Öte yandan, laiklik ilkesini, sınıfsal gerçeklerle tanımlamayı becerebilen bir sol/sosyalist hareket açısından da geleceğe ilişkin yeniden umutlar yeşertmemesine bir neden yok
Öte yandan, laiklik ilkesini, sınıfsal gerçeklerle tanımlamayı becerebilen bir sol/sosyalist hareket açısından da geleceğe ilişkin yeniden umutlar yeşertmemesine bir neden yok
Türkiye sosyalist solu açısında laiklik, uzun yıllardır bir kenarda duran, Kemalist programatiğe indirgenen, doğrudan politik bir edimsellikle özdeşleştirilen, üzerine çok da kafa yorulmayan yahut en fazla arada bir yerlerde utana sıkına lafı geçen bir kavramdı. AKP iktidarının kesintisiz on beş yıllık iktidarından sonra, işin rengi iyiden iyiye değişmeye başlayıncaya kadar…
Türkiye sosyalist solunun neden böyle bir tarzı tercih ettiğine ilişkin çok şey söylenebilir. Bunların bir kısmı elbette kabul de edilebilir.
Özellikle 1990’lı yılların Türkiye’sinde birbirinden farklı güç odakları bulunmasının yanı sıra, toplumsal algıda temel ayrım “laik olmak” ve “dindar olmak” üzerinden şekillendi. Umutlar, olgular, olaylar, politik tercihler, gelecek ya da geçmiş yorumları bu ayrım noktaları üzerinde refere edildi. Kendisini, politik olarak “laik” olarak tanımlayan kesim açısından laik olmak, bir tür seçkin olmak anlamına geliyordu; eğitimli, kadın-erkek ilişkilerinde -göreli- daha eşit, İslami formasyondan uzak, Cumhuriyet kurumunun kazanımlarını doğrudan sahiplenen… Ve fakat, -elde nesnel bir veri olmamasına rağmen- orta sınıflı, kapitalistleşmeyle sorunu olmayan, neo-liberal yıkım sürecine ve kamusal/sosyal hakların bir bir elden alınmasına dair itirazı en fazla ulusal bir çerçevede olan, politik olarak Kemalist/Atatürkçü kimliğe sahip bu kesim, laiklik ilkesinin aslen sınıfsal olduğunu görmedi. İdeolojik arka planda bunu görebilmesi ne kadar mümkündü, o da ayrı bir tartışma zaten. 1930’ların Türkiye’sini retro tarzda övmek dışında, politik bir açılım yapmadı. Reel politik anlamdaysa “Tehlikenin farkında mısın?”ın ötesine geçemedi. Somut bir önerisi, umut vadeden kurucu bir öznesi hiç olmadı. Velakin, zaman ilerledikçe, İslami baskı (Mutlak anlamda Türk-erkek-sunnî tekçilik kısmını çok görmek istemediyse de) günlük hayata daha da indikçe, sokağa çıkması gerektiğini gördü. Fakat iki kertede (Bkz. 2000’lerin sonlarına doğru Cumhuriyet Mitingleri ve Gezi/Haziran eylemlerinin ana kitlesi) edilgenlikten, re-aksiyoner olmaktan öteye geçemedi. Kuramsal, ideolojik ve kurucu özne olmadan yol alınamayacağını, geniş toplumsal katmanların sadece korku ögeleriyle ikna edilemeyeceğini, nostaljik ögelerin dışında ne önerdiği belirgin olmayınca sen-ben-bizim oğlan dışına çıkamadığını bu toplam ne kadar gördü, ne kadar fark etti bilinmez. Şüphesiz, bu ayrı bir tartışma kuşkusuz.
Öte yandan laiklik ilkesini bu kadarıyla bile görmemeyi tercih eden, toplumsallığı gün geçtikçe daralmasına fakat düşünsel özneleri, tüm olumsuz koşullara rağmen bulunan bir kesim daha vardı: Tüm dağınık yapılanmasıyla birlikte Türkiye sosyalist solu…
Türkiye sosyalist solu, çeşitli nedenlerden kaynaklı laiklik ilkesine hep mesafeli durdu. Bunlardan birisi yukarıda özetlenmeye çalışıldığı gibi belki de Kemalist/Atatürkçü programatikle ilgiliydi. Yine belki, bir diğer neden olarak da “sınıfsal perspektifin” sosyalist hareketlerde popülerliğini kaybetmesi gösterilebilir.
