Barış için Akademisyenler’den Muzaffer Kaya ile söyleştik. Kaya,”Saray’ın tek başına yazabileceği bir hikâye yok. Hepimiz hikâyenin içindeyiz. Türkiye’nin batısı daha cüretkâr olmalı” diyor
Sendika.Org Barış için Akademisyenler dosyasına Yrd. Doç. Dr Muzaffer Kaya ile yaptığımız röportajla devam ediyoruz. Yrd. Doç. Dr Muzaffer Kaya “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attıktan sonra çalıştığı Nişantaşı Üniversitesi’nden atıldı. 16 Mart’ta ise Barış için Akademisyenler’den Esra Mungan ve Kıvanç Ersoy ile birlikte tutuklandı. 22 Nisan’da “Adalet Şöleni” ile tahliye edilen Muzaffer Kaya ile mezun olduğu üniversitede, Boğaziçi Üniversitesi’nde buluştuk. Öğrencisinden çalışanına Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin Kaya’ya gösterdiği ilgi bizlere iktidarın, akademisyenlerin barıştan yana meşruluğu tartışılamayacak kararlı tutumlarının karşısında yenildiğini bir kez daha gösterdi. Muzaffer Kaya ile savaşın Saray iktidarının hedeflediği rejim inşaasındaki rolünü, üniversitenin konumunu, direnen öznelerin sürece müdahale olanaklarını konuştuk
“Çözüm süreci” yani çatışmasızlık Erdoğan’ın iktidar tekeli kurma politikasına hizmet etmediği anda sona erdi. Bu sefer aynı amacı, yani Türk-tipi başkanlık rejiminin inşasını savaş yoluyla gerçekleştirmeyi denediler. Yani yurtta ve bölgede kışkırtılan savaş üzerinden “yeni Türkiye’yi” inşa etmeye niyetlendiler”
Bu savaş ancak Saray’ın zayıflatılmasıyla sonlanacak. Saray’ı zayıflatacak, onun politikalarının önüne set koyacak ve başarı kazanabileceğimiz işler yapmamız lazım. Bu işler her zaman doğrudan barış içerikli ve Kürt politikası eksenli olmayabilir, ama iktidarı zayıflatıyorsa barışa katkı sunar.
Mesele bizim tahliye olmamız değil, nasıl tahliye olduğumuz. Hem başlangıçtaki duruşumuzdan milim geri adım atmadan hem de bir mücadele sonucunda tahliye edildik. Bu nedenle sorunuza yanıtım ikinci seçenektir. Tarihçilerin 22 Nisan’ı savaş ittifakının geriletilmesinde bir moment olarak yazacağına inanıyorum.
Tabi biz tekerlerine çomak sokmuş olduk, çünkü hem ülkede hem Suriye’de bütün yatırımını savaşa yapmış bir hükümete yüksek sesle dur dedik. İktidarın yanıtı barış talebini kriminalize etmek oldu. Bizim mahkememizde barış talep etme hakkını yargıladılar, ama bunu geri püskürttüğümüzü düşünüyorum. Barış hakkı ve ifade özgürlüğü hakkına yönelik zorbaca saldırıyı hep birlikte püskürttük.
Sendika.Org: Sendika.Org’a içeriden bir mektup yazmıştınız ve o mektupta şöyle bir vurgu vardı: “Cumhuriyet taihinin en köklü siyasi krizine tanık oluyoruz. Ve Saray’ın yurtta ve dünyada savaş politikası Türk tipi bir başkanlık rejiminin inşaasıyla iç içe geçmiş durumda.” Savaş siyasetinin rejim inşasındaki rolü nedir? Savaş politikalarına karşı tutum alan ve bu politikaların sonuçlarını yaşayan bir akademisyen olarak baktığınızda nasıl yorumluyorsunuz?
