forumalara dönüşen nöbetler oldu, bu da karşı tarafın hedeflediğinin tam tersinin olması anlamına geliyordu, yani hedef sindirmek ve susturmak iken ne biz içeride sindik ne insanlar dışarıda sustu. Keza birbiriyle hiç temas etmemesi gereken gruplar o cezaevleri önünde temas eder hale geldi, aynen Gezi’deki forumlarda gibi. Rıza Türmen’in geçtiğimiz günlerde sözünü ettiği o büyük, kitlesel “demokrasi cephesinin” belki de ilk nüvesiydi hapishane önündeki nöbetler. Bu asgari müşterekte ortaklaşmak o kadar önemli ki. Demokrasi cephesi içinde zaten barış mücadelesini de barındırıyor, iç içe. Hatta İsmail Beşikçi hocanın nöbete geldiğinde çok önemli bir sözü oldu, bilim ve barışın bileşik kaplar gibi olduğunu vurgulayarak. Ülke yanıyorken biz burada nasıl hiçbir şey olmamış gibi ders verebiliriz, araştırma yapabiliriz ki? Üniversite demek etik demekti. Bilgi üretirken etik bilgi üretmek zorundasınız. TÜBİTAK giderek üniversite kavramını tümüyle sanayiye ve hele de silah sanayi ile ilişkilenen bir düzleme getirmeye çalışıyor oysa üniversite özünde “parasal ürün” yaratıcısı değildir, üniversite özünde saf etiktir, saf etik olmalıdır çünkü üniversite aynı zamanda felsefe demektir. Dolaysıyla siz bir yandan dersinizde etikten, etik bilimden bahsederken, etik dışı herhangi bir uygulama karşısında ses vermek zorundasınız.
7 Haziran bu yana gelen süreçte toplumda yaşanan sıkışıklıkta akademi bir fitil yaktı ve herkesin sesini umutla çıkarması anlamına da geldi. Yine aynı dönemde Ayşe Öğretmen’in çıkışı, Amedspor’un “Çocuklar ölmesin” pankartı gibi…
Evet evet, bir çıkış arıyordu toplum. Barış için Herkes’i oluşturan dinamikler… Sinemacılar, tiyatrocular, gazeteciler, plaza çalışanları gibi… Cezaevlerinde aldığım mektuplarda da bunu o kadar çok duydum ki. Bizim 15 Mart’ta adliyedeyken çekilmiş ve o güldüğümüz üçlü fotoğrafın etkisi o kadar büyük olmuş ki. Mış gibi değildi o an. Gerçekten gülüyorduk. Yaşanan o kadar trajik ve de komikti ki. Bir savcının yakalama ve gözaltı kararı almış olması. Sanki bir yere kaçacağız! Burada her pazartesi dersime gelen insanım. Şiddet aygıtlarını bu ölçüde orantısızca işletmeleri insana “Bu kadar mı bizden korkuyorlar gerçekten?” diye sordurtuyor. Düşünün ki bizim elimizde sadece kalemimiz ve sözümüz var, karşı tarafın ise elinde binbir türlü tahakküm aracı var ve o size karşı en ufak bir sözünüzde tüm araçlarıyla üstünüze geliyor.