Türkiye devrimci/sosyalist solu; 12 Eylül yenilgisinden sonra, kökenleri 1950’lere giden Yeni Sol tartışmalarını ve 1980’lerde “radikal demokrasi” olarak güncellenmiş formunu yine ‘80ler ortasında tartışmaya başladı. Özellikle 12 Eylül öncesi, geniş kitlesellik ve yaygınlık kazanan örgüt ve hareketlerin kimi anakronik sorunları tartışıldı. Kimi özeleştiriler yapıldı, örneğin kadın sorunu “devrim sonrasına” atılan bir konu olmaktan kurtuldu ya da reel politik vizyona ekoloji gibi konuların girmesi mümkün olabildi. Bu örnekler çoğaltılabilir, olumlu ya da olumsuz yorumlanan pek çok tartışma yürütülebilir. Lakin, o günlerden itibaren sol politikaların var oluş nedeni olan sınıfsal perspektif gündemden düştü, sol literatürde silikleşti. Çoğu zaman politik pratiklerin son halkası bile olamadı. Şüphesiz, “radikal demokrasi” ve parçalı kimlikler üzerine kurulu siyasa üretme biçimi popülerleştikçe bu olacaktı, kaçınılmazdı. Bu yazının odak noktası “laiklik ilkesi” olduğu için, radikal demokrasi ve liberalleşen sol söyleme ilişkin tartışmalar şimdilik bir kenarda dursun.
Türkiye sosyalist solunun laiklik ilkesine neden uzak durduğu konusunda, başka tartışmalarda yürütülebilir elbette. Öte yandan, biri reel politik diğeri kuramsal gerekçelerden, tartışmalardan kaynaklı bir nedensellik aramak, günümüz Türkiye’si ve mücadele alanı açısında daha gerçekçi olabilir.
Peki laiklik ilkesi sınıfsal mıdır?
Evet, sınıfsaldır. Tartışmasız biçimde devrime içkindir. Eğer laiklik ilkesi salt bir “aydınlanma ideolojisi” ya da “Kemalist modernleşme” üzerinden algılanıyorsa, düşünsel yöntem diyalektik dışı ve idealist bir kavrayışın sonucudur. Dünya devrimler tarihinde, daha pek çok kavram ve kavramsalda olduğu gibi laiklik ilkesinde de, hem burjuvaziye göre hem de işçi sınıfına göre bir kullanım biçimi vardır. Bu açıdan, politik bir özne olarak burjuva laikliği, sorunlara çözüm getiremeyeceğini zaman içinde gösterdi. Bu Kemalist laiklik için de geçerlidir, Fransız laikliği için de. Laikliği, salt bir modernleşme aracı olarak algılamak, tüm dünyada süregelen toplumsal eşitsizliklere de, kapitalist yıkımlara da çözüm olamadı, daha doğrusu çözüm önerilerine katkı sağlayamadı. Elbet, böyle bir derdi de yoktu. Keza burjuvazi, laiklik ilkesinin devrimci içeriğini mutlak egemen olduğu Avrupa endüstrileşme çağında bıraktı.
Öte yandan, laiklik ilkesinin sınıfsal ve devrimci içeriği, proleter kavranış üzerinden hem geçmişte hem de günümüzde, hâlen devrimcidir. Bu konuda sayısız örnek verilebilir; 15. ve 17. Yüzyıllar arasından neredeyse tüm Avrupa’yı kapsayan Protestan reformundan 17. Yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen demokratik devrimlere, 1789 Fransız devriminden 1917 Sovyet devrimlerine kadar, laiklik ilkesi kimi yerde açık kimi yerde gizli özne durumundadır. Protestan reformunda, lokomotif güç olan köylü isyanlarından, İngiliz Kazıcılar’a, 1789’da Fransa’da sarayları kuşatan ve dinsel feodalizmi yerle yeksan eden isyana kadar, -ki 19. ve 20. Yüzyıllarda Avrupa dışından da pek çok örnekler verilebilir- motor güç yoksul ve hiçbir sosyal hakkı bulunmayan işçi-köylü sınıflarıdır. Tüm bu süreç boyunca, zaten sınıfsal olarak çok büyük uçurumların bulunduğu eşitsizliklerin yanı sıra dinsel egemenliğin de bu eşitsizliği besleyen ve kimi yerlerde doğrudan yaratan bir konumda olması, laikliğin ağır bedellerle kazanılmasına neden oldu. Elbette, laiklik ilkesinin oluşması, sınıfsal eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri bertaraf etmedi. Lakin bu durum, laiklik ilkesinin doğrudan işçi ve köylü sınıflarının mücadelesiyle kazanıldığı gerçeğini değiştirmiyor.