Muzaffer Kaya: Türkiye’de uzun zamandır bir ikili iktidar yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Askerler ve sivil hükümet arasında bir güç dengesi vardı. 1960 sonrası Türkiye siyasetini böyle düşünebiliriz. İlk defa işte bu Ergenekon operasyonları daha sonra 2010 Referandumu derken askerin siyasi gücü kırıldı, ama başka bir ikili durum ortaya çıktı. Şimdi “paralel yapı” dedikleri Cemaat ile AKP yönetimi arasında bir iktidar paylaşımına tanık olduk. Ama en son 17-25 Aralık operasyonlarından sonra Cemaat tasfiye edilince, Tayyip Erdoğan kendi iktidar tekelini büyük ölçüde kurduğunu düşündü. Ve muhtemelen çok daha önceden kafasında olan, kendisini Mustafa Kemal’e denk bir kurucu lider olarak hayal ettiği, bir totaliter rejim inşasına soyundu.
Başından itibaren asıl derdi kendi iktidar tekelini kurmak olan Erdoğan, “çözüm süreci”ni de kendini güçlendirdiği oranda sürdürdü. Baştan böyle bir siyasi hesap üzerine kurulu olduğundan “çözüm süreci” bir türlü “barış sürecine” dönüşemedi. 7 Haziran seçimlerinde Kürt siyasi hareketi anti-başkanlık politikasıyla büyük bir zafer kazanınca, savaş politikasına geri döndüler. “Çözüm süreci” yani çatışmasızlık Erdoğan’ın iktidar tekeli kurma politikasına hizmet etmediği anda sona erdi. Bu sefer aynı amacı, yani Türk-tipi başkanlık rejiminin inşasını savaş yoluyla gerçekleştirmeyi denediler. Hatta sadece Kürt hareketine dönük bir savaş değil, Suriye rejimine dönük bir savaş olduğunu da vurgulamak lazım. Yani yurtta ve bölgede kışkırtılan savaş üzerinden “yeni Türkiye’yi” inşa etmeye niyetlendiler. Hala bu sürecin içindeyiz.
Erdoğan başkanlık rejimini Kürt hareketini tasfiye politikası üzerinden kurarak, şimdilik orduyu da kendisine yedeklemeyi başarmış durumda. TSK’nın geleneksel konumu, doğuda patlayacak bir isyan sonucunda ülkenin bölünmesi riskine karşı sürekli teyakkuz halinde olmaktır. Mesela 1960 darbesinden sonra Sivas’ta bir kamp kurup 400’den fazla Kürt aydın, din adamı ve aşiret reisini topladılar ve bir kısmını sürgüne gönderdiler. 1971 darbesinde TİP Kürt meselesi yüzünden kapatıldı. 1980 darbesinden sonra başta Diyarbakır Cezaevi vahşeti olmak üzere Kürt coğrafyasındaki uygulamaları biliyoruz. 28 Şubat darbesinin Kürtlere yansıması ise Öcalan’ın yakalanması oldu. İşte Erdoğan’ın savaş politikası bu tarihsel refleksle kesişti. Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin de hazır kıta olarak bu politikaya eklemlenmesiyle savaş ittifakı kurulmuş oldu.
Ancak burada herkesin kendine göre bir amacı var. Asker, Kürt hareketinin gereğinden fazla güçlendiğini düşünüp onu tasfiye edemese bile marjinalize etmeye çalışıyor. MHP, her zamanki pozisyonunda durmaya devam ediyor. Bu savaş ittifakının asıl liderliğini yapan Erdoğan’ın kafasında ise diğerlerinden ayrı olarak bambaşka bir Türkiye modeli var. Sonuç olarak Erdoğan, bir savaş ittifakı oluşturmuş durumda ve bu savaş ittifakı üzerinden yeni rejimin inşası yönünde yol alıyor. Bunu sanırım Kemalist, ulusalcı ya da laiklik duyarlılığı yüksek kesimler de görmüyor değil, ama Kürt halkının siyasal statü talebine karşı öyle düşmanca bir yaklaşım var ki, bunu tartışılamaz gördükleri için şimdilik bu ittifak devam ediyor. Ama kendi içerisinde ciddi çatlakları da var. Mesela Meclis Başkanı’nın demeci üzerine başlayan laiklik tartışması bu çatlaklardan biridir.