O fotoğrafımızdaki gülüşümüzle kendisinde tekrar mücadele gücü bulduğunu söyleyen o kadar çok kişi oldu ki gelen mektuplarda. “Suruç ve Ankara’dan sonra o kadar çökmüştüm ki. Sizlerin bu süreçte bu duruşunuz ve gülüşünüz beni ve çevremdekiler kendine getirdi” diye yazmıştı biri mesela. Meral hocanın dönüşü daha da inanılmaz bir etki yarattı. Bu da yine karşı tarafın, tahakküm araçlarını elinde tutan tarafın okuyamadığı, anlayamadığı ve anlayamayacağı bir şey. Havaalanına tutuklanmak üzere geldiğindeki güler yüzü… Bizim gücümüz bu işte. Çünkü bir yaptığımıza yüzde yüz inanıyoruz, dürüst olduğumuzu biliyoruz, bunun işte ayrı bir gücü var…
Ben kesinlikle kimin, hangi tarafın çıplak sayı açısından daha kalabalık olduğunun önemli olduğunu düşünmeyenlerdenim, bu süreçte de bunu gördük. Önemli olan sayımızdan değil sözümüzden gelen gücümüz. O sözün boyutundan büyük bir etkisi var, aynen Karadeniz’de Yeşil Yol talan projesine direnen o kadınların kurduğu sözün gücü gibi… Ve bu ülkede tüm bu yaşananlara, 93 yıllık cumhuriyetin tarihinde demokrasi ve barış mücadelesi içine ödenmiş ağır bedellere rağmen sayımız azalmıyor, aksine artıyor. Aksi halde bizim imza metnimiz her zamanki gibi birkaç ünlü kişinin imzasından ibaret olacaktı. Ancak bu kalabalık, etik olarak pozisyon alma ihtiyacını hisseden, akademiya için büyük bir kalabalık idi. Ve bir araya geldiğimizde gerçekten çok güzel oluyoruz. Hele biz tutuklanınca o kalabalık ne kadar daha da büyüdü, şimdi daha da kalabalığız, bu çok güzel!
Bir araya geldiğimizde gerçekten çok güzel oluyoruz. Tabi bu bir araya geliş başka anlamlandırmaları da doğuruyor. Barış kavramı da bunlardan biri. Barış kavramı ve barış mücadelesi yıllarca muğlak, soyut, içeriğinin ne olduğu tartışmalı, Kürt Hareketi ile yapılan müzakere sürecinde de görebileceğimiz gibi yer yer iktidar eliyle de kullanılarak altı boşaltılan bir biçimde de kullanıldı. Ama Barış için Akademisyenler’in açtığı kapıdan yükselen barış sözü bu anlamı da biraz değiştirdi gibi. Altını biraz daha doldurdu. Sizce bu barış kavramının altı daha fazla nasıl doldurulabilir, barış mücadelesi daha fazla nasıl geliştirilebilir?
Bu ülkede barışın tam ne anlama geldiği, gelmesi gerektiği hiçbir zaman tam anlaşılamadı. Bazı dönemler ateşkes oldu ve insanlar bu ateşkesin aslında bir barışın inşası için sadece bir ilk kapı olduğunu anlamadı, artık barışın geldiğinin sandı çok da üstüne düşünmeden, ve bir nevi aslında konfor içinde üstüne kondu diyelim. Sonra ateşkes bozulduğunda, çatışmalar başladığında, iki taraftan da ölenler olduğunda herkesin yine “rahatı” bozuldu. Bilmiyordu ki aslında o ateşkes zamanının bir barış değil, sadece barış için ne yazık ki sürekli heba edilen bir ön adım olduğunu, barışın öte yandan çok zahmetli bir inşa projesi olduğunu. Barışın aktif olarak inşa edilmesi lazım. Şu an eşit olarak görülmeyen bir halkın birer yurttaş olarak tam ve eşit haklara sahip olması lazım. Bizim de bunu çok iyi anlatmamız lazım. Anadilinde eğitimin neden çok önemli olduğun anlatmamız lazım.
Meslektaşımız akademisyen Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kavramı oldukça önemli. Bu kavramın dillendirilmesi, gerekirse Meclis kürsüsünden de aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Tabi Meclis’i geçtik, görüyoruz halini. Ama insanların çeşitli toplumsal kesimlere yönelik bu eşitsizliğin karşısında ses çıkarmayıp, belirli kesimlere kendilerine tanınan hakların daha azını müstehak görme hali aslında bir suç ortaklığını ortaya çıkarıyor. “Kürt Dışişleri Bakanı” söylemi vardır ya, aslında o aslen Kürt olup devletin farklı kademelerinde görev yapmış kişilerin hiçbiri kendi özgün Kürt kimlikleriyle orada yer almadı, o şekilde kendini ortaya koyduğunda ise, Şerafettin Elçi gibi, ne olduğunu gördük. En son da tüm HDP milletvekillerine yönelik 1994’tekine benzer bir tasviye hareketinin nasıl da büyük bir “Türk” milletvekili oyuyla gerçekleştirilmeye çalışıldığına tanık olduk.