* * *
Günümüz Türkiye’sinde var olan politik öznelerin, tarihsel arka planları elbette çok gerilere dayanmaktadır. Özellikle 1945 sonrası sol/sosyalist/komünist hareketlere karşı milliyetçisinden muhafazakârına, İslamcısından merkez-liberaline kadar, totalde mutlak bir sağ refleks olması boşuna değildir. Örneğin, yakın bir döneme kadar AKP’nin mutlak ortağı durumunda olan Fethullah Gülen hareketi, tarih sahnesine 1960’larda “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurarak çıkmıştır. “Laiklik yeni Anayasa’da olmamalıdır” diyen TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın 1969 yılında Amerikan 6.Filo’suna karşı gerçekleştirilen devrimcilere saldıranlar içinde yer alması boşuna olmadığı gibi, yine aynı 6. Filo’ya karşı namaz kılmaları da bu yazının somut bir özetidir. Aslında, bu konuda örnekler sınırsızdır, takvimde katliam olmayan gün sayısının, katliam yapılan gün yapraklarından az olması bile durumu basitçe gösterebilir. Öte yandan, günümüz AKP’sinin önemli varoluş zeminlerinden bir diğeri ise şüphesiz 1990’lardır. Kendisini, “dindar” olarak tanımlayan toplumsal yığının yönlendirmesini istediği öznellikte gerçekleştiremeyen Milli Görüş hareketi ve onun somut pratiği olan Refah Partisi’nin ulaştığı katmanlara oturan AKP, neo-liberal saldırganlığı ve talan ekonomisini, kendisinden önceki örneklere göre çok daha sağlam adımlarla gerçekleştirdi. İktisatçıların bu konuda sayısız çalışması ortada, veriler rahatlıkla bulunabilir. İşin özü, ülkede satılmayan, özelleştirilmeyen hiçbir şey kalmadı denilse yeridir. Toplum yararına var olan sosyal hakların gasp edilmesi, mesleki güvencesizleştirmenin mutlaklaştırılması, ekonomik reel göstergelerin sadece inşaat üzerinden sunulması, Ali Ağaoğlu tipi burjuvalaşma ekolünün mümkün olduğunca önünün açılması vb… Ve tüm bunlar gerçekleşirken, kendisine yönelik her eleştiriyi “bize laf edenler dinsizdir, ateisttir, teröristtir vb.” argümanlarıyla karşı durması… Yine her destura “dindarlığına” vurgu yaparak onay alması… Her şey bir yana, din-İslam ve talan ekonomisinin kendisine açtığı bu yol sınıfsal değilse başka nedir?
Siyasal İslam iktidarı, geldiğimiz noktada, kendi devamlılığını salt üretim ilişkileri üzerinden sürdüremeyeceğinin farkında. Uluslararası boyutu başka sorun, IŞİD’le sürdürdüğü işbirliği bambaşka… Gün geçtikçe normalleşme eğilimi gösteren çocuk tecavüzleri ve istismarı bir yerde, Suriyeli mülteciler sorunu başka bir yerde… Tam da bu noktada savaş politikasını devreye sokması, kendisine nefes aldırmıştır. Keza, karşı çıkan her sesi terörist, vatan haini vb. sıfatlarla kategorize edebileceği ve milliyetçi/faşist kesimleri kendisine eklemleyebileceği bir imkân oluşmuştur. Öte yandan, bunun da bir sonu olduğunun en çok farkında olan yine AKP’nin kendisidir. Bu bağlamda, İslami yaşam biçimini daha da baskıcı hale getirmek istemesi, yeni bir Anayasa yapımında, laiklik ilkesini tamamen ortadan kaldırmak istemesi, iki ara bir derede fiilen yürüttüğü Başkanlık rejimini, resmiyete dökebilmesi, tüm içsel krizleriyle birlikte AKP açısından hayati bir mesele durumundadır.
Madalyonun diğer yüzündeyse; AKP’li, milliyetçi-muhafazakâr olmayan toplamda, yani memleketin geri kalanı açısından da ortada hayati bir mesele vardır: Şu ya da bu biçimiyle laiklik ilkesi…
Bu noktada, Türkiye sosyalist solunun kendisini kitleselleştirebilecek, gerçekçiliğini arttırabilecek, iddiasını toplumsallaştırabilecek bir imkân da vardır: Uzun, çok uzun zamanlardan beri kaybettiği iktidar perspektifini, Gezi/Haziran İsyanı’nın büyük çoğunluğu olan kitlelere ulaştırarak, salt bir Kemalist programatikle neden yol alınmayacağına bu kitleyi ikna etmek, sandıklar üzerinden oluşan gerçekliğin Parlamento’da nasıl tükendiğini/tüketildiğini aktarabilmek…
Elbet bunlarda tartışılacak, tartışılması gereken ve elbette kimi sorunlar barındıran önermelerdir. Velakin, bunun bir başlangıç noktası varsa bu da laiklik ilkesinin amalara, fakatlara düşmeden savunulması gerektiği, bunun aslen kurucu ve memleketi yeniden kurmaya aday bir destur olduğunun farkında olunmasıyla mümkün olabilir.
“Henüz yeni başladık” diyen Siyasal İslam söylemleri ve AKP açısındansa durum psikolojik eşik meselesidir. Bunu da geçebilirlerse başka bir reel ya da psikolojik sınır kalmadığına göre, kaybedenler kaybetti! dememek için ortada pek neden kalmayacak.
Öte yandan, laiklik ilkesini, sınıfsal gerçeklerle tanımlamayı becerebilen bir sol/sosyalist hareket açısından da geleceğe ilişkin yeniden umutlar yeşertmemesine bir neden yok.
Unutulmasın: Gezi parkı hâlen yıkılamadı, Haziran İsyanı’nın en büyük sembolü olan park… Yerine saraylar, kışlalar yapılmak istenilen park… Mücadele edildiğinde karşılığının olduğunu durduğu yerden bize her gün gösteren park…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.