Savaş ittifakının zayıf yönlerinden söz ettiniz. Kürt hareketi artık hem ülke içinde hem de bölgede kitleselliği, halkla teması ve örgütlülüğü bakımından sadece oyuna tabi olan değil, çeşitli girişimlerle oyunu değiştirmeye çalışan bir aktör. Aynı zamanda bu topraklarda, Fırat’ın batısında da katliam çizgisine, savaş siyasetine ve devlet terörüne rağmen bastırılamayan, iktidar karşısında Barış için Ademisyenler’de de olduğu gibi susmayan, direnen ve kanal bulduğunda harekete geçen bir muhalefet potansiyeli var. Sonuçta iktidar saldırıyor ama tarihi ve hikâyeyi sadece kendisi yazmıyor. İttifakın krizinin gidişatı direnen öznenin/öznelerin hareketi ile de belirlenmeyecek mi? Bu potansiyele Barış için Akademisyenler deneyimi üzerinden değinsek. Siz nasıl görüyorsunuz? Bu hikâyeyi tek başına Saray mı yazacak?
Burada özellikle Türkiye’nin batısı üzerine konuşmak isterim, doğuda zaten açık bir savaş hali var. Biraz geçmişe giderek bakalım. 7 Haziran 2015, barış ve demokrasi mücadelesi verenler açısından tam bir zaferdi ve bence Gezi’nin bir devamıydı. Ama o tarihten itibaren hep zemin kaybettik. Mesela bir Barış Bloku kuruldu. Bu blok, Tayyip Erdoğan’ın devirdiği masayı tekrar doğrultmak için elinden geleni yaptı ama bu çaba Suruç ve 10 Ekim Ankara’daki bombalamalarla etkisizleştirildi. Bu iki korkunç olay Türkiye’nin batısındaki demokratik muhalefeti paralize etti, sokağa çıkamaz hale geldik. 1 Kasım’da AKP savaş koalisyonu olarak girdiği seçimden tek başına hükümet kurabilecek gücü elde etti.
Ve biz bunları yaşarken bir yandan da buzdolabına saklanan ölü çocukları, sokak ortasında cenazesi günlerce bekletilen yaşlı kadınları izlemek durumunda bırakıldık. Özellikle Aralık ayı korkunç bir aydı. Ordunun da operasyonlara katıldığı, tankların kentleri bombaladığı, öğretmenlerin ilçelerden çekildiği günlerdi. Böyle şeyler Türkiye tarihinde yok. 12 Eylül’de bile sokağa çıkma yasaklarının belli saatleri vardı.
İşte bizim bildirimiz böyle bir anda çıktı. Aslında olabilecek en pasif eylem biçimidir değil mi? Ama başka hiçbir şey yapılamadığı için ve çok sayıda akademisyen imza attığı için bir anda biz toplumsal muhalefetin önüne fırladık hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde.
Tayyip Erdoğan, Sultanahmet bombalamasının olduğu gün yaptığı konuşmada bombalamaya 2, bize hakaret ve tehdit için 30 dakika ayırınca, bir anda toplumsal muhalefetin öncüleri haline geldi akademisyenler. İmzacı sayısı demokratik bir refleksle iki katına çıktı, 2212 oldu. Bütün toplumsal kesimlerden, doktorlar, gazeteciler, hukukçular, mali müşavirler, turizm rehberleri, saymayayım hepsini, 30’a yakın meslek grubundan destek açıklaması yapıldı, bir sivil itaatsizlik eylemi başladı böylece. Bence imzacı sayısı iki bin falan değil, yüz bini geçmiştir hepsini toplarsak. Ben burada eğer varsa Gezi ruhunun kapıyı çalmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü Gezi’de de zorbalığa karşı “Ne yapacaksan yap artık” diyen müdanasız bir duruş vardı. O yüzden ben o peş peşe imza kampanyalarının çıkmasını Gezi esintisi olarak görüyorum.