Bu kavramın “Beyazlık Sözleşmesi” ismiyle ilk Güney Afrika’nın önemli siyahi lideri Steve Bico tarafından ortaya çıkarılıdığını öğreniyoruz. Apartheid rejiminde susan beyazların, aynen ABD’de susan beyazlar gibi bir Beyazlık Sözleşmesi’ne taraf olmasından söz ediliyor. Burada kritik olan, bir beyaz olarak veya bize uyarlarsak bir “Türk” olarak (1915’i düşünürsek buna bu sefer bir “Müslüman” olarak da diyebilirdik, ama artık Müslüman olmayan halklar devletin gözünde “tehdit” oluşturamayacak kadar yok edildiği için odak şu an daha çok bir “tehlike” olarak Kürt halkına yönelmiştir) size diğer halklara göre ayrıcalıklı olarak sunulanlardan, gözünüzü bu korkunç eşitsizliklere kapattığınız ve sesinizi çıkarmadığınız oranda nasiplenmeniz ve aslında böylece bu korkunç ve etik dışı eşitsizliği beslemeniz, bir suça ortak olmanız… Böyle küçük bir referans yapmak istedim. Mesela bu vesileyle Tuncay Şur’un şu yazısını “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyen ama halen kendine yönelik eleştirel olabilme yetisi olan herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum, bu yazı aynı zamanda bizim ne yapmak istediğimizi de çok doğru bir yerden okuyan bir yazı olduğunu düşünüyorum.
Muzaffer Hoca ile söyleşimizde 1 Kasım’dan sonraki ilk kazanımın akademisyenler üzerinden yürütülen mücadelede elde edildiğini söylemişti. Aslında yeni kazanımlara nasıl kapılar aralayabileceğimizin de işaretiydi söylediği. Bir yandan da, hazır siz de Meclis’in adını geçirmişken, bugün tıpkı akademisyenlerin akademiden atılmasına benzer bir biçimde seçilmiş vekiller Meclis’ten atılmak isteniyor. Yani bu savaş politikaları ve saldırılar yeni düzlemlerde genişleyerek devam ediyor. Saldırıların genişlemesine karşı kazanımların genişlemesini nasıl sağlayabiliriz?
Bir televizyon programında Etyen Mahçupyan “Halen vesayet var” demişti. Karşısındaki “Allah aşkına daha ne vesayeti kaldı” dediğinde kendisi “İşte yargıdaki vesayet tam bitmedi” gibi bir şey söylemişti. Bunu hissettik. En azından kanunları uygulanmaları gerektiği gibi uygulama kaygısı güden bir kesim halen var anlaşılan. Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluğunda verdiği karar çok önemliydi bence. Ama tabi bu kesim ne kadar orada kalacak? Kötü senaryo, bunun yüzde yüz homojen bir kadrolaşmayla artık tümüyle tasviyesi, yani tam faşizm. Amaçları, HSYK eliyle bütünüyle ve yüzde yüz biat mekanizmasını inşa etmek. Partilerinde de zaten bunu yapıyorlar.
Yargısı, akademisi, vekilleri derken bütünlüklü bir tasfiye operasyonu var gibi ama ben her şeye rağmen bizim gücümüzün küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nasıl ki biz hapse atıldığımızda duvarlala bizi ayıramadı, Meclis’ten çıkarıldığı zaman da bu insanların varlığı yok olmayacak. HDP’nin 5 milyonluk bir oyu ve ondan da fazla bir etkisi var. Bu havada bir gerçeklik değil. HDP’li vekilleri Meclis’ten atmak, aklı başındalıkla açıklanabilecek bir şey değil. İlahi diyalektik diyorum ya, benzer bir durum. Çok iyi düşünmek lazım tasfiye hamlelerini. Tahakküm araçlarının çoğu ellerinde. İsterlerse şunu da bunu da yaparlar. Tüm gazeteleri lağvederler vs.
Ama… Aması meşruiyet. Bir toplumsal kesim var ki beli bükülemiyor. Bir seküler kesim var ki, bu sekülerlik konusunda her türlü mücadeleyi vermeye hazır. Demokrasi mücadelesinde de öyle. Barış mücadelesinde evet, daha fazla ortaklaşmamız ve temas etmemiz gerekiyor, çünkü herkes barıştan aynı şeyi anlamıyor. Ama demokrasi ve sekülerlik konusunda önemli, direngen ve amasız ve fakatsız ortaklaşmış bir kesim var. Bunun kolay olabileceğini düşünmüyorum onlar için.