Tabi biz tekerlerine çomak sokmuş olduk, çünkü hem ülkede hem Suriye’de bütün yatırımını savaşa yapmış bir hükümete yüksek sesle dur dedik. İktidarın yanıtı barış talebini kriminalize etmek oldu. Bizim mahkememizde barış talep etme hakkını yargıladılar, ama bunu geri püskürttüğümüzü düşünüyorum. Barış hakkı ve ifade özgürlüğü hakkına yönelik zorbaca saldırıyı hep birlikte püskürttük.
Elbette çok büyük şeyler yapamadık, savaşı durduramadık mesela! Savaş devam ediyor. Hâlâ her iki taraftan gençler ölüyorlar. Hâlâ sivil kayıplar oluyor. Ama en azından Türkiye’nin batısındaki bu kilitlenmeyi, adeta felç olma halini kırabildik diye umut ediyorum. Ayrıca Kürt illerindeki ağır insan hakları ihlallerine hem ulusal hem de uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiş olduk. Meseleyi bir ölçüde tartışılabilir hale getirdik. Bizi susturma politikaları ters tepti. Türkiye’nin batısında bizim tahliyelerimizden sonra barış ve demokrasi diyenlerin daha gür sesle konuşacağını umuyorum.
Öte yandan demokratik bir Türkiye’nin kurulması mücadelesinde Kürt hareketi hala belirleyici bir öneme sahip. Kürt siyasi hareketinin totaliter başkanlık projesini açıkça reddetmiş olması son derece önemli. Kürt hareketi anti-başkanlık pozisyonunda durmasaydı ve bazı kısmi haklar üzerinden o projeye eklemlenmeyi tercih etseydi, Erdoğan’ın işi çok kolaylaşırdı. Ama Kürt siyasi hareketi başından beri çok açık bir şekilde Kürt meselesinin çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesi içinde gördü.
Dolayısıyla Saray’ın tek başına yazabileceği bir hikâye yok. Hepimiz hikâyenin içindeyiz. Türkiye’de hâlâ yeterince güçlü olmasa da bir sol-demokratik muhalefet var. Ama bizim tarafın, yani Türkiye’nin batısının daha derli toplu, daha cüretkâr olması gereken günlerden geçiyoruz.
Yine, Sendika.Org’a gönderdiğiniz mektupta “22 Nisan’da Çağlayan Adliyesi’nde görülecek bizim ve gazetecilerin duruşmalarını tarihçiler, Türkiye’de faşizmin kurumsallaşmasına giden yolun köşe taşlarından birisi olarak mı yoksa, savaş ittifakının geriletilmesinde etkili olan anlardan birisi olarak mı yazacaklar?” demiştiniz. Dava bitti, tahliye oldunuz. Şimdi dönüp baktığınızda bu ikilemde hangi yanıtı verebiliyorsunuz?
İkinci seçenek güçlendi, ama hala tarihin nasıl yazılacağı önümüzdeki günlerde yapacaklarımıza bağlı tabi. Bizim tahliyemiz, geri adım attığımız bir pazarlık üzerinden olmadı. Duruşumuzu koruduk, hatta daha da sertleştirdiğimizi düşünüyorum savunmalarımızda. Üstelik etkili bir özgürlük kampanyası sonucunda tahliye edildik. Özgürlük nöbetleri, sosyal medya kampanyaları, uluslararası akademinin harekete geçirilmesi yoluyla bir basınç oluşturmayı başarabildik. Somut bir başarı elde ettik. 1 Kasım’dan itibaren Fırat’ın batısında ilk defa somut bir siyasi kazanım elde ettik sanırım. O arada başka bir başarı hikâyesi hatırlamıyorum, unuttuysam hatırlatın lütfen.
Bizimle dayanışma kampanyalarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Öte yandan savcı da çok saçma bir şeyi zorladı. İler tutar yanı olmayan bir iddianameydi, savunmalarımızla boşa düşürdük. Ama kampanya, uluslararası destek, tüm bunlarla birleşince tabi Avrupa Birliği de bir şeyler söylemek zorunda kaldı. Tüm bu faktörlerin kümülatif etkisiyle tahliyeler gerçekleşti.