Öte yandan yurtdışında da kırılmalar olabileceğini düşünüyorum. Bizim meselemizde de örneklerini gördük. Bir yandan kirli sığınmacı pazarlığı üzerinden kendi kollarını bağlamış hissediyorlar kendilerince ama bir yandan da en azından Avrupa’nın özgürlükçü kesimi ve siyasetçileri “Bir yere kadar gidilir ama daha fazlasına gidilemez” diyecek ve bu yapay, kirli sığınmacı anlaşması da çatlatılacaktır. Ondan sonra Türkiye üzerinde daha fazla baskı kurma olanağı doğacaktır. Türkiye bir de 12 Eylül rejiminden farklı olarak sadece kendi ülkesinde baskı ve şiddet yaratan bir ülke değil artık. Artık Ortadoğu coğrafyasının içine de zerk olmuş ve faaliyet yürütür hale gelmiş durumda. Hani bizde bir “dış mihrak” algısı ile yetiştirilir ya nesillerimiz; artık Ortadoğu’da yaşayan halklar için de Türkiye bir dış mihrak görüntüsünde.
Tam bu anda benim alanım işin içine giriyor. Kimse bana “Bunu ispatla” falan demesin. Bu algı olduğu anda bir gerçekliktir. Türkiye’nin sınırları dışındaki halklar bu ülkeyi müdahaleci bir dış mihrak olarak görüyorsa bu bir gerçekliktir. Algı, “ıspatlı gerçek” kadar önemlidir. Bu, içerisi için de söz konusudur. Bu algıya katılmıyorsa iktidar, bu algıyı yok etmek için elinden geleni yapması lazım. Bu konjonktürde her şeye rağmen, bütün tahakküm güçleri etrafında konsolide etme hamlesinin çok sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Nazi döneminde nihayetinde neredeyse bütün Alman halkı Hitler’in arkasındaydı ama bizde tüm baskılara rağmen en azı %40 küsürlük ne yapılırsa yapılsın tahakküm altına girmeyen bir kesim var. Bu ülkede her şeye, tüm bu baskılara rağmen halen 1 Mayıslarda meydanlara çıkan yüz binler varken, halen Somalar yaşandığında sokağa çıkan emekçiler varken, halen koskoca, dipdiri bir kadın hareketi varken, Kürtler ve Aleviler varken, o kadar çokuz ki, çünkü tüm bu hareketler çok hakiki, varoluşsal meseleler temelinde mücadele ediyor. Ben sağda da çatlamalar olduğunu ve olacağını düşünüyorum. Göreceğiz. Önemli olan bizim güçlü, dik kalmamız ve saflarımızı sıklaştırmamız. Bunu hep diyorduk ama bu süreçlerde daha da önemli. Bugün HDP’ye oy vermiş olsun olmasın, “5 milyon insanın oyu bizim oyumuzdur” diyen bir hareketin başlaması lazım. Bunun mümkün olduğunu düşünüyorum.