Burada tahliyemizin gerçekleşme biçimi çok önemli. Mesele bizim tahliye olmamız değil, nasıl tahliye olduğumuz. Hem başlangıçtaki duruşumuzdan milim geri adım atmadan hem de bir mücadele sonucunda tahliye edildik. Bu nedenle sorunuza yanıtım ikinci seçenektir. Tarihçilerin 22 Nisan’ı savaş ittifakının geriletilmesinde bir moment olarak yazacağına inanıyorum.
Tabi önümüzde hâlâ mücadele etmemiz gereken çok şey var. Süreç devam ediyor. Bisikletin üzerindeyiz ve pedala basmaya devam etmeliyiz. Sonuçta savaş devam ediyor. Ama biz burada savaşa karşı söz söylemenin meşruiyetini bile yitirmiştik. Onu bile yapamaz, konuşamaz hale getirilmiştik. Dolayısıyla burada şöyle bir karşıtlık da düşünmeyelim. Biz burada sadece kendi ifade özgürlüğümüze mi kilitlendik, barış mücadelesinden koptuk mu ikilemini de ben kabul etmiyorum. Bizim sürecimiz, kesin olarak barış mücadelesini güçlendirecektir. Artık barış sözünü söylemek daha meşru hale geldi. Türkiye’deki demokrasi ve barış mücadelesini küçük de olsa bir adım ilerlettik. Ben artık barış ve demokrasi mücadelelerini birbirinden ayıramıyorum. Türkiye’de bu ikisi eş anlamlı hale geldi.
Savaş karşıtı mücadele ile demokratik üniversite ve politik özgürlükler, yani demokrasi mücadelesinin aynı kulvara doğru aktığı bir momentteyiz. Üçünün de tehdit altında tutan bir odak var, iktidar. Bu süreç mücadelenin hedefleri bakımından neyi berraklaştırdı?
Aslında bunların birbirinden bağımsız ele alınamayacağını görmüş olduk. Mesela Cerattepe direnişi. Oradaki insanlara sormadan gelip maden açmak istiyor. Sadece bir ekoloji sorunu değil, aynı zamanda demokrasi sorunu. Dolayısıyla AKP’nin totaliterleşme eğilimine karşı duran ve onu zayıflatan tüm mücadeleler barış mücadelesine katkı sunacaktır. Bu savaş ancak Saray’ın zayıflatılmasıyla sonlanacak. Saray’ı zayıflatacak, onun politikalarının önüne set koyacak ve başarı kazanabileceğimiz işler yapmamız lazım. Bu işler her zaman doğrudan barış içerikli ve Kürt politikası eksenli olmayabilir, ama iktidarı zayıflatıyorsa barışa katkı sunar.
Savaş siyasetini de üreten iktidar odağına karşı farklı mücadele cephelerinin açılmasından bahsediyoruz.
Şöyle bir ek yapayım; biz insanlara ne dersek diyelim, onlar kendi gündelik çelişkileri üzerinden harekete geçiyor. Cerattepe’deki direniş iyi bir örnek. İktidar çok korktu ve hemen uzlaşma yoluna gitti. Bir de oradan bir şey çıkarsa nereye varacak diye düşündüler. Biz insanları kendi gündelik çelişkileri üzerinden harekete geçirebiliriz ancak; daha doğrusu harekete geçmek için bizi beklemezler. Kilis örneğini düşünelim, herhalde AKP’nin en güçlü olduğu illerden birisidir. Savaş politikasına karşı can güvenliği üzerinden harekete geçiyorlar.
Buradaki büyük problem, tüm bu farklı mücadeleler arasında bir koordinasyon ya da en azından birbirine bakışım sağlayabilmek, onu yapamıyoruz, en büyük zaafımız budur. Aynı anda metalde direnişler oluyor, çevre hareketleri ortaya çıkıyor vs. Bunların en azından birbirini anlayacak tarzda bir etkileşime girebilmesi büyük bir özgürlük potansiyeli yaratır. Eğer devrimcilik diye bir kategori olacaksa tam da burada misyon yüklenmesi gerekiyor.