Ve tabi burada CHP’ye bir şey söylemek gerek. AKP’ye payanda olmuş o 20 milletvekili geceleri rahat uyuyabiliyorlar mı merak ediyorum. CHP aynı MHP gibi payanda olmuştur. Bu oyuna gelmiştir. Kendi ve tabanının inandığı şeye değil, “Aman biz şunlarla yan yana görünmeyelim” gibi son derece çocukça bir kaygıyla hareket etmiştir. Bu, CHP’de de bir şeylerin değişmesi gerektiğinin işaretidir. Çok çok büyük bir sorunun işaretidir. CHP’nin yönetimi açısından bunu en hafif deyimiyle çok hazin buluyorum. Sürekli ve sürekli sağdan oy devşirme, sağa iyi görünme hali, Mansur Yavaşlar, Ekmeleddin İhsanoğlular… Normal bir canlı hatalarından öğrenir. CHP yönetimi hatalarından öğrenebilen bir canlı değil. O açıdan çok ilginç. Homo sapiens’in temel özelliğine de aykırı. Aynı şeyi yapıyor, aynı kötü sonucu alıyor ama öğrenmiyor, sürekli buradan bir şey kazanabileceğini düşünüyor. CHP yönetimi bırakın sosyal demokrasiyi lağvetmiş olmasını, kendi içindeki demokrasiyi lağvetmiştir, hele de son duyduğumuz tehditlerle. CHP yönetimi artık “Ben demokrasiden yanayım” diyemez. Ama tabi CHP içinde demokrasiden yana önemli bir kesim var. Şimdi onlara bakacağız. Demokrasinin ve sekülerliğin temel ilkelerinde ortaklaşarak, ortak bir cephe örmemiz gerekli. Nerede olur bilmiyorum, hayal gücümüz yüksek. Ben kendiliğinden, sezgisel giden akla da çok güveniyorum. Gücümüz orada. Yolumuzu bulacağız.
Sağ muhafazakar aklın kavrayamadığı bazı şeyler var. “Siz kaç kişisiniz, biz kaç kişiyiz” seviyesi 3-5 yaşındaki çocuğun düşünsel seviyesidir. Oysa olay bu değildir. Olay kim haklı, kim değil meselesidir. Haklılığın bir gücü vardır ve bu bizden yanadır.
Son olarak; akademiye yönelik baskılar sürüyor. Akademisyenler hakkındaki soruşturmalar, işten atmalar devam ediyor. Bu aynı zamanda akademik özgürlük mücadelesini de Barış için Akademisyenler’in bir mücadele başlığına dönüştürüyor. Barış için Akademisyenler’in mücadelesi önümüzdeki dönem düşünüldüğünde nereye evrilecek?
Evet, burada bir ortaklaşmaya ihtiyaç var. Aslında bir Türk sorunu olan “Kürt sorunu” diye tabir edilen meselede birden “eureka” diye ortak bir barış kavrayışı ortaya çıkmaz, emekle ve metanetle etkileşmek gerek. Biz gerçek bir barışın nasıl oluşturulabileceğine ilişkin ortak fikirlerimiz doğrultusunda çabalayacağız. Hakiki bir barışın gelebilmesi için uğraş vermeye devam edeceğiz.
Ama bir yandan da son süreçle birlikte akademik özgürlük ve üniversite mücadelesinde de önemli bir adım atılmış oldu. YÖK denen hilkat garibesi 12 Eylül denen darbeyle geldi. Bir tahakküm aracıdır, bu kadar basit. Halbuki üniversite tam da tahakküm altına alınmaması gereken, özgür düşüncenin mutlak olarak beslenmesi gereken bir yer. Zaten onun için muktedirler üniversitelerle hep çatışmıştır ve onları tahakküm altına almaya çabalamıştır. Hele Türkiye’de bu hep ve halen böyledir. Sokaktaki insana üniversitenin bir diploma verme yeri, bir meslek edindirme yeri olmadığını, üniversitenin düşünmeyi, sorgulamayı öğreten bir yer olduğunu anlatmak konusunda hep bir çıkmazdaydık. Özellikle neoliberal politikalar, üniversite ile iş dünyasını el ele tutuşturan başka bir üniversite kurgusunun dayatılmasına karşı üniversitenin nasıl bir yer olduğunu anlatma sorunumuz vardı. Sokakta gerçek üniversiteyi anlatmaya kalksak bir karşılığı olmayacağını düşünürdük.