Rejim inşası hedefinden bahsettik. Üniversitenin buradaki konumu üzerine de bir tartışma yürütmemiz gerekiyor. Hem iktidarın bu rejim inşası sürecinde üniversiteyi konumlanmaya zorladığı yer hem de üniversitenin direnç noktaları bakımından. AKP iktidara geldiği günden bu yana üniversiteleri tahakküm altına almaya çalışırken bir yandan da kendi “aydınını” imal etmeye çalıştı. Sizin bildirinize karşı açıklanan imzaları hatırlayalım. Ancak bunda da başarılı olmadı, Barış için Akademisyenler bu toplumda üniversiteyi, üniversite fikrini temsil eden meşru odak olarak kalmaya devam etti. İktidarın yaratmaya çalştığı üniversiteyle üniversitenin temsil ettiği değerlerin çelişkisine dair ne söyleyebiliriz?
AKP döneminde ülkenin her yerinde çok sayıda kamu ve vakıf üniversiteleri açıldı. Çoğu bir üniversite olarak adlandırılamayacak bu kurumlara kendi kadrolarını, üstelik liyakati olmayan kadrolarını atadılar. Açıkçası cemaatçiler daha nitelikliydi AKP kadrolarına göre, şimdi onları da tasfiye etmeye çalışıyorlar. Son derece liyakatsiz bir İslami kadrolaşma var bu yeni açılan üniversitelerde. Ama Türkiye’de akademinin temsiliyeti halen köklü üniversitelerdedir. Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ, İstanbul, Ankara Üniversiteleri gibi… Bir grafik hazırlamıştık; bizim imzacılarımızın büyük çoğunluğu çok iyi üniversitelerden, epey bir kısmı burayla bağlantılı olarak yurtdışında çalışıyor. AKP’nin karşı imzacılarını incelediğimizde ise onların çoğunluğu ilahiyatçı ve iktidar tarafından açılan yeni üniversitelerde kadrolular. Bizde kadın oranı çok yüksek, onların neredeyse tamamı erkek. Sonuçta bizim imza metnimize Türkiye’nin köklü üniversitelerinden çok iyi akademisyenler imza attı. Daha sonra bildirimize imza atmasa da ifade özgürlüğümüzü savunmak üzere çok sayıda liste çıktı. Onlar da Türkiye’nin en iyi akademisyenlerindendi. İmzacılar ve ifade özgürlüğünü savunanların toplamı, yaklaşık 4-5 bin kişilik bir akademisyen topluluğudur ki, Türkiye’de üniversiteye temsil edebilecek niteliktedirler. Bu kadroları tasfiye ederlerse akademi diye bir şey kalmaz Türkiye’de. Bu hakikat dolayısıyla, üniversiteyi tabi ki biz temsil ettik. Ayrıca sorun sadece karşı imzacıların niteliği değil, ifade özgürlüğüne karşı iktidar yanlısı zavallı halleriyle üniversiteyi temsil etmeleri mümkün değil.
Buarada imzacıları üniversitelerden tasfiye etme çabasının hala sürdüğünü biliyorsunuz. Ama bunu yapamayacaklar. Hala işten atmalar sürerken bir yanda da işten atılan arkadaşlarımız davalarını kazanıp geri dönüyorlar. Türkiye’de hala yargı yoluyla bazı kazanımlar elde etmek mümkün. Yerel mahkemelerde yargıçların durumlarına göre davalar kazanılıyor ve bu davalar emsal teşkil ediyor. Bu süreçte uzaklaştırılan, işten çıkarılan arkadaşlarımızın çok büyük çoğunluğu geri dönecektir. Biz Nişantaşı Üniversitesi’nde 6 kişi atıldık ama o kadar aceleyle ve hukuksuz bir biçimde attılar ki, çok büyük ihtimalle davayı kazanacağız. Belki biraz uzun sürecek, ama sonunda kazanacağız.