Ama bizim meselemizde, sade, sokaktaki insan da bir üniversite hocasının düşüncesini dile getirebileceğini ve bunun önemli olduğunu hatta bir görev olduğunu düşünür oldu. Üniversite hocalarının devletin hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyebileceğini anlaşılır bulduğunu gördük. Bunu bize gelen mektuplarda da görebildik. Sadece akademisyenlerden ve öğrencilerden değil, sade, sıradan insanlardan gelen mektuplarda da bir üniversite sorgulaması vardı, mesela birçoğunda bizim üniversitenin duruşu dile getirildi. Demek ki sokaktaki insan da aslında bir üniversitenin nasıl olması gerektiğini görebiliyor, buna da şaşırmamak lazım çünkü sürekli vurguladığım gibi, doğru olanın, haklı olanın bir gücü var, en sıradan insan bile neyin doğru neyin yanlış olduğunu biliyor belirli bir kör ideolojinin tahakkümü altına girmediyse. Dolayısıyla “Üniversite ne olmalı?” sorusuna da bir alan açılmış oldu bu vesileyle. İsteyen barış mücadelesi, isteyen akademik özgürlük, üniversite mücadelesine odaklanır. Birbirinden farksız değil. Bilim, fabrikasyon yapmayan, yapmaması gerken, özgür ve biricik düşüncenin tesisine odaklanan bir uğraş.
12 Eylül, YÖK ve 1402’likler sonrasında Özgür Üniversite’nin kuruluşu da buna tekabül eder. Hiç küçümsememek gerek. Bir panele gittiğim Mersin’de bir akademisyen arkadaş Ankara Hukuk’ta okurken derslerin sıkıcı olduğunu, kendisini asıl akşamüstü gittiği Özgür Üniversite’deki derslerde bulduğunu söyledi. Demek ki bunun da bir mücadelesini vermek mümkün ve bu süreçte bu ihtiyaç daha da görünür hale gelmiştir. Bir tahakküm projesine angaje olmamış, sıradan insanda bile “Bir üniversite hocasını işinden atamazsın, atmamalısın” düşüncesi oluştu. Tabi bizim öğrencilerimizden dolayı çok farklı insanlarla temasımızın da bunda etkisi var. Bir de genel olarak öğrencileri tarafından sevilen, öğrencilerini heyecanlandırabilen hocalarız, bunun hem öğrenciler üzerinde, hem de onların aileleri ve yakınları üzerinde bir etkisi illa ki oluyordur.
Bir savcının öncesinde verdiği mütalaasını değiştirmek zorunda kalması tabii hukuki bir skandal olmakla birlikte, mahkememizin ilk duruşması tahliyeyle sonuçlandı. Tabi aslında beraat ile sonuçlanması gerekirdi çünkü hakkımızdaki suçlama TMK 7/2 yerine TCK 301’e dönüştürüldü, onun için TMK 7/2 için beraat kararı net bir şekilde telaffuz edilmeliydi ama edilmedi sadece tahliye dendi. Tutukluluğun devamı o durumda bile zaten olamazdı çünkü TCK 301 ancak Adalet Bakanlığı izniyle açılabiliyor, dolayısıyla tutukluluğumuzun devamına hükmedilseydi bu sefer daha da kamu vicdanını harekete geçirecek bir durum doğacaktı: henüz açılmamış bir maddeden tutuklu tutulmamız durumu! Alelacele duruşmayı durdurup 7/2’ye ilişkin durumuna somut bir noktalama getirmediler ki 7/2’nin hayaleti tüm 1128’in tepesinde bir Demokles kılıcı gibi sallansın diye herhalde. Sonuçta tahliye çıktı ve ne ilginç, Can Dündar’ların aleyhine konuşan Tayyip Erdoğan, bizim de duruşma günümüze kadar her gün hakkımızda ağır hakaretlerle ve tehditler savurarak konuşan Tayyip Erdoğan, o tahliyeden sonra sustu. AKP sürekli kendi tabanında yoklama yapan bir parti, bu yoklamalarda belki arzu ettiği yönde bir destek görememiş olabilir, kimbilir… Ben 14 yıldır hocayım, binlerce öğrenciyle temasım oldu. Dolaylı olarak bu aileleriyle de temas ettiğimiz anlamına geliyor çünkü öğrenciler hocaları hakkında aileleriyle de konuşur. Bunlar dokunuşlardır. Sizi görüyor, nasıl insanlar olduğunuzu görüyorlar. Muhtemelen kendi tabanında bile bir rahatsızlık yarattığı için bir sessizlik oldu. AB raportörü Kati Piri’nin “Üniversitelerinizde binin üzerinde terörist akademisyen olduğunu sanmıyorum” sözü bu algı operasyonunun absürtlüğünü güzel ifade etmişti.
Söyleşi: Aylin Kaplan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.