Bu süreçte Türkiye’nin köklü ve nitelikli üniversitelerinde önemli bir direnç potansiyeli olduğunu gördük. Tutuklanmamızdan önce de, sonrasında da ifade özgürlüğümüzü savunan metinler imzaya açıldı. Bizi içeriden çıkarmak için yapılan özgürlük kampanyasına imzacı olsun ya da olmasın çok sayıda akademisyen katıldı.
Ülkenin yaşadığı süreç içinde genel özgürlük ve demokrasi mücadelesinden bağımsız olarak artık özgür kampüs, özgür kürsü, özgür üniversite kurmak ya da mevcutları korumak mümkün mü?
Üniversitelerde ülkenin genel demokrasi atmosferinden daha ileride, daha özgürlükçü alanlar yaratmak her zaman mümkündür. Ancak bunlar konforunu yaşayacağımız dışa kapalı adacıklar mı olacak, yoksa ülkedeki demokrasi mücadelesine katkı sunacak mevziler mi? Eğer yanıtımız ikincisiyse benim için bir anlamı olur. Demokratik üniversite mücadelesi ile demokratik Türkiye mücadelesini birbirinden ayırmak tabi ki mümkün değil. YÖK sistemi nasıl kalkacak? Meclisten çıkarılacak yasalarla. O zaman partiler, seçimler falan derken ülke genelindeki demokratik mücadele üzerine düşünmeniz lazım.
Eğer gerçekten Türkiye’de faşizmin inşası tehlikesi ile karşı karşıya isek, bu tehdidin ciddiyetine uygun olarak konumlarımızı gözden geçirmeliyiz. Size mektubumda yazdığım “uçurumun kenarı” metaforu onunla alakalı. Türkiye’de totaliter başkanlık sistemi inşası ihtimal dâhilinde bir tehlikedir. Türkiye’nin demokratik muhalefeti olarak bunu görüyoruz, peki ne yapacağız? Hepimizi birleştiren oldukça geniş bir asgari zemin var demokratik Türkiye’nin inşası. Elbette demokratik üniversite için mücadele de bunun önemli ayaklarından birisi olacaktır. Demokrasi konusunda Türkiye solunda yüzlerce programatik tartışma yapıldı. İçerik sorunumuz olduğunu düşünmüyorum. Nasıl bir üniversite/ülke oluşturacağımızda değil, bunu oluşturacak gücü toparlamada problem.
Türkiye toplumunda çok güçlü bir barış ve demokrasi talebi olduğunu düşünüyorum. Bu talep iktidar tarafından sürekli ve yoğun bir çabayla bastırılıyor. Büyük bir barış ve özgürlük isteği var bence. Aslında fırsat bulduğunda pıtrak gibi çıkıyor. Geçen yazı hatırlayalım, asker cenazelerinde iktidara büyük tepkiler oluyordu, kardeşi ölen yarbayın isyanı içlerinden en simgesel olanıydı. 1 Kasım seçimlerinde iktidar kendi gücünü pekiştirince azaldı bu tepkiler. Ama insanlar fırsatını bulduklarında, yani iktidarın biraz zayıfladığını gördüklerinde o dinamik patlıyor.
Son bir soru olarak… F tiplerine geçiş sürecinde F tiplerinin F tipi bir toplum yaratma projesi olduğunu söylüyorduk. O dönem öğrenci hareketi F tiplerine karşı mücadele ediyor, üniversiteyi taraf etmeye çalışıyordu. Devrimcilere, sosyalistlere uygulanan şiddet ve cezaevi katliamı tüm muhalefetin devlet terörü ile bastırılması, tüm toplumun susturulması için kullanılıyordu. Aynı dönem üniversite kapılarına turnikeler konuluyor, üniversite-toplum ilişkisini dönüştüren bir müdahalede bulunuluyordu. Bu süreçte de sizlerin seçmeci bir şiddetle cezaevine konulduğunuzu gördük, üstelik iktidarın hukuku operasyonel bir güç olarak işlevlendirmesinin simgelerindne biri olan Silivri Cezaevi’ne. Bu defa akademisyenler F tipinin içindeydiler. Hukukun, cezaevi sisteminin bugün kullanılma biçimini, akademinin bu alana dönük yaklaşımını, F tipleri sisteminin sonuçlarını kendi yargılanma ve cezaevi süreciniz üzerinden değerlendirebilir misiniz?
Silivri yeni cezalandırma sistematiğini temsil ediyor. Ben aslında tek bir cezaevi zannediyordum, meğerse orası büyük bir kampüsmüş. Devasa bir alan içinde 10 ayrı cezaevi var, hepsi farklı statüde. Bizim olduğumuz 9 No.lu Cezaevi en yüksek güvenlikli olanıydı. Üçer kişilik odalarda kalıyorduk. F-Tipi cezaevlerinin başta gelen hedeflerinden birisi siyasi mahkûmların ehlileştirilmesiydi. Ama insan her zaman devletin kendisini tahakküm altına alarak biçimlendirme politikasına karşı direnme olanağına sahiptir. Bu direncin biçimi kişiye ve koşullara göre değişebilir.
Yaşam tarzı açısından bakacak olursak, F tipi yaşam, yani yalıtık ve kendine gömülü hayatlar günümüzün bir gerçeği. Bu devletin politikasının da ötesinde sosyolojik bir olgu. Halktan kopuk üniversite, AVM evreni, güvenlikli yüksek duvarlı siteler vs. Dolayısıyla F tipi yaşam büyük ölçüde gerçek diye düşünüyorum. İnsanlar daha yalıtık hayatlar yaşıyorlar. Ama Gezi’de bu da bir ölçüde kırıldı. Gezi bir özgürlük isyanı olduğu kadar, bir kardeşlik isyanıydı da. Çünkü o yalnızlık kırıldı orada. İnsanlar hiç tanımadıkları insanlarla kol kola girdi, dayanıştı, sahip çıktı birbirine. Toplumsal hareketler kapitalizmin yalıtıcı eğilimini her zaman kırar. Bize yönelik dayanışma da gerçekten öyle bir etkiye sahipti. Tamam, tecritte 12 gün geçirdim, ama o kadar çok avukat ve mektup geldi ki, tecrit diye bir şey kalmadı aslında. Dayanışma olduğu sürece tecridi kırmak mümkün.
Bu vesileyle şuna da değinmek isterim, biz 9. No.luya giriş sırasındaki çıplak aramayı saymazsak, kötü bir muamele görmedik. Ama Silivri’de kaldığımız bir ayda, kontrollerin artığını gözlemleme şansımız oldu. Bu ara taktıkları şey vileda saplarıydı. Önce iki tane vardı hücremde. Toplu arama olduğunda bire düştü. Sonra tekrar geldiler, onu da ikiye böldüler, yarım oldu. Yeni bir yönetmelik gelmiş gibi, cezaevleri biraz daha sıkılaşacak, daha sertleşecek gibi bir izlenim edindim Demokratik kamuoyunun hassasiyetle takip etmesi gereken bir konu cezaevlerinin koşulları.
Akademi açısından bakarsak; akademi aslında hiçbir zaman yeteri kadar ilgilenmedi cezaevleriyle. Türkiye akademisinde cezaevleri üzerine çalışma yok denecek kadar azdır. Şimdi bizim akademisyenler olarak yaşadığımız tutukluluk deneyimi, umarım bunu değiştirecek bir etki yaratır. En kırılgan durumda olanlar cezaevindekiler, adliler olsun siyasiler olsun. O yüzden de gözümüz kulağımız orada olmalı, akademi cezaevlerine daha çok yönelmeli. Bu konuda tutuklu ve hükümlülerin yakınlarını da kapsayacak genişlikte araştırmalar ve dayanışma çalışmaları yapılabilir.
Sendika.Org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.